İnsanoğlu bir gün suni bir organ yapabilir, hatta suni insan bile üretebilir" sözleriyle tarihe kazınan kimya ilminin Aristo'su İslam âlimi Cabir Bin Hayyan'ın bin 300 yıl önceki sözleri, sağlıklı yaşamın sürdürülebilir olması için söylenmişti.
Tabiatın bir parçası olarak kendisine sunulan nimetlerden faydalanarak yaşam inşa eden insanoğlu, yüzyıllar içinde kendi korunaklı site şehirleri içinde kontrollü ve tanımlı hiyerarşileri oluşturdu.
Duvarlar içinde doğuştan sınıflandırılmış kitlelerin sınırlarını çizerek imparatorlukların bekasını sürdürdü. Kadim bir engizisyon olarak ortaya çıkan doğuştan sınıflandırma, içinde bulunduğu neslin kaderini de tayin ediyordu.
Ortaçağ'da din adına kurumsallaşan ruhbanlık sınıfı, kişinin doğduğu andan itibaren içinde bulunduğu sınıfı, ölene kadar erişebileceği alanları belirleyebiliyordu. Helenistik dönemden kalan bu genetik mirasın evvelinde, kölelerin ruhu olmadığına inanan, kadınların hak ehliyeti olmadığını düşünen sınırlı sorumlu bir zemin vardı.
Daha sonrasında bir mekanik varlık olarak kabul edilen insanın üretim makinesine dönüştürülmesiyle, belirli elitlerin elindeki imkân ve imtiyazları daha çok artıran sarmal da devreye girdi.
19'uncu yüzyılın acımasız dişlilerinin kendisine sömürü alanı olarak gördüğü coğrafyalardan alınan birikimle yeni bir dünya merkezi inşa edildi.
Tabiatın dışına çıkarılan nüfusların bir araya toplandığı yeni şehirlerde, her geçen dönem kalabalıklar daha da arttı. Daha çok üretim, daha çok iş, daha çok yenilik gibi sonsuz hırsların kölelerine dönüştürüldü.
"Yeni Dünya"nın algoritmik dini
Geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğinde ilk adımları atılan, Çin'in adeta köleliğe eş değer ucuz işçilik ve üretim arzusu, modern çağın tedarikçi laboratuarı gibi kendini gösterdi.
Üst katı yatakhane, alt katı fabrika olan kapalı mekânlarda sadece uyumak ve çalışmak zorunda kalan yüz milyonlarca kişi, sosyo-ekonomik bir patlamanın da habercisiydi.
Ülke büyüklüğündeki nüfuslara sahip kentlerinde, birer makine gibi yaşayan insanların tasnif edilerek denetim altına alınmaları da kendi ürettikleri enstrümanlarla gerçekleşti.
Gelenek ve değer dünyasının düzenleyici vasıflarından arındırılmış mekanik insanın talepleri "Yeni Dünya"nın algoritmik dinine göre dizayn edildi.
Mahremiyet ve dayanışma erdeminin hiçe sayıldığı yığınların yeni paradigmanın esaslarına göre yönetilmesi de kaçınılmaz olarak görülüyordu.
Teknolojik kiramen katibin melekleri gibi her noktaya konuşlandırılan kameralar, sorgusuz sualsiz kayıt altına aldıkları verileri, bir amel defterine kaydederek, hangi katmanda yaşayabileceğinizin de krokisini çıkarıyor.
200 milyon kamera ile anlık kayıt altına alınarak her yerde her noktada an be an takip altına alınan Çinlilerin, işledikleri suç veya kusurları nedeniyle megaboard'lardan rencide edilecek şekilde ilan edilmesi, puan sistemiyle ait oldukları kast sistemi içinde yaşam savaşı vermeleri, sanki eski çağların yöntemlerinin günümüz teknolojisiyle yeniden ikame edilmesini anlatıyor.
