Mutlu İzdivaç: Modifiye din+kutsal sekülerlik
Dünyada ve ülkemizde dinî ve metafizik eğilimlerin yükseldiği, en azından çok farklı ve yeni formlarda görünür olmaya başladığı malum. Hatta bolca konuşulur, tartışılır olduğu da… Ancak bu eğilimin beraberinde maneviyat ya da uhrevilik de getirdiği konusunda herkes hem fikir değil. Modern toplumda yeniden dirilen tarih öncesi inanç uygulamalarından semavi dinlere dek dünyanın inançlar yelpazesi, göz alıcı bir "ürün çeşitliliği" sergilese de, kimilerine göre bu görünüşe aldanmamak gerekiyor. Zira bu dinî-metafizik şatafatın giderek dünyevileştiği, maddiyatçılaştığı gözlerden kaçmıyor. Dinî ve metafizik olanı toplumsal alandan kapı dışarı edeceği düşünülen sekülerleşme, hayal kırıklığına uğrayıp tam da kendini kapının dışında buldu derken, göstergeler gizlice bacadan içeri girdiğine işaret ediyor. Bu ortamda dinlerin ve dinimsilerin seküler hayat tarzıyla gayet uyumlu bir şekilde hemhâl olduğu, dünyevilik aşılı din görünümlü hareketlerin ve modifiye edilmiş antik inançların "dine karşı din" anlayışıyla cepheye sürüldüğünü görmek zor değil. Öyle ki; ateizmin bile kendine bir kutsallık atfetmeye öykündüğü ve sekülerleşmenin dinî bir kisveye büründüğü bir manzara ile karşı karşıyayız. Modifiye dinler, maddiyatçı metafizik, kutsal sekülerlik ve din görünümlü dinsizlikler… "Her şeyin Teorisi" bu olsa gerek.
KUTSAL İLE SEKÜLERİN MENFAATÇİ VE GAYRİMEŞRU İLİŞKİSİ
Dünyada ikinci dünya savaşı sonrası ve özellikle 1960'lardan sonra geleneksel ya da yeni dinî/manevi hareketlerin yükselişe geçtiği malumunuz. En azından zahirde böyle bir görüntü olduğu yadsınamayacak bir konu. 19 ve 20'nci yüzyıla hükmeden pozitivist düşüncenin ve beraberinde sekülerleşme baskısının sonunda insanlığın dini, maneviyatı, gizemi, metafizik olanı kolay kolay terk edemediğini gördük. Tüm bunlar modern toplumun babalarının öngöremediği bir istikameti gösteriyor. Bilim, teknoloji ve beraberinde sekülerleşmenin başköşeye yerleştirdiği 19'uncu yüzyılın düşünürleri, bu üç kavrama yaslanan modernliğin artık tüm yeryüzüne hâkim olacağını, dünyevî-maddeci zihin yapısı ve hayat tarzının kaçınılmaz olarak – insan düşüncesi ve bilimin artık her şeyi açıkladığı zannına dayanarak - dünyayı kuşatacağını, hâliyle de artık birer hurafeye dönüştüğü ileri sürülen din-maneviyat-kutsalın yok olacağı ya da kıyıda köşede atıl durumda kalacağını düşünüyorlardı. 20'nci yüzyılınkiler de çok farklı değildi. Mesela Amerikalı din sosyoloğu Rodney Stark 1994'te yazdığı bir makalede dinin ölümünü ilan ediyordu: "Din evrimsel süreç içinde yok olacak. Doğaüstü güçler sadece tarihî birer hatıra olarak kalacak. Doğaüstü varlıklar tüm dünyada bilimsel bilginin gelişmesi ile ölmeye mahkûmdurlar." Öyle olmadığı ortada… Gerçek şu ki artık dünyevileşme ile uhrevileşme ya da sekülerleşme ile (her türünden) manevileşmenin evliliğine, sarmaşık ile ağaç gibi birbirlerini sarmalamalarına, birbirlerine benzemelerine hatta dönüşmelerine şahit olduğumuz bir evredeyiz sanki. Hatta şahit olmakla kalmayıp, bu durumu bizatihi yaşıyoruz. İnsanlık olarak biz de adeta sekülerlik ile kutsallık arasındaki uyuşmazlığın menfaatçi ve gayrimeşru bir aşka dönüştürdüğü ilişkiden dünyaya gelen çocuklara dönüşüyoruz.
