Gençlik mi bozuldu, yoksa biz mi ihtiyarladık?
Rivayet edilir ki Hesiodos, "Günümüz gençleri öyle umursamaz ki, ileride ülke yönetimini ele alacaklarını düşündükçe umutsuzluğa kapılıyorum. Şimdiki gençler kurallara boş veriyorlar. Çok duyarsızlar ve beklemesini bilmiyorlar." demişti; M.Ö. 8'inci yüzyılda yaşamış ünlü bir ozandı. Görünen o ki kuşak farkı dediğimiz şey, insanın hafıza zayıflığından kaynaklanan bir nakarat. Durup durup arada bir, yeni bir şey keşfetmiş olmanın heyecanıyla seslendiriyoruz.
Her kuşağın gençlerinin, kendinden öncekilerin onlardan şikâyet etmesi için bahane yaratan genel bir karakter ve yönelime sahip oldukları, kuşak farkının kaçınılmaz olduğu kuramı, bugün daha çok pop bilim çevrelerinde kabul görüyor. Psikoloji bilimi bu konuda tutarlı bir veri olduğu kanaatinde değil.
Birey, toplum ve tarih arasındaki ilişkilerin basite indirgenmiş bir okuması olduğunu ve müphem kuşak kişiliklerine dair basit izahların sosyal hayatın karmaşıklığını es geçtiğini yazan düşünce insanları var. Kuşak genellemeleri sosyoekonomik açıdan daha dezavantajlı toplum kesimlerinde yaşanan çocuk ve gençlikleri de dikkate almıyor. Orta sınıf alışkanlık ve tutumları üzerinden genellemeler üretiyor. Olan bitenleri nesillere yapıştırılan etiketler üzerinden okumak hafif bir bağnazlık türü olarak da görülebilir.
2000 yılından sonra doğduğu için Z kuşağı olarak anılan gençlerden biri de benim küçük oğlum. Bilgisayar ekranı karşısından onu ancak kazıyarak alabilirsiniz, çok oyun oynadığından yakındığım her seferinde, "Ne zararı var baba? Hem bundan sana ne?" diye cevap veriyor.
Kitap okumayı neredeyse hiç sevmiyor, "Ben bilgisayardan okuyup öğreniyorum merak ettiğim her şeyi" diyor. Onlara "ekrangen" de deniyor.
Zeitgeist veya zamanın ruhu
Karl Mannheim insanların ebeveynlerine benzediklerinden daha ziyade yaşadıkları zamana benzediğini söylüyordu. Zeitgeist veya zamanın ruhu, her ne dersek diyelim, kolektif manada bizleri şekillendiren bir sosyokültürel havzanın varlığını teslim etmek gerekiyor; insan, ibn-ül vakt'tir. "Nasıl ki toplumsal bir karakter varsa, toplumsal bir bilinçdışı da vardır" demişti Erich Fromm. Yalnızca bilincimizin tabi olduğu paradigmaları, anlam dizgelerini şekillendirmekle kalmıyor bu havza, bilinçaltımıza da sızıp çözüyor.
Nesilleri isimlendirme geleneğinin, ikinci modern yahut postmodern denen dönemin uç vermesiyle beraber başlaması dikkat çekici bir tevafuk. Haniyse, değişimin kaçınılmazlığını postüla kabul eden bir geleneği başlatıyor. Modern sonrası dönemin ruhunun sosyal dinamikleri nasıl hallaç pamuğu gibi savurduğuna dair pek çok çalışma var; ancak bu konuda Erich Fromm'un çalışmasına paralel şekilde yeni kişilik yönelimlerini tanımlayan Rainer Funk'un Ben ve Biz eserinde tanımladığı "Postmodern Ben-Odaklı tip", Z kuşağını yaratan ortamı, bu kuşağın kendi içerisindeki kişilik çeşitlemelerini anlamak için kılavuz niteliğinde bir çalışma sayılabilir.
