Sosyal medyada nasıl yalan söyleriz?
İstatistik ve araştırma yöntemleri dersinde okuduğumuz kitabın girişinde şöyle bir ifade vardı: "Kandırmanın üç yolu vardır: Yalan… Kuyruklu yalan… Ve istatistik." 2000'lerde bunun şöyle ifade edildiğini gördük:"Kandırmanın üç yolu vardır: Yalan… Kuyruklu yalan… Ve sosyal medya…"
Bir süreden beri iletişim fakültelerinde, sosyal medya okuryazarlığı dersi var; bu dersi sadece iletişim öğrencileri değil, diğer bölümlerin öğrencileri de alıyorlar. Çünkü artık sosyal medyada ne yapıyoruz, neden yapıyoruz, "yalan haber" nedir ve buna nasıl karşı konulabilir gibi sorular sadece iletişimcilerin değil, herkesin sorduğu ve doğru cevabı bulması, bilmesi gereken konular.
Bu dersi, sadece okulda değil, aynı zamanda kış semineri, yaz semineri gibi öğrencilerimizin ders dışındaki zamanlarında da veriyoruz. Koronavirüs salgını dolayısıyla dersleri çevrim-içi yapma zorunluğu hepimizi başta zorladı ama sonunda bir dersin, özellikle fazla soru-cevaba veya öğrencilerin kendi aralarında tartışmasına gerek olmayan konferans tarzı derslerin örneğin bir Zoom toplantısı ile çok daha kolay verildiğini gördük.
Boşuna değil, bir yığın üniversite, yıllar önce, henüz ortada salgın hastalık, karantina, filan yokken, dersleri süratle çevrimiçi yöntemlere (uzaktan eğitime) çevirmişti. Bir hocamızın benzetmesi ile hepimiz "Zumî" olduk ama sistemin kolaylıklarını da öğrendik.
Uzaktan eğitim, bir anlamda sosyal medyanın bir getirisi. Eğer Internet, 1980'li yıllarda gösterdiği gelişmeyi göstermemiş olsaydı, bugün tonla online (çevrim-içi) platform oluşmuş ve bunların ev sahipliği yaptığı tonla sosyal medya kurulmuş olmazdı.
Internet (ağlar arası ağ) okuldaki, işyerindeki, kamu kurumundaki zaten birbiriyle alışveriş hâlinde olan bir ağa bağlı bilgisayarı başka kurumlardaki başka ağlara bağlı bilgisayarlarla irtibatlandırıp, onlarda yazı, görsel, video, ses dosyaları ve elektronik mesajlar (e-mail) alıp vermeye başlayınca bunun evlerimizdeki bilgisayarlara da erişmesi an meselesiydi.
"Arzu edilebilir olma arzusu"
Geçen yıl itibariyle, 100'den fazla sosyal medya platformu ve bunların üzerinde 2 milyar kişi faaliyette. Bu sayının bu yıl 5 milyara ulaşması bekleniyor. (Geniş bilgi şurada: http://bit. ly/2ZdJEsE)
Sayıları 100'den fazla olmakla birlikte bu platformların tamamı tanınmış ve yaygın kullanımda değil. Herkesin bildiği kullandığı platformlar ve aylık aktif kullanıcı sayıları şöyle:
Facebook: 2,45 milyar, YouTube: 2 milyar, TikTok: 1,2 milyar, Instagram: 1 milyar, Reddit: 430 milyon, Snapchat: 360 milyon, Twitter: 330 milyon, Pinterest: 320 milyon, LinkedIn: 310 milyon.
Bu listeye Çin ve Rusya gibi ülkelerin kendi platformlarını da eklemek gerekir: VK (Rusya): 30 milyon, OK (Rusya): 6 milyon, WeChat (Çin): 1,200 milyar, QQ (Çin): 660 milyon, Weibo (Çin): 500 milyon. Gerçek şu ki, bu kişilerin yaklaşık yüzde 20'si kendisiyle ilgili mesajlarında gerçeğe uymayan veya abartılı ifadeler kullanıyor. PEW araştırma kurumu bir araştırmasında (http://pewrsr.ch/3qqgBht) uzmanların önümüzdeki 10 yılda insanlığın önündeki en büyük sorunun "yalan haber" olacağını söyledikleri de belirtiliyor. Hepimiz, üstelik bazen kasıtla, yalan haberin yayılmasına sebep oluyoruz.
