Geleneksel tıbbı nebevi saymak mümkün mü?
"Hasta olduğumda bana şifa veren O'dur"
Şuara Suresi/80. Ayet
"Metafizik olmazsa aşçı (diyetisyen) kim doktor kim, bunu ayırt edemeyiz"
Platon
Alışkanlıklar ve gelenekler bilginin önündedir daima. Her birimizi alışkanlıklar yönlendirir, farkında olduğumuz ya da olmadığımız alışkanlıklar dünyayla ilişkimizi şekillendirir. İbn Sina "Ne kadar eğitim görürse görsün insan 'kariha' yani derin tabiatı ile hareket eder" der; bütün ömrü talim-tedris ile geçmiş bir insanın eğitimin başarısızlığını itirafı demektir bu söz! Farabi "Hayal kaynaklı bilgelik (felsefe-i müvehheme) gerçek felsefeyi önceler" derken de benzer şeyi kast eder: İnsan nadiren yeni bir şey öğrenebilir, bilgi sürecinde bile daha çok alışkanlıklarımız kendilerine yeni tarzlar ve üsluplar giydirir. Birçok insan için eğitim alışkanlıkların daha bileşik ve sofistike formlar kazandığı bir sürecin sınırlarını aşamaz.
Din bahsi mevzu olduğunda da gelenekler ve toplumsal-bireysel alışkanlıklar önce olmanın ardına taşarak dini araç hâline getirir. Öyle ki artık toplumlarda din gelenek ve adet olarak yaşamaya başlar; dinin Müslüman toplumlarda karşılaştığı ciddi sorunlardan birisi budur. Bu durumda biz bir davranışın dinden mi yoksa başka saiklerden mi kaynaklandığını ayrıştırmaya gerek bile duymadan vakıaya kendimizi bırakırız: Müslüman toplumlarda gelenekler en çok dinî kurallar olarak ortaya çıkarak güçlü bir meşruiyet kazanır. Hayatın birçok alanında bunun örnekleriyle karşılaşmak mümkündür. Günümüzde alternatif tedavi yöntemlerinde geleneğin ciddi ölçüde "dinî" görünüm kazandığına şahitlik etmekteyiz.
Modern tıbba 'muhalefet' ve 'kayıt dışı tıp' insanları sürekli kuşkucu kılıyor; modern tıbbın iddialarına karşılık geleneklere dönme arzusu güçleniyor. Bu tavır doğru mudur, değil midir, ayrı bir mesele! Asıl sorunlardan biri, modern tıbbın "dinî" gerekçeler üzerinden eleştirilmesidir. Burada ortaya çıkan dil 'nebevi tıp' veya 'sünnetteki tedavi' gibi kavramlardan beslenerek güçlü bir meşruiyet kazanır. Böyle tartışmalarda makul bir zemine oturabilmek için şu tartışmaya ihtiyacımız vardır: Nebevi tıp diye bir şey olabilir mi?
Bilimin İslamileşmesinden arda kalan
Birkaç on yıl önce dünyada bilim üzerinde ciddi tartışmalar yapılmaya başlanmıştı. Daha doğrusu öteden beri olan tartışmalar yeni bir boyut kazanarak geniş kesimlere yayılmaya başladı. Modern ideolojinin hiçbir şekilde imkân vermediği itirazlar bu süreçte dile gelerek bilimin dogmatik ve totaliter yapısına mukabil yeni arayışlar ortaya çıktı. Bütün bu tartışmalar haddizatında bilim tarihinde süregelen bir tutumun yeni ifadesi idi. Ancak bu süreçte yeni bir şey daha oldu: Özellikle Batı'da yaşayan Müslüman entelektüeller mevcut bilim anlayışının tamamen yeni bir teoriyle yer değiştirebileceğini düşünmeye başladılar. Onlara göre bilim nesnel bir şey olmaktan çok bir paradigma ekseninde kalınarak yapılan bir faaliyetti ve bilimde karşılaştığımız sorunlar Kartezyenci paradigmanın sorunları idi. Paradigmanın insan ve evren telakkisi değişirse yeni bir bilim anlayışı ortaya çıkabilirdi.