Funk, postmodern benodaklılığın oluşumundaki etkenleri şu şekilde sıralıyor: "Birinci etken, pazar ekonomisinin günümüzün kültür kapitalizmine denk gelişimidir. İkinci etken teknolojik ilerlemedir; dijitalleşme ve medyadaki teknolojik yeniliklerin yol açtığı ve açmaya devam ettiği köklü değişimlerin "toplumsal yaşam pratiği" üzerindeki etkilerini konu edinir. Son olarak da telkinin gücü..." Ben-odaklılık, bir şeye karşı olmak değil, öncelikle bir şeyden taraf olmaktır. Buna rağmen, taraf olduğu şeyle güçlü bir aidiyet geliştirmez, özgür ve spontane bir özerklik arzusu, özellikle "arzcı aktif yönelimli ben-odaklılar"da, ait olma arzusunu dışlar. "Kullanıcı pasif yönelimli ben-odaklılar" ise bu çelişkiyi, Jeremy Rifkin'e ait şu düsturla aşar; "Bağlantıda olmak özgürleştiricidir." İnsan, tıpkı bir ürün gibi kişilik profili yakıştırılan bir nesne derekesine indiğinde kendini de bir ürün gibi pazara sürerek satabilmesini sağlamak, prestij ve hayranlığın ön şartı hâline gelmiştir.
Postmodern ben-odaklı kişilik
Z kuşağında temayüz eden pek çok niteliği "postmodern ben-odaklı kişiliğin" bünyesinde gözlemlemek mümkün. 2000 yılı sonrasında doğan bu gençler, bir yandan "Ben, ben olduğum ölçüde benim" düsturu gereğince kışkırtıcı bir özgüven duygusuyla kuralların, ölçülerin, vesayetlerin ötesinde özerk ve özgür olmayı bayraklaştırmakta, öte yandan da toplumsal ve geleneksel dayatmaları görmezden gelerek kendi tercih ettikleri insanlarla ve aidiyetlerle bağlantıda kalmayı önemsemektedirler. Jean Twenge bu kuşağa ipad/iphone/ ipod gibi yaygın mobil iletişim araçlarından ilhamla "i-kuşağı" adını veriyor. Ona göre bu kuşağın özelliği dijital bir evrenin içine doğmuş olmaları.
Bu kuşağın üyeleri daha yavaş büyüyor, daha az yüz yüze iletişim kuruyor, dünyayı değiştirmeye daha az hevesli, arkadaşlarından çok anne babalarıyla "takılıyor", hayatlarını daha çok sosyal medya veya bilgisayar başında geçiriyor, daha az ders çalışıyor, uzun ekran sürelerinden dolayı sonuçta daha mutsuz hissedebiliyor. Bu gözlemler kimi çocuk ve gençler için doğru olmakla birlikte Twenge'in tespitlerinin cihanşümul olmadığını, ABD'deki beyaz orta sınıf kültürü yansıttığını da şerh düşelim. Gerçek milenyum kuşağı, teknoloji kullanımına ve sözde kişilik farklılıklarına odaklanmanın, gençlerin karşılaştığı zor ekonomik koşulları önemsizleştirdiğine dikkat çekiyor.
Yine de bu çağın çocuklarının teknolojinin başrolde olduğu bir dünyaya doğduklarını teslim etmeliyiz. İnsanlıkla yaşıt olduğunu kabul etmemiz gereken kuşak farkı gerçeğine yeni bir moment getiren şeyin, radikal bir kırık olarak teknoloji devrimi olduğunu düşünmek, sorunu teşhis etmekte daha faydalı bir nirengi noktası olacaktır.
Teknoloji, tarihin öznesi oldu
Günther Anders, İnsanın Eskimişliği kitabında, içinde yaşadığımız ve üstümüze çökmüş dünyanın, teknikten bir dünya olduğuna işaret ederek "Bundan böyle, tarihsel evremizde diğer şeylerin yanı sıra teknoloji de var, denemez. Aksine vaka şudur: Artık tarih, 'teknoloji' denen dünya ahvalinde gerçekleşmektedir. Teknoloji, tarihin öznesi hâline gelmiştir. Biz insanlaraysa sadece 'tarihe iliştirilmişlik' kalmıştır." diyordu.
Daha önceki dönemlerde doğup büyüyen biz göçebelerin aksine, Z kuşağı dijital yerli olmanın birtakım kaçınılmaz etkileriyle damgalıdır. Her ne kadar, köşe başlarında yer tutmuş ve henüz karar mercilerinde sesi daha çok duyulan X kuşağı ve boomerlar (kısmen de Y) aksini düşünse de, sorun Z kuşağı üzerinde tam tecelli eden, postmodern ben-odaklılığın anormal bir şey olup olmadığı değildir. Bilakis ben-odaklılık gittikçe normalliğin sınırları içinde yerini almakta; insanlar, bu yönelimin talepleriyle hiçbir çatışmaya girmeksizin bu nitelikleri rahatça içselleştirdikleri sürece başarılı olmakta ve kendilerini iyi hissetmektedirler.