Kişisel bilgileri, özelliklerimizi abartmamız, çarpıtmamız, kendimize bizde olmayan özellikler, beceriler, güzellikler atfetmemiz belki bizden ve çevremizdeki birkaç kişiden fazlasına zarar vermez. Ama içinde bulunduğumuz toplulukla, toplumla ve hatta milletle, siyasetle, ulusal güvenlikle ilgili yalan haberleri imal etmek, yaymak ve okuyup ona göre bir şeyler yapmak veya yapmaktan vazgeçmek, çok geniş bir kitleye zarar verebilir. Veriyor da.
Kişilerin kendileriyle, hayatlarıyla ve çevreleriyle ilgili yalanları çoğunlukla "arzu edilebilir olma arzusu" ile izah ediliyor. Online arkadaş edinme sitelerinde yapılan bir başka araştırma bu sitelerdeki kadın ve erkek kullanıcıların yüzde 80'inin, mesela ağırlıklarını üç kilo ve daha fazla eksik, boylarını da beş cm ya da daha uzun gösterdiklerini ortaya koyuyor. Yapılan bir araştırma, kendisiyle ilgili bilgileri çarpıtan erkeklerin kadınlara göre daha fazla olduğunu gösteriyor.
Internet platformları ulusu
Facebook'taki profil fotoğraflarının erkeklerde yüzde 18'i, kadınlarda yüzde 19'u sahici! Diğerleri ya tamamen sahte, yani başkasına ait; ya da "fotoşoplanmış." Facebook'taki kişisel bilgilerde kişiler kendilerini daima olduklarından daha aktif gösteriyorlar. Aileler daha zengin, babalar daha önemli işlerde, kardeşler daha yüksek okullarda okuyorlar. Kendimiz de iki-üç sınıf ilerde ve çoğunlukla tıp ya da mühendislik fakültelerinde okuyoruz!
Kadınlar hiç olmadıkları kulüplerin ve dernekleri üyeleri görünüyorlar. Hemen herkesin acayip dolu bir sosyal hayatı var.
Tabii aklımıza gelen ilk soru: Neden? İnsan kendini neden olmadığı bir şekilde, henüz ulaşmadığı bir aşamada gösterir?
Birinci sebep: Biz insanlar sosyal varlıklarız; kendimizi daima bir sosyal bağlamda görür ve hissederiz. Önce ailemizle tanımlarız kendimizi; sonra çevremizdeki dar toplulukla. Giderek, dinimizle ve ulusal kültürümüzle kimlikleriniz. Müslüman, Hristiyan, Musevi, Hindu veya herhangi bir başka inanışa mensup olmak bizim "üst-kimliğimiz" olur. Internet platformları da bir topluluktur; hatta artık bir Facebook veya Twitter ulusundan söz edebiliriz.
Twitter'ın eski ABD Başkanı Donald Trump'ı yasaklaması ve bu sırada Türkiye'den bazı hesaplara yaptırım uygulaması dolayısıyla, geçtiğimiz ay içinde Telegram, Signal, Bip gibi doğrudan hızlı haberleşme veya çok taraflı sohbet platformlarına bir "toplu göç" hareketi oldu. Veya olması için çabalar görüldü.
Fakat bu göçlerin tam anlamıyla gerçekleştiğini söyleyemeyiz. Bunun sebeplerinden biri, Twitter'ı, Facebook'u veya Instagram'ı terk etmesi insanın kentini hatta ülkesini terk etmesinin başka bir kente veya ülkeye göç etmesi gibi etki yapmasıdır. Telegram'a göç ettik ama hâlâ bir ayağımız Twitter'da. Bip'e geçiyoruz ama hâlâ Whatsapp gruplarımız devam ediyor.
