Yeşilçam’ın sunduğu sığınılacak liman
İnsan kendi öyküsünü başarılarından çok başarısızlıkları üzerine inşa eder. Her başarısızlık bir çeşit iç hesaplaşmayı da beraberinde getirir. O hesaplaşma insanı geçmişe götürür. Geçmişle yüzleşmeye. Geçmiş tam da bu yüzden durmadan yeniden hesaplaştığımız, taşları oynatıp yerlerini değiştirdiğimiz ve hikâyemizi yeniden kurguladığımız bir yerdir.
Huyssen buna bellek der, Halbwachs hafıza. Her ikisi de, geçmişin bugünün, şimdinin içinde kurgulanan bir "öykü" olduğunu anlatır aslında. "Bellek, şimdide kültürel bir kurgudur" der Huyssen. Geçmişle ilgili hatırladıklarımız, onları hangi parçalarla bir araya getirdiğimiz aslında dünün değil bilakis bugünümüzün mevzusudur. Bu ise çoğu zaman başarısızlıklarımız, düşmelerimiz, yenilgilerimiz ve kaybedişlerimizle ilgilidir.
İnsan yüzleşmeye hep geriden başlar, umut ediyorsa gözü hep ileridedir. Geçmiş bu nedenle tam da dünyaya kızdığımız öfkelendiğimiz anlarda tutunduğumuz bir daldır. Elbette düştüğümüz yerden kalkmayı, başımızı kaldırıp geleceğe bakmayı da biliriz. Ama her defasında geçmişi yeniden kurgulayarak... Aslında her birimiz yaşadığımız tüm kırgınlıklara, hayal kırıklıklarına ve yenilgilere destek çıkacak, bizi düştüğümüz yerden kaldıracak öyküler arar, onlara sığınırız. Bu yüzden geçmişe, onu güzellemeye, oraya ait hissetmeye, yani nostaljiye ihtiyaç duyarız.
Nostalji, tüm hayal kırıklıklarımızı, bugüne dair tüm umutsuzluklarımızı içine hapsedebileceğimiz bir çeşit saklama kabıdır. O saklama kabı, işlevini yerine getirmek için, tam da büyük hayal kırıklıklarının yaşandığı anlarda devreye girer, bizi güzel hatıraların kucağına bırakır ve orada huzurla kalmamızı sağlarlar. Böylece, sığındığımız geçmiş, bugünden kendini tecrit edebilmenin, bugüne şöyle iştahla diş bileyebilmenin bir yolunu sunar bize.
Notos ve algos, yani dönüş ve acı kelimelerinden doğan nostalji, bir çeşit kök, yuva, ev özlemidir aslında. Barabara Cassin, nostalji duygusunu, "bize bir yerlere kök salma ihtiyacımızı hatırlatan tatlı ve istilacı bir duygu" olarak tanımlar. Svetlana Boym, nostaljinin içinde yaşadığımız yüzyılın kaderi oluşundan bahseder. Çünkü nostalji, geleneksel dünyadan kopuş olarak da yorumlanan modernliğin diğer yüzüdür.
Bir tür karşı çıkma refleksi
Her kopuş, bir hatırlamayı da beraberinde getirir. Bu yüzden geleneksel dünyadan uzaklaşma; onu yeniden hatırlamayı, daima hafızalarda diri tutmayı ve zaman zaman oraya sığınmayı da getirir. Böylece geçmişi hatırlama, modern bir duyarlılık, bir ritüel hâline alır. Nostalji, rasyonel ve seküler bir düşünce sistemine doğru evrilen dünya düzenine karşı insanoğlunun ortaya koyduğu bir çeşit karşı çıkma ve uzak kalma refleksidir.
Nostalji duygusu, yaşanan değişimi bir çöküş ve yitirme olarak gören bakış açısından beslenir. Bu bakış açısı, geleneksel yaşamın mahalle, aile, cemaat gibi daha yakın ve samimi ilişkilerinin çözülüşünü ve dini değerlere olan itibarın azalmasını esas alır. Bu anlamda nostalji, tüm dünyaya yayılan bireyleşmenin getirdiği bunalımın bir yansımasıdır. Bu nedenle nostalji her zaman daha sahici, daha yalın ve kendiliğinden olan hikayelerin
özlenmesidir.
Peki, geçmiş olarak sığındığımız yerde kimler, kimlerin hikâyeleri vardır? Belki sığındığımız binlerce farklı öykü, karakter, yaşanmışlık, masal, destan, efsane vardır. Ama içinde yaşadığımız toplumsal hafıza yalnızca bunlardan ibaret değildir. Sinema ve televizyonların hayatlara hatta evlerimizin içine kadar girmesi, sinemanın kendi içindeki devinimi sebebiyle sahip olduğu sahicilik, hafızamıza yeni bir "geçmiş" eklenmesini beraberinde getirir.
Bu yüzden, toplumsal hafızamızda öyküsünü kendimize en yakın hissettiklerimizden biri de Yeşilçam'ın karakterleridir. Tüm bu hikâyeler kendi geçmişimizle özdeşleştirdiğimiz küçük detaylar sunar bize, böylece aslında bugünümüzü yeniden inşa eder. Herkes hayatında en az bir kez, umutsuzluğa düştüğü o anlardan birinde açıp bir Yeşilçam filmi izlemiş, o filmin en kaybeden karakteriyle kendini özdeşleştirmiş, onunla gülmüş, onunla ağlamış, sonra yine onunla birlikte ayağa kalkmıştır.