Müslüman entelektüeller Batı'daki rahat zeminlerde "İslam bilimi" veya "bilginin İslami kılınması" gibi birtakım tartışmalar yaptılar. Bu düşünceye göre bilime metafizik arka plan bularak din ile bilim arasındaki tartışmaları bitirmek, daha doğrusu Müslümanca bir bilim anlayışı ortaya koyabilmek mümkün hatta zorunlu idi. Böyle tartışmaların kadim dünyada bir karşılığı vardı, bunda kuşku yok. Hicaz'dan Doğu Akdeniz'e taşınan İslam cemaatinde Müslüman âlimler büyük çekincelerle itiraz ettikleri Grek kaynaklı bilim ve felsefe ile zaman içinde uzlaşma yolunu seçerek –en azından temel gelenekler yoluyla- bilimi din ve vahiyle barıştırmak istediler. Antik felsefenin dile getirdiği düşünceler veya Platon'un ahlak anlayışı Müslüman toplumun vahyi açıklamak için kullandığı paradigma oldu.
İslam teolojisi böyle bir dönüşümü sağlayarak kendi akidesiyle uyumlu bir insan-evren yorumu ortaya koymak istedi. Mesele sadece evrenin yaratılışı ve Tanrı'nın varlığıyla ilgili değildi: Ahlak, hukuk, siyaset, doğa bilimleri, dil bilimleri gibi düşünce hayatının birçok alanında bu değişim yaşandı. İslam toplumundaki felsefe kanadı zaten böyle bir uzlaşmayı savunuyordu. Kelam ise ikircikli tutumlar geliştirmiş olsa bile zamanla bu tavrı benimsemiş, tasavvufun olgunluk evresindeki temsilcileri de benzer tutumu tahkim etmişlerdi. Her halükârda kadim dünyanın mirasının 'İslamileştirilmesi' bir amaçtı ve Müslümanlar az çok bunu başardıklarını düşünmüşlerdi.
Bilim ve din ilişkisinde başarısızlık
Modern dönemde ortaya çıkan İslam bilim tartışmasının böyle bir arka planı vardı, daha doğrusu böyle bir tarihsel tecrübe biliniyor olmalıydı. Bununla birlikte başta bilim, düşünce ve sanatta olmak üzere hayatın hemen her alanında ortaya çıkan bu güçlü itiraz, duygusallık ve hamaset sınırlarını aşarak gerçekçi bir bilim ve düşünce eleştirisine dönüşemedi. Dönüşemedi çünkü bunun için gerekli entelektüel donanımı yoktu. Çağımızda Müslüman düşüncenin açık başarısızlık yaşadığı iddiaların en ciddisi bu idi: "Bilim ve din ilişkisini kurmada tamamen başarısız kaldık!" Bunun nedenleri arasında birçok şey akla gelebilir: Klasik dünyada nispeten böyle bir uzlaşma sağlanmışken niçin modern zamanlarda bunu başarmak mümkün olmadı?
Sorunun cevabı birçok şeyi anlamamıza yardımcı olabilir: Klasik dünyada uzlaşma imkânı her zaman mevcuttu. Çünkü yaklaşık olarak aynı dünya görüsünün devamı olan iki miras karşılaşmıştı. Söz konusu dünyanın ortak yanı şu veya bu şekilde Tanrı'nın varlığının, insanın aşkınlığının ve değerlerin sabit olmasının kabul edildiği bir düzen idi. Helenistik dönemden itibaren felsefe ile din arasındaki irtibat Hıristiyan tecrübesinde temin edilmişti. Müslümanlar birinci uzlaşmanın ardından felsefe ile değil, 'dini felsefeler' ile karşılaştıklarında işleri kolaylaşmıştı: Grek mirası ile uzlaşmada asıl savaşı İslam'a göre daha esnek ve uzlaşmaya yatkın olan Hıristiyanlık vermişti.
Modern çağda durum tamamen değişmişti: Kartezyen felsefenin yeni evrelerinde her gelişme dinin hayattan çekilmesini iktiza ediyordu: Süreç dinin aleyhine idi ve bilim ile aradaki gerilim büyüyordu. Tanrı üzerinde konuşmak ya pragmatik nedenlerle ya da fideist bir şekilde yapılabilirdi; en makulü ise agnostik olmaktı. İnsanın aşkınlığı, evrenin yaratılmış olması gibi iddialar veya değerler alanındaki yorumlar tamamen değişmişti. Bu nedenle modern zamanlarda böyle büyük iddialardan başarı devşirmek mümkün değildi. Öyle de oldu ve bilimin İslamileşmesi iddiası açık mağlubiyetle neticelendi. Evet, bilimde birtakım boşluklar vardır, bilim boşluklar üzerinden kendini eleştirir ve yeniden inşa eder! Fakat o boşluklar hiçbir zaman din ile doldurulamaz.
