Tıp şimdiki adıyla eczacılığı da içermek suretiyle, Hippocrates (M.Ö. 370) döneminden itibaren, bir sanat olarak ele alınır. Hippocrates, Aforizmalar adıyla meşhur eserinde tıbbın sanat niteliğinden şöyle bahseder: "Ὁ βίος βραχύς, ἡ δὲ τέχνη μακρή - Sanat uzun, hayat kısa".
Yunan dünyasında olduğu gibi İslam coğrafyasında tıp çalışmalarının en bilinen ismi İbn Sina (ö. 1037) da tıbbı hem bir bilim hem de sanat olarak ele alır. Sina, El Kanun fi't-Tıbb adlı eserinin giriş bölümünde tıbbi bilgiyi ikiye ayırır: 'Nazari' (teorik) ve 'Ameli' (pratik) kısım. İbn Sina, tıbbın tanımını verdiği bu ilk bölümde şu cümlelerle tıbbın önemine değinir: "Tıp, kendisiyle edinilmiş sağlığı korumak ve kaybedilen sağlığı yerine koymak üzere insan bedeninin hâllerinin sağlıklı ve sağlıksız olması cihetinden bilindiği bir ilimdir."
İbn Sina'nın El Kanun fi't-Tıbb eseri İslam medeniyetinin hüküm sürdüğü her coğrafyada oldukça hâkimdi. Osmanlı coğrafyasında geldiğimizde de tıp eğitiminin İbn Sina'cı tıp geleneğini takip ettiğini görmekteyiz. Bu tıp geleneği içerisinde, Galenos (ö. 210) döneminden beri kategorik olarak incelenen maden, bitki ve hayvan kökenli tedavi edici maddeler (materia medica) bunların elde edilmeleri, kullanımları gibi günümüzde farmakoloji ve tıbbi bitkiler alanlarına giren bilgiler de yer almaktaydı.
Ontolojik olarak üç farklı grupta incelenen bu devalar (ilaçlar), kullanım şekillerine göre 'Basit' (Edviyye-i Müfrede) veya 'Bileşik' (Edviyye-i Mürekkebe) olarak bazen aynı bazen farklı kitaplarda yer alırdı. Bu farmasötik (eczacılıkla ilgili) tıp anlayışında, 'efektif molekül' anlayışından ziyade, 'efektif madde' anlayışı hâkimdi. O yüzdendir ki Edviyye-i Müfrede kitapları yazılmış, bu kitaplarda hangi maddenin ne gibi özellikleri olduğu ele alınmıştır. Zira bir tabibin, bu efektif maddeler hakkında -günümüzdeki "vademecum" (her yıl yeni çıkan ilaçların eklendiği kitapçık) tarzına benzer- farmasötik bilgisine, ayrıca, hastanın mizaç denen karakterini tespit edebilmesi için de hasta hakkında birtakım bilgilere ihtiyacı bulunmaktaydı.
Her mizaca uygun ilaç
İlaçların kişiye nasıl ve ne miktarda verileceği ise mizaç olarak bilinen vücut dengesine göre belirlenirdi. Bedende varlığı savunulan "kan", "balgam", "sadra" ve "sevda" adlı 4 humorun (suyuk, vücut sıvısı) karışımından oluşmaktaydı mizaç. Bu dört vücut sıvısı, bedendeki dört farklı organda (beyin, dalak, karaciğer ve kalp) üretilir ve tabiattaki dört farklı elementle eşleşirdi: Toprak, ateş, hava ve su.
İbn Sina'nın tıp öğretisinde, temel ilkeler ve tedavilerle ilgili kısımlar Hippocrates-Galenus tıbbından, farmakolojik (eczacılık bilimiyle ilgili) kısım Dioscorides'ten ve nihayet tabiat felsefesi ile ilgili kısım ise Platon- Aristoteles çizgisinden gelir. İşte bu İslam düşünce tarihinde Aristocu felsefeye bağlı Meşşai (Peripatetic) tıp anlayışı, modern tıbba geçtiğimiz 19'uncu yüzyıla kadar Osmanlı tabipleri arasında da ana caddeyi belirliyordu.
Modern bilimin yükselişiyle birlikte, (birtakım başka sebepleri de gözden kaçırmamak gerekir) Avrupa ülkelerinin bir kısmı hızlıca gelişti. Osmanlı Devleti de dönem dönem Avrupalı muadilleri nezdinde durumunu analiz edecek çalışmalar ve sonrasında da bir dizi çözümler ortaya koydu. Sonuç olarak 18'inci yüzyıl Osmanlı Devleti'nde ordudan eğitim sistemine kadar çeşitli düzenlemeler yapıldı. Bunlardan en meşhur iki örnek ise 1773 tarihli Mühendishane-i Bahr-i Hümayun ve 1795 tarihli Mühendishane-i Berr-i Hümayun okullarıdır.
Yine aynı yüzyılda Batılılaşma şeklinde adlandırabileceğimiz bir politika görüyoruz. Ancak Osmanlı Devleti'nin batılılaşma politikası şu ana düşünceye sahiptir: "Resmi alanda Batı ülkeleriyle Batı tekniklerini kullanarak rekabet etmek". Bu idealde yapılacak her tür reformatif hareketin özünde geleneğe uyarlama, böylece kimliği koruma gayesi de vardır. Dönemin hükümdarlarından Sultan II. Mahmud'un iki farklı resmi de görsel olarak bize Batılılaşma veya modernleşme sürecinin giyim kuşamda da ne derece belirgin olduğunu göstermektedir.