"Sürü içindeki damgalı canlı"
Sosyal kredi sistemi denilen yöntemle, merkez tarafından verilen güvenoyu, kişinin yaşayabileceği hayatın sınırlarını da tayin ediyor. Matematik biliminin bir engizisyon gibi kullanıldığı sistem, "sürü içindeki damgalı bir canlı" muamelesi mantığıyla işliyor.
1 milyar 400 milyon kişiyi her yönüyle sınıflandırmaya dönük mekanizmanın değer merkezleri ise tamamen insanı sosyo-ekonomik bir tür olarak öngörüyor.
Puanınız yettiği kadar yaşayabilir, puanınız elverdiği kadar hakka sahip olabilirsiniz. Hayalleriniz veya talepleriniz için tek geçerli olan, merkezin belirlediği koşulları yerine getirmeniz.
1940'lı yıllardan teknolojik gelişmelerle birlikte ortaya atılan, başkalarının hayatını kontrol ve yönlendirme hakkına sahip olma kudretini kendinde gören bir kısım güçlerin dünyayı sürükleyeceği felaket senaryolarının çok ötesine geçen yeni deneyim, dijital çağın kıyametini de hazırlıyor.
İlk etapta Çin'de uygulamaya konulan bu dijital ruhbanlık sisteminde, artık din kisvesi altındaki otoriteler yerine teknolojiye yüklenen suni değerler hakkımızda hüküm vermeye çalışıyor.
İlerlemeci tarih anlayışının bizlere dikte ettiği, "eski insan cahildir, imkânlardan yoksundur" felsefesinin temel çıkmazı da burada kendini gösteriyor.
Tabiatla iç içe ve uyumlu yaşamaya çalışan, ihtiyacı kadar üreterek, o kadar tüketen bir varlığın, başkalarının müdahale edemediği kendisine ait mahrem dünyası vardı.
İşgücü ve emeğini kendisi yönetebiliyor, zihnini, bedenini ve heveslerini yalnızca kendisine ait olan için kullanabiliyordu.
Özneden nesneye dönüşen insan
Eşinizin dahi bilmediği bankadaki paranızı, servetinizi, haberleşme ağınızdaki mahrem bilgilerinizi, teknoloji sayesinde tanımadığınız, güvenemeyeceğiniz büyük şirketler biliyor artık.
İnsan özne olmaktan nesne olmaya dönüştüğü andan itibaren, özgürlüğünü de bilgeliğini de yitirdi. Arama motorlarından birçok bitki hakkında bilgi sahibi olduğumuzu zannederken, nerdeyse birkaçı dışında hiçbirini göremediğimiz bir çağın tanıklığında sürükleniyoruz.
İlk insandan bu yana gelen yaşamın bilgi mirasını cihazlara devredip cahilleşmemizin dışında, kontrol altında bir nesneye dönüşmemiz fark edemediğimiz kaçınılmaz bir sondu belki de.
Böyle giderse köle gibi yaşayan en cahil insanlık çağı olarak tarihin tozlu sayfalarında yerimizi alacağız. Birilerinin bilmemizi, almamızı veya hayal etmemizi istediği şeyler üzerinden kendimize ayrılan alanı, özgürlük ve bilgelik zannederek, hakiki huzur ve özgürlükten uzak bir yaşamla boğuşacağız.
Aile, aidiyet ve bağlılık gibi duyguları anlamsız hâle getiren yeni çağda, sevgi, sadakat, aşk ve özlem gibi insanlığımızı oluşturan değerler, eski dünyanın kelimeleri olarak, ihtiyar ninelerin masallarına dönüşecek.
Bu engizisyondan kurtulmak mümkün mü? Elbette mümkün… Gönlümüzün temiz ve samimi belleğindeki insani erdemi koruyarak bir kaçış sağlayabiliriz.
Yoksa "Yeni Dünya"ya teslim olan yığınlar, daha acımasız bir düzeneğin ancak pilot uygulaması olarak yenilerini hazırlayacak.