Kök saldığımız dünya köşesi: Ev
Filozof ve yazar Gaston Bachelard, mekânların insan için ifade ettiği anlamı derinlemesine irdelediği Mekânın Poetikası adlı eserinde mekân kavramının en sembolik ve deruni tezahürlerinden biri olan 'ev'e hayli kafa yorar ve şöyle bir tanım getirir: "Kök saldığımız dünya köşesi: Ev." Hatta bu ev tanımlamasını daha da ileri ontolojik bir boyuta kadar götürür: "Ben'i koruyan ama ben olmayan…" Hayatın "ev/yuva" denilen tezahürüyle hemen her insanoğlunun -bilinçli ya da bilinçsiz- (başlarında tire var) bu çerçevede bir bağı söz konusu… Bunun yanında ev ile bağlarımızın niteliği çok daha geniş bir yelpazede çeşitlenebiliyor. Bazen bilinçli, bazen bilinçsiz… Salgın hastalığın getirdiği tecrit ve karantina, hastalığa karşı ön cephede çalışanları evlerinden uzakta, cephe gerisinde kalan çoğumuzu ise evlerimize kapanmış şekilde yuvamızla, evimizle ve onun bizim için ifade ettiği anlam ve bağlarla yüzleşmeye sevk etti. Bir yandan da kendi toplumsal evrim sürecimizde evin, yuvanın nereden nereye geldiğini düşünmeye…
Yeniden doğuşun, öze dönüşün sembolü
Ev/yuva ve ona dönüş bizim için daima önemli bir mecaz oldu. Çoğunlukla insanın ait olduğu yere, kendine, derununa dönüşünü ifade eden zengin bir sembolizmin rumuzu oldu. Edebiyatçı-akademisyen Prof. Ramazan Korkmaz bu noktadan hareketle "Cengiz Aytmatov'un Romanlarında Kaostan Düzene Ev/ Anne ve Çevre/Dünya İzleği" başlıklı araştırmasında bu sembolizmi şöyle açıklıyor: "Doğrusu ev, çevreyi dünyalaştıran insanın doğa karşısındaki ilk zafer anıtıdır. O, evrenin düzensizliğinden koparılmış bir dünya cennetidir. İçerisinde bütün bireysel ve toplumsal düşlerimizi barındıran gerçek bir kozmostur(…) Yuva, kutsalın ilk durağıdır."
Edebi ya da manevi sembolizmde evin insan benliği ile bu kadar ilintilendirilmesi salt felsefi-edebi yakıştırmadan ibaret değil aslında. Hatta Doğu'da bu bağ çok daha öte bir bağlam üzerinden kurulur. Zira ev, daha doğrusu bize dair değerlerin mayalanma kaynağı olan eve dönüş yeniden doğuşun yani öz benliğe yeniden kavuşmanın simgesi olarak görülür. Aytmatov romanlarının sembolizmi üzerinden örnek verecek olursak dünyanın bilincini temsil eden insan benliğinden uzaklaştığı, buhrana düştüğü zaman kendisini beş pusulayı takip ederek yeniden inşa eder. Bunlar doğaya dönüş, ana dile dönüş, insana dönüş, Tanrı'ya dönüş ve eve dönüştür. Mevlâna ise insanın aslına dönüşünün remzi olan eve dönüşü, "dünyaya kök salma" anlayışının tam tersi cihetinden şu mısralarda özlü olarak anlatır: "Daha kaç gündür buradasın ki/Hayatla içli dışlı oldun/ Artık sana ölümden bile bahsedemez oldum/Eve dönüş yolculuğundasın/ Ama eşeğin uyuyakalmış /Tam da yolun ortasında."
HUZUR VE SÜKUNUN YERİ: EV, YUVA, OCAK, HANE
Ona yuva dedik, ocak dedik, hane dedik, mesken dedik ve daha birçok isim verdik ama en çok ev demeyi tercih ettik. Aslında daima oradaydık, ona bağlıydık ama belki de şu uğursuz virüs salgını olmasaydı hiç bu kadar birlikte olmayacaktık. Bulaşıcı bir hastalığın gezegenin en ücra köşelerine bile yayıldığı şu günlerde biz de neredeyse gezegen ahalisi olarak -biraz mecburi de olsasığınağı, kurtuluşu, huzur ve sükûnu orada bulduk; evimizde yani yuvamızda. Tıpkı Kuran-ı Kerim'in Nahl Suresi 80'inci ayetinde söylendiği gibi "Allah size evlerinizden bir huzur ve sükun yeri yaptı."