TARİHİN SARKACI DİNSELLEŞME İLE DÜNYEVİLEŞMENİN GEÇİŞTİĞİ NOKTADA
Buna rağmen, modernlik ve sekülerizm havarisi düşünürlerin tam manasıyla yanıldığını, onlara muhalefet edenlerinse tam olarak haklı çıktığını söylemek oldukça zor görünüyor. Peki, neden böyle oldu. Sosyologlar, felsefeciler ilahiyatçılar bu meseleye içinde bulundukları dönemin perspektifinden birçok cevap ve gerekçe üretseler de, kanaatimce bu meselede aslında insanlık tarihi boyunca değişen fazla bir şey olmadı. Cevapların değişmesi sadece o tahlilleri yapanların hadiseye kendi zaman dilimlerini perspektifinden tahlil getirmelerinden kaynaklanıyor. Daha uzun vadeli bakıldığında aslında gök kubbenin altına yeni bir şey olmadığı görülüyor. 10 yıl kadar önce benzer bir konuda görüşüne başvurduğum tasavvuf araştırmacısı Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç'ın şu tespiti oldukça anlamlı: "Maneviyata doğru tüm dünyada bir ilgi artışı, bir yönelim olduğunu ben de gözlemliyorum. Bunun sebebinin insanlığın devresel olarak ardı ardına açılmalar ve daralmalar yaşaması olduğu kanaatindeyim. İnsanlar aşırı maddecilikten aşırı maneviyatçılığa doğru bir sarkaç gibi salınarak gelmiştir. Bu süreç doğrusal değil, helezonik bir şekilde evrilerek ilerleyen bir süreçtir." Gerçekten insanlık tarihi din/maneviyat ile maddiyatçılık/dünyevilik sarkacının gidip-gelmeleri arasında şekilleniyor. Dün sekülerleşme, bugün tüm türevleriyle dinsellik. Günümüz insanına bakan tarafı ise sarkacın şu an hangi noktada olduğu… Mevcut durumda, sanırım dinselleşme ile dünyevileşmenin birbirine geçiştiği bir noktayı gösteriyor bu sarkaç.
MODERN DÖNEMİN MODERN İNANÇLAR FURYASI
Sosyal bilimler alanındaki birçok araştırma ve inceleme modern toplumlarda birçok form altında maneviyata ya da kutsala gidişi tespit ediyor. Meşhur din sosyoloğu Patrick Berger Dinin Sosyal Gerçekliği adlı eserinde bu durumun ana nedenlerini; aşırı rasyonelleşme, modern teknolojinin duyguyu dışlayan maddiyata dönüklüğü, insanın kendisi ve hem cinsleri ile ilişkilerini manasızlaştıran mekanikleşme ve aşırı kurumsallaşmanın getirdiği maneviyat boşluğu olarak açıklıyor. Bu dinsellik manzarasının ana unsurlarını İslam, Hristiyanlık ve Budizm gibi köklü gelenekler teşkil etse de giderek göze batmaya başlayan dinî ya da dinimsi pek çok eğilim bu çatının altında kendine sığınak buluyor ki saymakla bitmez: Uzak Doğu mistisizmi, geleneksel dinî öğretiler, ruhçuluk, okültizm, paganlık, şamanlık, eklektik New Age felsefeleri, yeni dinî hareketler, Druid gizemciliği, Zen öğretileri, deizm, Vudu, teozofi, Scientology, Moonculuk ve Quantumculuk bunlardan başlıcaları… İşin ilginci tümüyle zıt kutupta yer alsalar da satanizm ve ateizmin de dinî suretlere bürünerek bu kategoriye katıldığını müşahade ediyoruz. Daha ilginci ise modernliğin bir getirisi olan küreselleşme ve dijital teknolojiler sayesinde iletişimin, ulaşımın ve etkileşiminin kolaylaşıp yaygınlaşması ile seküler hayat tarzı için olduğu kadar bu tür manevi hareketlerin de daha kolay yayılma imkânı kazanması. Daha açık söylemek gerekirse sekülerleşme ve maneviyatçılığın aynı küreselleşme gemisinde beraber yolculuk ettiği söylenebilir.