Neden severiz kaybedenleri bu kadar? Çünkü kaybedenler bizdendir; doğal, içten, dolaysızdır. Yeşilçam filmlerinin hayata bir sıfır yenik başlayan karakterleri özlediğimiz içtenlikte bir hayatın içine doğarlar. Mutlaka bir mahallede büyürler, o mahallenin sevecen insanlarıyla iyi geçinirler. Bu, kaybettiğimiz değerlere duyduğumuz özlemden dolayı bize yakın gelir.
Kullanışlı bir geçmiş
Özellikle 1960'ların sonlarından başlayarak 1990'lara kadar uzanan süreçte, Yeşilçam, Türk insanının yaşadığı derin travmaları, göçle ilgili sorunları, hasreti, gurbeti, sevdayı, özlemi beyaz perdeye taşımış, gerçek hikâyelerle yoğrulmuş, içine biraz masalsılık katmış ve o dönem yaşanan tüm dertleri kendi hikâyesi içinde yeniden üretip karşımıza getirmiştir. Böylece bize, sonraki nesillere kullanışlı bir geçmiş de bırakmıştır.
1990'ların çocukları televizyon izleyerek boş vakitlerini doldururken, aslında en çok Yeşilçam'ın yeniden yapılan TV gösterimleriyle büyümüşlerdir. Bu nedenle bir yerlerde Cahit Berkay'ın bir ezgisini duymak, bizi çocukluğumuza götürür. Çiçek Abbas, tam da bu yüzden bizi mahzun bir neşeye gark eder. Ya da Melih Kibar'ın o meşhur "hızlı çaldığında neşeli yavaş çaldığında hüzünlü" olan Hababam Sınıfı bestesi bizim kimliğimiz kişiliğimiz olmuştur artık. Çünkü henüz adını bile koymadığımız duyguların önceden gelip yerini hazırlamışlardır. Büyüdüğümüzde ilk defa karşılaştığımız her duygu, o ezgiler, o kahkahalar ve o mahzun bakışlarla karşılanmıştır, Yeşilçam'la.
Kimdir kaybedenler peki, neden severiz onları bu kadar? Bizim Aile filminde kıyıda köşede kalsa da tüm kaybetmişliğiyle hikâyeyi ayakta tutan Ayşen Gruda'dır mesela. Evde kalmışlığın diğer adı olurken, diğer yandan kusurlu güzelliğinde hepimizin biraz kendimizi bulduğumuz kadınıdır. Ya da, tüm yıkılmışlığına rağmen tıpkı sevdası İstanbul gibi mağrur, asil ayakta duran Ah Güzel İstanbul'un Haşmet'idir. Ya da, tüm saflığıyla elinde avucunda ne varsa kaybeden, bu hain dünyada ağalıktan anlamasa da insanlığı güzel olan Züğürt Ağa'dır. Yavuz Turgul'un farklı filmlerde değişime yenik düşen diğer tüm kahramanları aslında hep aynı hikâyeyi, bizim hikayemizi anlatır.
Bu yüzden Yeşilçam'ın her kaybedeni, aslında bizim sığındığımız bir limandır. Dertleştiğimiz, hikâyesine sığındığımız, birlikte gözyaşı döktüğümüz, birlikte bu zorba düzene sövdüğümüz, sonra birlikte iyileştiğimiz kahramanlardır. Hababam Sınıfı'nın sınıfta kalan delikanlıları, üzerimize boca edilen resmi hayata karşı durmadan sınıfta kalışımızı, sonra kendi içimizde o düzenle alay edişimizi resmeder. Bu hikâyelerin her biri, kişisel bir öyküyü anlatırken aynı zamanda bir ülkenin toplumsal derdini tasasını, neşesini sevincini anlatır. Küçük resmin içine büyük resimler sığdırır. İşte tam da bu yüzden, Yeşilçam'ın her hikâyesi, okumasını bilene aynı zamanda ideolojik ve politiktir de.
Kendi küçük öykülerimize yamadığımız o öyküler, zamanla "biz"in öyküsü olurlar. Tam da bu nedenle, siyasi olarak gidişatı beğenmediğimizde ya da politik tüm eleştirilerimizde yine Yeşilçam filmlerine sığınır bilinçaltımız. Düzene karşı, tıpkı Bizim Aile'nin babası Yaşar Usta gibi her ne kadar kaybetmiş olsak da, yine onun karşı çıkışıyla teselli buluruz. Yeşilçam filmleri, tam da bu nedenle toplumsal hafızaya dâhil olur, onunla harmanlanır ve yeniden üretilir.
Bu nedenle Yeşilçam, bir zamanlar bu filmleri çeken, oynayan ve üreten insanların asla tahmin edemeyecekleri anlamlara gelir. Kendi iç retoriğini oluşturur ve başarısızlıklarla dolu öykülerimizin kahramanlarını üretir. Bu, tüm piyasa kuralları, teknik bilgiler ve sosyal bilim kavramlarının üstünde bir gerçeklik sunar. Devlerin Aşkı'nda Türkan Şoray gözlerini devirerek "Seviyorsun" derken, biliriz.
İnkâr etsek de, üzerine hiç konuşmasak da, sebepsizce bu filmleri sevdiğimizi, hikâyemize eklediğimizi biliriz. Ve her başarısızlığımızı, bir Yeşilçam kahramanıyla paylaşacağımızı da... Böylece modern insanın kaderi olan nostalji, hayatla birlikte, içine binlerce hikaye sığdırarak ilerlemeye devam eder.