Sosyal etkileşme için varız
Sosyal yaratık olarak hepimiz çevremizle ilişkilerimizin olması, olan ilişkilerimizin kopmaması, başkalarının bizimle "etkileşmesi" için özlem ve arzu duyarız. Alfred Adler, bugün onun adıyla anılan psikolojik tedavi yöntemini, insanoğlunun çevresine ait olma hasretini ortaya çıkarma, tatminsizliklerini gösterme, ihtiyaçlarını tespit etme anlayışına bina etti. Özetle, biz sosyal etkileşme için varız; bir topluluğa, gruba ait değilsek, ölelim daha iyi! (Bu yargıyı hemen benimsememek lazım; çünkü Freud bu kanaatte olmadığı için Adler ile yollarını ayırmıştı.)
Birinci sorunun cevabında aşağı yukarı anlaştık diyelim: Bir gruba girmek, ilgi çekmek ve Instagram'da daha çok "like" almak için yalan söylüyoruz. Peki, o zaman şu soru akla geliyor: Bu yalan-yanlış, abartılı kimliklere-kişiliklere neden hemen inanıp, bu şahıslarla arkadaş oluyor ve etkileşmeye başlıyoruz?
Bunun yanıtı da insan olarak bir diğer doğal eğilimimizde yatıyor: Biz kolay inanan yaratıklarız. Çok geniş bir araştırma külliyatı var ki, insanoğlunun (ve tabii kızının) doğumundan annesi ile başlayarak bulduğu her canlıya güvenmesinin içindeki ilahi programın gereği olduğunu gösteriyor. Bu güven, bizim hem güvenliğimizi sağlıyor hem de felaketimize sebep olabiliyor.
Biz sanıyoruz ki "diğerleri" bizi korurlar, bize saygı ve sevgiyle muamele ederler. Biz herkesi doğru, güvenilir, saygı ve sevgiye layık sayarız. Eğer çevremizdeki insanların güvenirliğinden kuşkuya düşersek, huzurumuz kaçar ve kendimize yeni bir güvenli mekân ararız. İnanmak, güvenmek, özetle, güvenlik ihtiyacımızın bir sonucudur. Dolayısıyla bu eğilimimizi sosyal medyaya da taşırız ve orada okuduğumuz, gördüğümüz her şeye inanırız.
Sosyal medyadaki yalan hayatımız
Bir diğer doğal eğilimimiz, yine güvenlik ihtiyacımızın sonucu olarak mukayese yapmaktır. İnsanlar daima birilerini, bir şeyleri başka birileriyle, başka bir şeylerle karşılaştırır. Birini görünce hemen o kişinin görünümünü, zenginliğini, ailesini, hayatındaki önemli kişileri, kendimizle ve başka tanıdıklarımızla mukayese ederiz.
Söylemeyiz açıkça, ama aklımızdan geçer hemen: "Aaaa, görüyor musun bu kız incecikmiş!" Yani "Benden zayıf"! İnsanlar böyle desinler diye, ben de Facebook'taki profilime kendimi beş kilo daha zayıf yazarım. Fotoğraflarda da ona göre düzeltmeler yaparım.
Sonuç: Sosyal medyadaki hayatımız yalan olur çıkar.
Peki, ne yapmalı? Yani kendimizi bu yalan girdabından nasıl kurtarırız? Bu sorunun kişisel konulardaki cevabıyla uğraşarak fazla zaman harcamanın gereği yok. Okula giderken veya arkadaşlarla grup hâlinde dışarı çıkarken, annenizin öğütlerini hatırlayın… Yalan söylemeye karşı babanızın uyarılarını düşünün.
Genel ahlak ve toplum içinde etik davranış kurallarını zaten hepimiz biliyoruz.
Biliyoruz da uygulamıyoruz çünkü sosyal medyada karşımızdaki insanları sahici insan saymıyoruz. "Sanal âlem" deniliyor ya! Karşımızdaki profilleri, isimleri, resimleri, sanalmış gibi görüyoruz. Oysa o kişilerin hepsi bizim gibi sahici insanlar. Hakaretlerimiz onları kırıyor; yalanlarımız onları aldatıyor. Bunu bilmek bile insanın sanal âlemde sahici âlemdeki gibi yaşamasını sağlamaya yeter.