Türkiye nüfusunun, yüzde 30'unu oluşturan bir kitleden bahsettiğimiz ve bu kitlenin çok daha uzun süre tüketme ve seçme imkânına sahip olduğu göz önüne alınırsa; siyasetin ve piyasanın, yeni modunu bu gençlere göre oluşturmak üzere pozisyon aldığını fark etmek gerekiyor. Henüz çoğunlukta değiller, ama karar mekanizmalarındaki çarklara şimdiden en temelden müdahale yetkisine sahipler. Bugün artık, anormalin tanımını mevki ve sayı üstünlüğümüze rağmen biz yapmıyoruz. Kaldı ki, onları çocukluklarından itibaren yoğuran zamanın ruhu, bizim de içimizde.
Metamorfik dönüşümün ikinci seviyesi
Z kuşağının insanlık tarihindeki el, göz, motor beceri senkronizasyonu en yüksek nesil olarak tanımlanması, insanın metamorfik dönüşümünün ikinci seviyesine işaret ediyor olabilir. İlk seviye, malum, Endüstri Devrimi sonrasındaki Fordizm ve Taylorizm ile aşılmıştı. Dijital devrimin bebeklikten itibaren kodladığı yeni insanlık, dijital teknoloji ve elektronik medyayla gerçekliğin yeniden, daha iyi bir biçimde hiper gerçeklik olarak kurgulanmasına aşinadır. Simüle edilmiş yaşantılar, daha renkli, daha duygusal, heyecan verici ve cazip göründükleri müddetçe yalan -gerçek dışı- olarak yaftalanmaktan sıyrılabiliyor.
Bu yeni gerçeklik, gerçekliğin çapaklarını, gölgelerini temizleyerek, kişiye sınırlarını -gelenekler, kurallar, imtiyazlar, sınırlamalar, mevzuatlar, tarifeler vs -ve potansiyelini aşma ivmesi kazandırıyor. Dunning- Krueger sendromunun, özellikle Z kuşağı üzerindeki domine edici etkisi, cehaletin getirdiği cüretin, bu sempati yaratan halesi, - geçmişteki serüveninden fazla olarak - biraz da elektronik medyanın büyüttüğü zincirleme bir reaksiyon.
Dijital teknoloji ve elektronik medyanın insanı, başkalarıyla bağlantıda kalırken onlara bağımlı olmaktan kurtaran ve sadece kendi istediği kişilerle bağlantı kurmasına izin veren mimarisi, hepimizde bir parça izine rastladığımız yankı odalarına kapanıp yalnızlaşmış bir nesil yarattı. Yüz yüze sosyalleşme ritüellerinden bihaber, gerçek yaşam içerisinde insanlarla karşılaşmaktan, onlarla çatışmaktan kaçınan içeriye çekilmiş bir gençlik bu. Yaşantının negatifliğiyle baş etmeyi bilmiyorlar. İşin aslı bunu kimse bilmez, ancak yorularak ve kimileyin sürünerek öğreniriz; hem mücadeleyi hem de uyumu.
Öfkeli olmaları çok doğal…
Ekran görselliği odağında, çok fazla okuma alışkanlığı sahibi de değil bu kuşak. Okumadıklarından değil; belki gün boyunca okudukları sosyal medya materyali, iyi bir okurun günlük sayfa sayısından yüksek dahi olabilir. Ancak metnin hazzından ziyade, gözün hazzına alışkınlar. Sadece zevkleri değil, öğrenme biçimleri de görsel materyale dayalı. Dijital yaşamın getirisi olarak, dikkat aralığının kısalması, bir metnin başında saatlerce oturup okumalarına izin imkân vermiyor.
Yine de, bu nesilde biz eskilerin genel manada sahip olmadığımız birtakım erdemler yaygın olarak içselleştirilmiş durumda. Açgözlülüğü utanç verici buluyorlar; lüksü ve konforu sevseler de bunlara sahip olmak için vazgeçilemeyecek değerlerin varlığına ve üstünlüğüne inanıyorlar. Ürettikleri şeyler her ne kadar kolaj benzeri bir yapıda ve görsel ağırlıklı da olsa üretmekten ve sergilemekten zevk alıyorlar. İlgisizlikleri, onları egemenlik kurmaktan ve başkalarını kendisine bağımlı kılmaktan men ediyor. Otoritenin her türüne, çobanıl ve müşfik olanına karşı dahi şüpheciler. Kendileriyle eşit göz hizasından konuşmayan insanları görmezden gelmek yahut dile dolayıp o seviyeye indirmek şeklinde pasif bir direniş geliştirmiş durumda bu kuşak.