Salgın yüzünden eve çekilişle birlikte belki yuvamıza, kendimize dair pek çok şeyi yeniden hatırladık, keşfettik, duyumsadık, fark ettik; belki birçok şeyle yeniden karşılaştık hatta yüzleştik. Belki de hayatımızdaki olağanlığı ve sıradanlığı yüzünden bugüne dek hiç farkına varmadığımız anlamlarını idrak ettik. Bizim için ifade ettiği anlamları biraz daha yoğun idrak ettik sanırım. Tüm dünyayı şaşkınlık, korku ve paniğe düşüren şu Koronavirüs salgını aynı zamanda çoğumuz için büyük ölçüde eve dönüş oldu.
TOPLUMUN MİKRO ÖLÇEKTEKİ ÖRNEĞİ
Ev dediğimiz ister sazdan bir kulübe, ister keçeden çadır, ister ahşap bir bina, ister beton bir kutu, isterse köşk olsun mimari bir yapı olmaktan önce içinde insan barındıran yani bir hayat ve yaşantılar, ilişkiler barındıran bir çatıdır. Dolayısıyla toplumun mikro ölçekte bir örneğidir ev ya da yuva. Tıpkı içinde barındırdığı ailenin zaman içinde küçülerek ve parçalanarak dönüşüm geçirmesi gibi evler de zamanla küçüldü, sıkıştı, komprime bir hâle geldi.
Ailenin geleneksel yapısından uzaklaşarak günümüzdeki "çekirdek" hâline dönüşümüyle evler de dönüştü, küçüldü, mekânsal olarak birbirlerine yaklaştı belki ama insani bağlar açısından bir o kadar da uzaklaştı. Evler hem içinde hem dışındaki insani bağlardan uzaklaşmakla kalmadı. Doğadan ve topraktan da uzaklaştı. Günümüzde birbiri üzerine kümelenmiş "daire" ile özdeşleşmiş bir anlam kazanan ev, çoğu zaman güneşten, ağaç ve bitkilerden, topraktan, hayvanlardan kısaca tabiatla temastan tecrit edildi. Daireye dönüşmüş bu evlerde artık bu temasın yerini televizyondaki doğa görüntüleri, sanal insan ilişkileri ve belki en somut hâliyle saksılardaki süs bitkileri aldı.
Cumbadan rumbaya geçmeden önce evin anlamı farklıydı
Yuva bize hâlâ çok şey ifade ediyor ama sanki eskiden, hayal meyal hatırladığımız o eski günlerde hayatı daha farklı, daha yalın ama daha derin anlamlandıran önceki kuşaklar için sanki çok daha farklı manalar ifade ediyordu. O insanlar için birbirine bağlı fertlerin bir araya geldiği, barınak olmanın ötesinde bir huzur yuvası, bir sükûnet mahalliydi ev. Hayatın maddimanevi tuzakları, çukurları karşısında bir sığınak, fırtınalarında sığınılacak bir liman, zorlukları karşısında soluk almak için mola verilen havadar bir bahçeydi. Maharetli kadınların nesilden nesle aktardığı – ve herkesin sağlıklı beslenme, güçlü bağışıklık sistemi diye dilinde gezdirdiği– atadan kalma gıdaların üretildiği, lezzete dönüştürüldüğü ve afiyetle tüketildiği imalathanelerdi bir yandan da. İçinde barınanı, kendine sığınanı dışarıya bağımlı kılmayan, üretken bir liman…
Biz değişen/değiştirilen şartlar, sistemler, düzenler ve yaşam tarzlarıyla "çekirdeğe" dönüştürülmeden önce en az üç nesli bir arada tutan bir petek gibiydi ev dediğimiz. Ve bu mekân aynı zamanda doğum ve ölüm de dâhil insan hayatına damga vuran, iz bırakan mihenk taşı niteliğindeki hatıraların yaşandığı yerdi. Aileye yeni katılanların doğduğu, ayrılanların vefat ettiği, gençlerin yeni bir yuva kurmaya ilk adımlarını attığı nişan, nikah, erkek çocukların artık yeni bir zihinsel safhaya geçtiği sünnet, dostlarla komşularla yakınlarla bağların güçlendirildiği, hasretlerin giderildiği kimi zaman yatılı-yemekli ziyaretler, misafirlikler, doğum günleri, bayramlar gibi hatıraların yaşandığı bir yerdi. Sonra, cumbadan rumbaya geçiş başladı ve hepsi kısa sürede değişti gitti. Şimdi evimizde bütün bunlara yer kaldı mı dersiniz?