Modern tıbba karşı huysuzluk
Bilginin İslamileşmesi tartışmalarını bilimsel bir netice almak üzere sürdürebileceğine inanan kimse yok galiba. Meselenin kolay bir iş olmadığı, insanların bilimi üretenler ile paradigma geliştirenler diye iki kısımda olmadığı anlaşıldı. Paradigma da bilimi üretenlerce ortaya konulan bir şeydi; masa başında paradigma üretmek hayalden ibaretti. Bu durumda muhalefet ya tamamen hamasete ve retoriğe döndü veya kendine yeni alanlar aradı; daha çok da önceki muhalefet alanlarını güçlendirdi. Bu alanların en önemlisi ve görece en yaygını ise modern tıbbın tedavi yöntemlerine karşı eski geleneklerin tekrar canlandırılmasıdır.
Günümüzde büyük şehirlerde –bazen doktorlarca- alternatif tedavi yöntemleri süratle yaygınlaşıyor. Birçok yerde beslenme üzerinde geleneksel yöntemlere dayanan uygulamalardan başka bazı tedavi yöntemlerine bilhassa da hacamat, sülük vb. geleneksel tedavi yöntemleri ciddi talep görüyor. Alternatif tedavi yöntemlerini bu şekilde öne çıkartan iki temel durum vardır: Birincisi tıp öteden beri bir sanat olarak kabul edilegelir. Tıp-fen bilimleri arasından birçok bilim kullansa bile kendisi tam anlamıyla bilim kabul edilmezdi; birçok yönde uygulama, kabiliyet, hastanın durumu vs. gibi sübjektif durumlar daha öne çıkar. Bu da yeni arayışlara kapı açıyor.
İkincisi de başka birtakım tedavi yöntemlerinin toplumlarda biliniyor olmasıdır. Dünyanın hemen her yerinde tedavi gelenekleri, "doktorlar" olagelmiştir, her köyün bir doktoru olmuştur. Bu doktorların bir kısmı ruhsal konularla ilgilenmiş, insanları manevi birtakım yöntemlerle tedavi ede gelmişlerdir. Tıbbın dine yaklaştığı noktalardan birisi bu alandır. Buna mukabil beslenme ile tedavi arasında irtibat kurularak beslenme alışkanlıklarıyla tedavi uygulanmıştır. Mesela "az yemek" ilkesi bir tedavi yöntemi olarak bilinmiştir. Demek ki alternatif tedavi yöntemleri her zaman olagelmiş bir gelenektir.
Gelenek ve sünnet
Ancak meselenin başka bir yönü daha vardır ki onun üzerinde de durulması gerekir: Geleneksel olan ile din özellikle de sünnet arasında bağ kurularak geleneksel olan yöntemler sünnetin bir parçası hâline getiriliyor. Birçok insan için hacamat yaptırmak geleneksel bir tedavi yöntemi değil, hadislerde karşılığını bulan bir sünnettir. Sülük veya benzeri uygulamalar da sünnet olarak kabul ediliyor veya hastalıklar için bazı bitkilere başvurmak sünnet sayılıyor. Bu durumda mesele sadece tedavi olmak değil, aynı zamanda sünnete uyarak bir ibadet yapmak hâline gelerek daha da karmaşıklaşıyor. Böyle bir yaklaşım doğru kabul edilebilir mi? Bu konularda Hz. Peygamber'den birtakım sözlerin geldiğini biliyoruz. Böyle hadislere rağmen 'nebevi tıp' diye bir şeyden söz edebilir miyiz?
Hz. Peygamber'in bal ve bazı besinlerle ilgili tavsiyeleri olduğu bilinmektedir. "Balda şifa vardır" veya "Çörek otu şifalıdır" gibi hadisleri meşhurdur. Bunları zayıf kabul etmenin veya zorlama yoluyla tevil etmenin bir gereği yoktur. Yine de böyle hadislerden hareketle 'nebevi tıp' diye bir tabir kullanmak mümkün müdür, değil midir?