Çevreye ve insan dışındaki diğer türlerin yaşam hakkına karşı çok daha duyarlılar. Nasıl olmasınlar, henüz onlar doğmadan dünyayı bozguna uğrattık. Nehirler, denizler, ormanlar, buzullar hatta nefes aldıkları gökyüzünü kendilerinden önceki birkaç nesil elbirliği ile ifsat etti. Greta Thunberg'in 2019 yılında BM İklim Zirvesi'nde yaptığı konuşmayı hatırlayın: "Eğer böyle davranmaya devam ederseniz başarısız olacaksınız. Eğer başarısız olursanız da insanlık tarihinin en kötüleri olarak anılacaksınız." Öfkeli olmaları çok doğal… Biz yetişkinlere kendilerinin selametini gözetme konusunda güvenmemeleri çok doğal.
Geleceklerine ipotek konulmuş
Üstelik Z kuşağının küresel taşranın yarattığı kaygıdan paylarına düşen yalnızca bu da değil. II. Dünya Savaşı sonrası ile 2000'lerin başı arasında geçen dönemde, çift kutuplu dünyanın gerilim beşiğindeki ekonomik büyüme ve istikrar, son yirmi yılda buharlaştı. Yeryüzünün çok geniş bir coğrafyası, bölgesel ölçekli işgal ve yıkımla bir yüzyıldan sonra ilk kez tanışırken, buradan savrulan insan kalabalıkları, ulusal devletlerin konforlu vatandaşlık ilkelerinin kapılarına dayandı. Zaten otomasyon ve yanlış eğitim stratejileri sebebiyle artan işsizlik, eksik istihdam ve iş güvencesizliği, göçmenlerin ve mültecilerin de gelişiyle gelecek kaygısını daha da yükseltti. Bugünün gençleri artık anne babalarının yaşam standardının çok daha altında bir yaşamın beklentisiyle hırpalanıyorlar. İçine doğdukları dünyada sadece gezegene değil, geleceklerine de ipotek koymuş olmamızı fark etmemelerini umuyoruz.
Yüzyıllardır dilimize pelesenk ettiğimiz kuşak farkı kavramının bugün geçmiştekiyle aynı şey olmadığını görüyoruz. Geçmişte ebeveyn ve çocuklar arasındaki yaş farkına denk gelen kuşak kavramı, artık neredeyse 5-10 yıllık bir süreye daraldı. Teknolojinin ve dolayısıyla kavramsal dünyanın değişim hızına endeksli bu devir hızı. Kardeşler arasında bile derin dünya algısı çatlaklarını gözlemlemek mümkün.
Yine de bir genellemenin tuzağına düşmemekte fayda var; insan iradesi, tüm şartların ötesinde kendini yontma kudreti taşıyor. Farklı coğrafyalarda, farklı yaşam standardına sahip gençlerin tümüne birden Z kuşağının karakterize yapısını yakıştırmak indirgemecilik olacaktır. Bir kuşağın içerisinde genel manada zamanın ruhuyla özdeşleşmiş insanlar olduğu gibi, az çok bundan sıyrılabilmiş insanlarla da karşılaşmak mümkün. Bireylerin, dönemin baskın kişilik eğilimleriyle damgalanmamış olmaları, kendilerini tekâmül ettirme konusunda onlara daha geniş imkânlar sunar. Buna mukabil, toplum(özellikle kendi nesli ve muhiti) içerisinde kabul görme ve başarılı olma fırsatını güçlendirmediği de maalesef bir vakıa. Ama seçmek ve her defasında yeniden seçmek, ahlaki özne olmanın bir rüknü, yani en temel nihai kaygımızın…
Yeni kuşaklardan şikâyet, yaşlıların yüzyıllardır kendilerini iyi hissetmeleri için bir alışkanlık olageldi. Ama bugünün yaşlıları gençlerden öğrenmeye açık olmalı. Gençlerden öğrenecek çok şeyimiz var, onlar da arada bir bize kulak verirse, işe yarar birkaç şey de biz öğretebiliriz. Belki böylece günümüzün bazı karmaşık sorunlarını akıl birliği ile çözmüş oluruz.