SEKÜLERLEŞME-DİNSELLİK İZDİVACININ MELEZ ÇOCUKLARI
Dünyevileşme ile maneviyatın bu izdivacı hâliyle bir benzeşmeyi de beraberinde getiriyor. Din sosyoloğu, akademisyen Mustafa Arslan "Seküler Toplumlarda Kutsal Arayışları" adlı makalesinde bu gidişatı şöyle ifade ediyor: "Anlaşıldığı kadarıyla din ya da ruhsallık, bir taraftan yaygınlaşırken, diğer taraftan sekülerleşmenin etkisi ile modern toplumsal hayatta kendisini yeni kurallara uydurmaktadır. Seküler algı kalıpları ile dinsel/ruhsal anlam alanları arasındaki gelgitler, yeni kombinasyonların ve yeni tiplerin oluşmasına imkân vermektedir." Tabiri caizse bu tuhaf izdivaç bir yandan hangi türden olursa olsun dinsellikleri sekülerleştirirken öte yandan da seküler alanı dinsel formlara itiyor. Bu izdivaçtan doğan yaşam pratikleri sadece dinî/manevi alanda ister geleneksel dinlerdeki yeni eğilimler isterse yeni dinî hareketler olarak eklektik ve melez çocuklar vermiyor. Benzerine seküler alanda da rastlanıyor; dinsellik karşısında dünyevileşmeyi iyiden iyiye kutsamaya başlayan sekülerizm de kendi kutsallarını üretiyor: bilimin kutsallaştırılmasıyla başlayan bu süreç, teknolojinin, küresel ekonomik düzeni, moneter sistemin, piyasaların, hayat tarzının, ister kapitalist ister sosyalist olsun maddenin, modern fikirlerin, bireyin, ideolojilerin hatta binlerce yıl öncesindeki gibi kişilerin/liderlerin kültleştirilmesine kadar uzanabiliyor. Seküler alanın kendince dinselleşme eğilimleri, en son tahlilde dünya hayatı ve ego ile sınırlı bir menfaate dayandığından, bu menfaat için her tür bukalemunluğa girişmesi az-çok anlaşılabilir. Lakin şu var ki hangi anlayıştan olursa olsun dinî alanın –daha açıkçası dine-maneviyata bağlı insanların, toplulukların– dünyevi olana giderek bağlanması, ihtiras beslemesi çok daha pespaye bir manzara arz ediyor.
DİNSİZLİĞİN DİNE DÖNÜŞME İHTİRASI
Hangi gelenekten olursa olsun tüm inançların karşısında bir konuma oturan ateizm yeni bir şey değil. Ancak salt Tanrı'ya bir reddiye olarak "dinsizlik dini" olarak da adlandırılabilecek ateizm kendine has ayin ve akidelere sahip olmadığı için bugüne dek sadece entelektüel ve akademik çevrelerde ifadesini bulabiliyordu. Oysa bugün bazı ülkelerde ciddi ciddi, kilise ve cemaatlere sahip bir dine dönüşmüş durumda. Son 10 yılda İngiltere, ABD ve Kanada'da açılan "ateizm kiliseleri", artık ateistlerin bile cemaat yapılanmaları şeklinde teşkilatlandıklarının başlıca kanıtı.
Nitekim ünlü evrimci bilim insanı Richard Dawkins'in İngiltere'de açtığı "ateizm tapınağı" olarak da adlandırılan eğitim ve bilim merkezinin rüzgârı ateistleri sıkı bir teşkilatlanmaya yöneltmiş durumda. PEW Research Center araştırmalarına göre herhangi bir dine inanmayalar Kuzey Amerika ve Avrupa'da Hıristiyanlarda sonra ikinci büyük topluluğu oluşturuyorlar. Bu insanlar da diğerleri gibi bir topluluk kimliğine sahip olmak ve tanınmak istiyor hâliyle. Bu da onları topluluklar kurmaya yönlendiriyor. Özellikle Kanada, Almanya ve nüfusunun yarısı herhangi bir inanca mensup olmayan İngiltere bu konuda başı çeken ülkeler. Buralarda dinsiz bir maneviyat ve topluluk ortamı oluşturmayı hedefleyen grupların sayısı da günden güne artış gösteriyor.
2013 yılında Londra'da Sunday Assembly adıyla kurulan ilk ateist cemaati Kuzey Amerika, Birleşik Krallık, Batı Avrupa ve Avustralya'da 7 yıl içinde açılan ve cemaatleri 3 bin 500 kişiyi bulan 55 yeni ateizm kilisesi takip etti. Ateizme iman edenler bu kiliselerde "bilimsel" vaazlar dinliyor ve kendi aralarında dayanışmayı güçlendiriyorlar. Bu oluşumları inceleyen uzmanlar ateist kiliselerin kuruluşundaki temel faktörleri şöyle sıralıyor: İnançsızlığını inançlılar gibi ifade edebilmek, onlar gibi bir topluluk kimliği ile tanınmak, dayanışma sağlamak, hayattan daha fazla lezzet almak ve varlığı olmasa da kendi hayatını anlamlandırmak.