Her şeyden önce hadislerde işlenen bazı genel konuları tespit emek mümkündür: Birincisi, hastalık ve sağlığın Allah'tan geldiği inancı dinin ilkelerinden biridir. İşin en önemli kısmı da burasıdır. Hastalara dua etmek, onlara şifa niyetiyle sureler okumak -mesela Fatiha suresi okuma- gibi tedbirlerin sünnette dayanağı vardır ve bunu inkâr edemeyiz. Üstelik bu konularda meseleyi sadece ruhsal gerilimler veya hastalıklarla ilgili düşünmek daraltıcı yaklaşım olabilir: Bir Müslüman, bedeni veya ruhi herhangi bir hastalık için Kuran-ı Kerim'den sureleri şifa niyetiyle okuyabilir, kendisine veya başkasına dua edebilir vs.
Bunun yanı sıra Hz. Peygamber'in tedavi ilkeleri vaz ettiğini de hesaba katmak gerekir. Bunların başında az yemek, az uyumak gibi tedbirler gelir. Az yemek bütün toplumlarda insanların görüş birliğiyle kabul ettiği bir tedavi ve ahlak ilkesidir. Bedeni sağlıklı olsun isteyen insan az yemelidir, ruhu sağlıklı olsun isteyen ise hiç yememelidir. Az yemekle ilgili başka konular akla gelebilir: Helal rızık, yemeği misafirle paylaşmak, haramlardan kaçınmak vb. Bütün bunlar yemekle ilgili bedeni koruyan tedbirlerdir ki bunları koruyucu sağlık başlığı altında toplamak mümkündür.
Hadislerde sağlık
Bu meyanda sünnette zikredilen başka bir ilke temizliktir. Hz. Peygamber'in hadislerinde temizlikle ilgili birçok söz yer alır. Temizliğin imandan olmasından başlayarak şehir ve sokak temizliğine, ev, mescit, mekân, diş, beden temizliğine kadar birçok emir vardır. Bununla birlikte hadislerde zikredilen temizliğin mahiyeti üzerinde görüş ayrılıkları olmuştur. İmam Gazali, Müslümanların tahrif ettikleri sünnet kavramlarından birinin temizlik olduğunu belirtmiştir. İlk nesil için hadislerde zikredilen temizlik daha çok kalp temizliği ve ahlak temizliğiyken zamanla beden temizliği anlamına dönüşmüş ve anlamı düşmüştür diyebiliriz. Beden temizliği ile kalp veya ahlak temizliği arasında irtibat kurmak mümkünken meseleyi bedene irca etmek bir tahriftir.
Öte yandan insanın Allah ile ilişkisi, her şeyin ve hayatın bir emanet olması, insanlar arası ilişkiler hakkındaki hadisler de önleyici tedbirler olarak kabul edilebilir. Günümüzde ruh sağlığı hakkındaki yaklaşımlarda insanın yükünün azalması, hafıza yükünden arınmak gibi hususlar önemli yer tutar. Bunların önemli bir kısmı sağlığın korunmasıyla ilgili ön tedbirler olarak hadislerde kaynağını bulabilir.
Bunların yanı sıra Hz. Peygamber'in bazı bitkilerden veya tedavi yöntemlerinden söz ettiği de kaynaklarda zikredilir. Şimdi burada sorun çatallanır: Meselenin bu kısmı zikrettiğimiz genel ilkeler kadar açık ve seçik kabul edilemez. Çünkü önleyici ilkeler nebevi sünnetin bir parçası olarak dinî hayatın iktiza ettiği neticelerdir. Dinin gözettiği bir maslahatı vardır ve dinde alınan tedbirler insanın sadece ruhsal yanını değil, bedenin ve toplumsal yapının düzenine katkı sağlarlar. Ancak hacamat veya sülük veya yöntemler ile sünnet arasında irtibat kurmanın epistemolojik zeminini bulmak güçtür.
Haddizatında bunların hadislerde zikredilmesinin önemi yoktur. Bu tedavi yöntemleri insanların tatbik ettiği geleneksel tıp anlayışına dayalı uygulamalardır; doğru olabilir veya yanlış olabilir, fayda verebilir zararlı da olabilir. Daha da önemlisi bunlar, İslam'ın uzun süre kavga ettiği bir doğa teorisinin ürünleridir. Böyle yöntemlere başvuranların geleneksel yöntemleri "sünnete uygun", "hadislerde zikrediliyor" diye takdis etmelerinin makul dayanağı yoktur. Nebevi tıp kavramını kullanmak istiyorsak, sınırlarını daraltarak, genel ilkelerle ve sahih bilgilerle sınırlı olmak üzere böyle tabiri kullanmalıyız.