Bir de gerçek yalan haberler ve bizim onları yayma, onlara alet olma davranışımız var ki, bundan kaçınmak için sadece "aile terbiyesi" yetmez. Bunun için bizim Medya Okuryazarlığı derslerimizde ifade ettiğimiz bir iki yöntemi burada kısaca tekrar etmek isterim.
Ancak bu tavsiyelere başlamadan önce en başta bir konuda anlaşalım. Kendinizi bir grubun, bir siyaset çevresinin, bir akımın "trol" ekibinde sayıyor ve bunun için kazanç elde ediyorsanız, bundan sonrasını okumanıza gerek yok. Yok, eğer sadece, hepimiz gibi kimi zaman okuduğunuz şeyin sonra yalan çıkması sebebiyle, okuduğunuz üzülmüş ve bunu paylaşmış olmaktan huzursuzluk hissediyorsanız; bunun tekrar etmesini önlemek elinizde.
Ateş ateşle söndürülmez
Madde 1: Twitter'ın kısacık metnini veya Facebook'un, Instagram'ın başlığını okuyup orada durmayın. Haberin, yazının, yorumun tam metnini okuyun. Sosyal medya mesajında bir Web sitesindeki metnin linki varsa, tıklayın ve metnin tümünü okuyun.
Başlıkla metin arasında tutarsızlık var mı? Varsa muhtemelen o başlık ya yalan ya da saptırma amacı taşıyor olabilir. Bu metin sizi tatmin etmesi için gerçek kaynağa gidin. Bu bir haber ajansının veya gazetenin sitesi olabilir. Bu tür "ciddi" yerlerde, asıl kaynağın bağlantısı bulunur. Veriye dayanan bir haberse, ilgili istatistik kurumunun sitesine bakın. O rakamdan, o tablodan iddia edilen yorum çıkıyor mu? Kendi kararınızı kendiniz verin.
Başta dedim ya: Yalanın kuyruklusundan daha beteri istatistiktir. Çoğu zaman birlikte oluş (korelasyon) ile sebep-sonuç ilişkisi birbirine karıştırılır. (Leylekler hep doğumların arttığı sonbaharda göç ederler ülkemizde... Bu sebeple bebekleri leyleklerin getirdiğini söyleriz. Yoğun bebek doğumu ile yoğun leylek göçü arasında bir korelasyon var (neden?) ama bu bir sebep-sonuç ilişkisi olamaz.
Gazeteciler mevsimlik inişleri çıkışları, temelli olan felaketler şeklinde sunarlar. Bir başka nokta haber ile yorumu birbirinden ayırt etmeyi öğrenmeliyiz. Yorum, köşe ve makale yazarları, gerçeği değil bir gerçek hakkında kendi fikirlerini yazarlar. Bu fikirler gerçeğe uygun olabilir; olmayabilir. Yazar kişi, hareket ettiği noktaları aklî bir yorumlama süzgecinden geçirmiş olabilir; olmayabilir.
Ayrıca insanın biraz sosyal medya uzmanı olması da şart… Bir süre sonra belli haber sitelerinin, sosyal medyada belli kişilerin ve grupların yalana ve abartmaya eğilimini öğrenmek mümkün. Belirli yazarların gerçeği o tarafa veya bu tarafa eğip bükme eğilimini fark edebiliriz.
Bilmemiz gereken şu: Ateş ateşle söndürülmez. Yalanla mücadelenin yolu da başka bir yalan değildir. Propaganda amacıyla yalana ve abartmaya başvuranların hiçbiri sonsuza kadar başarılı olmamışlardır. Yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış… Internet bunu bir-iki gün uzatıyor. Ama asla gerçeğinin yerine yalanı kaim edemiyor.
Buyurun size Medya Okuryazarlığı dersimizin ilk saatinin özeti.