HEVA VE HEVESE ÖZEL, ISMARLAMA BİR İNANÇ: DEİZM
Biraz Hristiyanlığa, biraz da ateizme karşı bir tepki olarak çıkan deizmin pek çok türevi ilahi dinlerin vaz ettiği şekliyle bir Tanrı kavramına inanmıyor, haliyle sıfatlarının birçoğunu da kale almıyor. Tanrıya ya da Tanrısal bir yaratıcı bilince inanmakla beraber bir kısmı dinin varlığını tamamen kabul eden, bir kısmı da sadece rasyonel aklın onayından geçen dini kabul eden deistlerin esasen semavi olanlar başta olmak üzere bir kurum olarak dine tepki duyanlar olduğu açık. Dolayısıyla varlığı yarattıktan sonra atıl durumda kalan, sıfatlarının birçoğundan soyutlanmış bir Tanrı anlayışı ile birlikte onun iradesini insanlığa bildiren din de devreden çıkarılınca ortaya şöyle bir manzara çıkması kaçınılmaz oluyor: Hiçbir şeye karışmayan, sınır koymayan bir Tanrı, dolayısıyla insanın sınırlı aklının cevaz vereceği bir hayat, kişinin kendi insafına kalmış bir ahlak, ölüm sonrası için öngörülmeyen bir sorumluluk (yani sorumsuzluk) ve tüm bu inancın kaçınılmaz getirisi olarak otomatik olarak benimsenen bir sekülerlik, dünyevileşme. Geleneksel din ve Tanrı inancının hayata dair getirdiği ibadet ve kısıtlamalardan muaf olmak isteyen, yaptıkları için de sorumluluk altına girmek istemeyenler için biçilmiş kaftan, adeta ısmarlama bir din.
İNSAN İCADI DİNLERE KAÇIŞIN TEMEL SEBEPLERİ
Felsefi gerekçeleri dışlamadan, semavi dinlerden kaçarak, başta deizm olmak üzere rotalarını ateizm, nihilizm, yeni dinî hareketler, New Age dinler, binlerce yıl öncesinden arta kalan Uzak Doğu dinleri ve modern kültlere kıranların tercihini açıklayan başlıca etkenin; ibadet, sorumluluk ve kısıtlamalardan muaf olma eğilimi olduğunu düşünüyorum. Neticede yaygınlaşan bu tür eğilimlerin en büyük ortak noktası; hepsinin bir şekilde maneviyat-mistisizm ile bezeli ama seküler hayat tarzıyla da son derece barışık olması. İnsanların arayışları hiçbir vesileyle sona ermemekle birlikte, sorumluluktan yani kabir ve ahiret hesabından, azaptan; bir ömür sürecek ibadet ve taatten, farzlardan, haramlardan vs. bir insan ömrü süresince getireceği sözde sorumsuzluk bu arayışları pekâlâ daha kolaycı alternatiflere yönlendirebiliyor. Bir diğer etkeninse, birçok yaygın dinin mensuplarının inançlarını, insanlar için adeta bir dayatmaya dönüştürmesi olduğu kanaatindeyim.
TÜRKİYE'NİN SEKÜLERLEŞME PRATİĞİ
Uzun süredir Türkiye toplumunun giderek muhafazakârlaştığı ya da dindarlaştığı söylenir ancak durumun aslında tam tersi olduğunu ileri sürenler de var. Felsefeci ve Din Sosyolojisi doktoru Volkan Ertit'in bu tema üzerine yaptığı akademik çalışma ve eserler konuyu en ciddi ele alanların başında geliyor. Sekülerleşme-Dinden Uzaklaşmanın Hikayesi, Endişeli Muhafazakarlar Çağı ve Sekülerleşme Teorisi adlı üç akademik kitaba imza atan Ertit'in çıkarımı özetle şöyle: Türkiye'de toplum, dindarlaşmak ya da muhafazakârlaşmak bir yana muhafazakârlarıyla birlikte sekülerleşiyor. "Dünyanın herhangi bir coğrafyasında yer alan bir toplumdaki bilimsel gelişmeler gündelik yaşama nüfuz edecek kadar yaygınlık kazanmış, özel teşebbüse dayanan endüstriyel kapitalizm baskın ekonomik model hâline gelmiş ve geçmişe nazaran kentleşme oranı artmış ise o toplumun sekülerleşmesi beklenmektedir" tespitinde bulunan Ertit, Sekülerleşme Teorisi adlı çalışmasında şunu da kaydediyor: "Sekülerleşme süreci dinsizleşmek demek değildir." Sekülerleşmeyi, "dinin toplumsal düzeydeki prestijinin ve etki gücünün azalması" olarak tanımlayan ve "Muhafazakârlar 'muhafaza' etmek istedikleri değerlerin, inançların ve bunların gündelik hayata yansıyan davranış kalıplarının gün geçtikçe toplumsal hayatta silikleştiğinin farkındalar" tespitinde bulunan Ertit'in hayli ses getiren sosyolojik çalışmaları veriler ve kriterler üzerinden Türkiye'nin ileri sürüldüğü gibi muhafazakârlaşmadığını öne sürüyor.