MAHREMİYETİN MEKÂNI
Günümüzde sosyal medyanın yayılmasıyla neredeyse cenaze namazı kılınmak üzere diyebileceğimiz bir kavram var: Mahremiyet. Özelikle İslam dininin büyük önem verdiği ve İslam medeniyetinin hemen her alanda tezahür ettirdiği değerlerden biri olan mahremiyetin en önemli sebebi insan haysiyet ve şerefinin korunması… Esas olarak ev hangi kültürde olursa olsun öyle ya da böyle mahremiyetle özdeş gibidir, yapılış gayelerinin belki de birincisini teşkil eder mahremiyet. Herkesin sadece kendine mahsus, başkalarına açılması caiz olmayan bir hayatının olduğu ve bu değerin korunması ilkesine dayanan mahremiyet özellikle aile hayatı söz konusu olduğunda hassas bir önceliktir; Müslüman aile hayatı da diğer kültürlerdekinden daha sıkı olarak mahremiyet merkezinde şekillenir.
Ailenin barınağı Müslüman-Türk evleri de bu ilke üzerinden inşa edilmiştir. Dışarıya karşı kendini kapatan Müslüman-Türk evinin en başlıca özelliği yabancı gözlere karşı içerideki hayatı korurken, içerideki ev ahalisine de serbestçe yaşam hakkı tanımasıdır. Hem kendi, hem başkalarının mahremiyetine riayet esası üzerinden tasarlanmış bu evler sayesinde evin de mahallenin de huzuru etkilenmez, kültürümüzde büyük bir önem atfedilen iffet meselesi de kolay kolay tartışma konusu olmazdı. Geleneksel Türk evinde ifadesini haremlik-selamlık uygulaması ile bulan bu değer, bu evde sadece gayrıya karşı değil aile fertlerinin kendi aralarındaki mahremiyetini korumayı da gözetir. Modern yaşam tarzı ile hayatımızdan olduğu gibi özdeşleştiği geleneksel evlerimizden de giderek uzaklaşan bir şeydir artık bu bahsettiğimiz.
ABD'DE BARINAK HAYALİ İLE SİSTEMİN ÇARKLARINA MAHKÛM OLMAK
Ev, başını sokacak bir çatı, bir barınak herkesin hayali. Ne de olsa son tahlilde orası bir sığınak, son kale adeta. Bu yüzden bir eve sahip olma hayali kuşaklardır değişmedi ve değişmeyecek. Çünkü bu hayal, bir fantezi nesnesi olmanın ötesinde evin son derece gerçek bir ihtiyaç olmasından ileri geliyor. Dolayısıyla büyük önem arz ediyor. Ev deyip geçmemek gerekiyor çünkü o aynı zamanda insanları, kitleleri güdüleme, yönlendirme aracı.
Bunu en bariz göreceğiniz yer ise ABD. On milyonlarca insanı ekonomik ve dolayısıyla politik sistemde konumlandıran başlıca şey "mortgage" denilen sistemle çalışanların hayatlarının neredeyse ömür boyu ipotek altına alınması. Sıradan bir Amerikalı bir eve sahip olabilmek için -ki bu son derece haklı ve insani bir istek, temel bir ihtiyaç- yaşlılık günlerine kadar düzenli ödemek zorunda kalacağı bir kredi yükünün altına giriyor. Ve neredeyse son dönemlerine kadar vaktini bu borcu ödemek için çırpınmakla geçiriyor.
Eldeki imkanlara bakıldığında çok makul bir sistem ama madalyonun diğer yüzünde ödemeleri geciktirmemek için işini hiç kaybetmemek, kesintiye uğratmamak zorunda olan bir bireyin yüklendiği stresi düşününün. Zira bu riskler gerçekleştiğinde tüm çabaları boşa gidiyor ve evine el konuluyor. İnsanları emlakın ötesinde makro bir sisteme, genel bir hayat tarzına mahkûm etmenin harika bir vasıtası olarak da bakmak mümkün: İhtiyacına ve hayaline karşılık sistemin dışına çıkmama garantisi…
'EV'DEN 'KONUT'A MESKENİN SOSYOLOJİK DÖNÜŞÜMÜ
Evin konuta ve onun da yatırıma dönüşüm süreci aslında toplumun sosyolojik dönüşümünün de bir yansımasıdır. Çıkış noktası ile güncel varış noktası arasında büyük uçurumlar ve fay kırıkları içeren bir yansıma üstelik. Bu sosyolojik evrimin "ev"e dair olan kısmına ya da "ev"in geleneğimizde kazandığı anlamdan ne denli uzaklaştığına yer yer mimari otoriteler de değinir ama bir ilahiyat sosyologunun bakış açısı ile bakmak da bir hayli ipucu veriyor. Prof. Dr. Celalettin Çelik'in "Ev"den "Konut"a: Meskenin Sosyolojik Dönüşümü adlı makalesi bu dönüşümü oldukça manidar tasvir ediyor: "Geleneksel insanın mekânla