Modern tıp mektepleri
Sultan II. Mahmud, art arda gerçekleştirdiği ıslahat hareketleriyle bir toparlanma ve diriliş hedeflemiş olabilir. Bu ıslahat hareketlerine bir örnek de o dönemde uygulanan örgün eğitim modelleridir. Bu modellerin en şamili tıp ve eczacılık eğitimi alanında denenmiştir. Özellikle Sultan II. Mahmud (ö. 1839) döneminde başlayan ve halefleri Abdülmecid (d. 1861) ve Abdülaziz (d. 1876) döneminde devam eden bu ıslahatlar binalardan müfredata kadar ardışıklık gösteriyordu. Yani hem fizik çevreyi hem de pedagojik çerçeveyi yenileme söz konusuydu. Bu üç sultan döneminde açılan okulların çeşitliliğinden farklı modellerin uygulandığı anlaşılabilir. Okul çeşitliliğinin bir örneği olarak, Sultan II. Mahmud tarafından 1827'de kurulan Tıbhane-i Amire'yi (ve Cerrahhane-i Mamure) ve haleflerini sayabiliriz. Bu yeni okul, askeri tıp eğitimi disiplininde bir fakülteye veya geleneksel bir medreseye eşdeğerdi.
Geleneksel medreselerle, 19'uncu yüzyılın modern mektepleri arasında bir geçiş kurumu olarak da ele alabileceğimiz bu okul, yakın zamanda, Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasından hemen sonra 1826'da kurulan "Asakir-i Mansure-i Muhammediye" adlı yeni ordunun ihtiyaçları için gerekliydi. Kısaca modern ordu, modern ihtiyaçlar, modern tıp ve modern tabip eğitimi şeklinde formüle edebileceğimiz bir gereksinim zinciri ile 1839 yılında bambaşka bir okul kuruldu: Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane.
Orduya tabip yetiştirme görevini üstlenen bu kurumda, tıp artık Arapça değil, Fransızca üzerinden öğretiliyordu. Müfredat ise medrese müfredatından oldukça farklıydı. Öyle ki, eğitim öğretimin hızlı intibakı için Avrupa'dan davet edilen birkaç öğretmeni de vardı. Bu okuldan yaklaşık otuz yıl sonra, askeri okul bünyesindeki sivil sınıf hüviyetinde bir okul daha kuruldu: Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye-i Şahane. Sivil halkın ihtiyacı olan tabipleri yetiştirmek amacıyla açık bu okulda eğitim dili Türkçeydi. Zira her iki okul açılışı arasındaki sürede ders kitaplarının ve müfredatın Türkçeleştirilmesi işleri tamamlanmıştır.
Deneyerek en uygun modeli bulmak
Gayet açıktır ki, Osmanlı Devleti, -tıp ve eczacılık dâhil olmak üzere- eğitimde bir siyaset gütmekteydi. Dönemin idarecileri muhtemelen, devrin sorunlarını çözecek ve dokuya en uygun olan eğitim modelini tespit etmek için farklı okul tiplerini denemişlerdi.
19'uncu yüzyılda açılmış olan bu okul tipleri bize bir şey daha anlatır. 18'nci yüzyıl bir sorgulama dönemi, 19'uncu yüzyıl ise düzenleme dönemidir. Bu yüzyıldaki düzenlemeler, modernist bakışa sahip, planlanmış eylemlerdir ve sultanın iradesini de içerirler. Şanizade Ataullah tarafından tanıtılan Avusturya tecrübesi, Mustafa Behçet yönetimindeki Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane'de değerlendirildi ve Avusturya'dan başta Karl Ambros Bernard (ö. 1844) olmak üzere eğiticiler davet edildi, böylece yeni bir müfredat hazırlandı.
Okulun açılışında bir konuşma yapan Sultan II. Mahmud, Bernard'ı işaret ederek, onun Avrupa'nın en yetenekli bilim insanlarından biri olduğunu, öğrencilerin ondan ve diğer öğretmenlerden başta tıp olmak üzere bilimleri öğrenmeleri gerektiğini, Fransızcayı da özellikle tıbbı (ve diğer bilimleri) öğrenip ülkeye hizmet etmek maksadıyla öğrenmeleri gerektiği beyanında bir nutuk irad etmiştir.
Sultan maalesef okulun açılışından altı ay sonra tüberkülozdan vefat etmiş olsa da başlattığı eğitim sistemi çalışmaları oğlu Sultan Abdülmecid döneminde de devam ederek, planlı programlı bir devlet politikası olduğu gösterilmiştir.
Nihayetinde, 1840 yılına geldiğimizde, ilk eczacılarımız diplomalarını alırlar. Bunlardan 1 numara ile mezun olan Ahmed Mustafa Efendi 7 Kasım'da, 2 numara ile mezun olan Kadri Süleyman Efendi 18 Aralık'ta diplomalarını almışlardır. Böylece özellikle gayrimüslim tebaanın elindeki eczacılık (gerek meslek gerek ticaret olarak) tekeli kırılmaya başlanmıştır.
*Dr., İstanbul Medeniyet Üniversitesi Bilim Tarihi Bölümü öğretim üyesi.