ilişkisinde belirleyici olan varoluşsal bağ, mekânı standartlaştıran ve yapıya dönüştüren modernlikle birlikte kopmuştur. İnsan 'ev'ini artık tahayyül ve tasavvur edememekte, başını sokacağı konutu daha çok paketlenmiş hazır bir ürün olarak edinmekte ve adeta onu tüketmektedir. Modern konutla birlikte mekânın insan için varoluşsal öneminden, varlıkla bütünleştirici bir değerinden bahsetmek çok zordur (…) Geleneksel meskenden modern konuta geçişin entelektüel temellerinde pozitivist epistemolojinin mekân algısını değiştirmesi yer alır (…) Mekân daha çok geometrik olarak ölçülebilen, çizgiler, planlar ve koordinatlar bütünü olarak neredeyse sadece fiziğe indirgendi (…) İnsanın mekân üzerindeki seküler egemenliği, onun metafizik dünyayla ve anlayışla bağlarını kopardı. Mekân giderek daha fazla insani arzu ve hedeflerin gelişmeci ve ilerlemeci çizgisinde, dönüştürülebilir ve tüketilebilir bir meta hâline geldi. Modern öncesi insanın yaşam dünyası olarak eve atfettiği anlam, bu süreçte eşya üzerinden bir maddi mevkie dönüştü. Eviyle organik bağı kalmayan insan artık bir nesne olarak konuta sahip olmaya başladı (…) (Artık) konut satın alınan bir materyaldir, insani yaratıcılığın devreye girdiği ve sakinlerine bu yaratıcılık imkânlarını bahşeden bir ev değildir. Bir seri üretim ve tüketim nesnesi olarak konut, özel bir alandan çok standartlaşmış statü düzeylerini belirleyen bir yaşam dünyasının resmidir."
Evde tecrit hayatının panzehiri olabilecek bir İskandinav usulü
Evlere çekilerek sosyal hayattan mümkün olduğunca tecrit olduğumuz şu günlerde belki de hepimize ve evimize en gerekli şeylerden birini Danimarka geleneğinden ödünç almak mümkün. "Danimarka ile ne işimiz olur" demeyin zira anlatacağımız şey her ne kadar bir Danimarka usulü olsa da aslında özellikle kendi geleneğimiz açısından hiç yadırgayacağımız bir şey değil. Bu kavrama "hygge" (hüüga okunur) deniyor. Çoğunlukla Uzak Doğu geleneklerinde rastladığımız türden dinginlik, estetik ve huzur anlayışlarının İskandinav patentlisi olan hygge, yaşanılan yerde hoş ve dingin bir atmosfer oluşturmak, işleri ve akışı ahesteleştirmek ve hayatın basit zevklerinden istifade etmek esasına dayanan bir yaşama sanatı. Norveççe "iyi olmak-iyi yaşamak" anlamında bir kelimeden türemiş olan hygge aynı zamanda eğlence, dostluk, dünyanın baskısından korunma ve güvenlik, sıkıntıdan vareste olma ve hem mecazi hem de somut anlamıyla insanın yaşadığı eviyle kucaklaşması anlamlarını içeriyor. Bu açıklamadan sonra Danimarkalıların hygge dediği evde dingin yaşama sanatının aslında ne kadar bizim geleneğimizin de biraz unutulmuş bir parçası olduğunu gördünüz sanırım. Hayatın hepimizi büyük baskı altına aldığı şu günlerde hygge ya da dingin yaşama sanatı evimizde yuvamızda hepimizin en büyük ihtiyacı. Her şeyden önce bu kavram ve yaşama tarzı dekorasyon ve yaşam tarzı dergilerinde rastladığınız elite hitap eden bir moda ve zevk değil; tersine bu usulün kökleri İskandinav kışları ve uzun karanlık günlerinin insanları uzun aylar boyunca evlerine kapanmak zorunda bıraktığı sıkıntılı ve melankolik tecrit hayatına karşı bir panzehir arayışının eseri. Danimarkalılar ve Norveçlilerin 200 yıldır uygulayarak hem sıkıntıdan hem de psikolojik baskılardan korunmalarını sağlayan bu usul artık oralarda millî kimliğin de bir parçası. İskandinavlar bu kadar uzun kışlara aylar süren gecelere ve evlerine kapanmaya nasıl dayanıyor sorusunun cevabı da büyük ölçüde hygge'de yatıyor. Bu anlayışı hayata aksettirmek içinse öncelikle herkesin yaşadığı evini yani, yuvasını maddi ya da manevi yöntemlerle daha tatlı, daha eğlenceli, daha huzurlu bir hâle getirmesi, dingin bir bakış açısı edinmesi, aile ve dostlarının kadir kıymeti üzerine düşünmesi ve özellikle sahip olduklarının şükrüne varması gerekiyor.