Batı sinemasında Doğulu olmak
Ticari bir film neden başarıya ulaşır? Çünkü seyirciyi rahatsız etmez. Seyirci filme hangi karanlıkta girmişse aynı karanlıkta çıkıp gider. Bu filmlere giden insanlar rahatsız olmak istemezler, sorumluluk istemezler. Uykuda kalmak isterler. -Federico Fellini
Sanayi Devrimi sonrası teknoloji ile yakından ilgilenen insanoğlu, bu süreden sonra daha çok üretimin peşine düştü ve buna bağlı olarak birçok gelişmeye imza attı. Bir hikâye anlatma aracı olan sinema da, bu teknolojik gelişmenin ulaştığı en önemli noktalardan biri haline geldi. Adorno'nun ifadesi ile "kültür endüstrisinin en önemli taşıyıcısı" olan sinemanın, toplumların değişiminde etkin bir rol oynadığı muhakkak.
İlk sinema gösteriminin 1895 yılında Paris'te, Capucines Bulvarı'ndaki Grand Cafe'de Lumiere Kardeşler tarafından yapıldığını biliyoruz. Büyük bir kentte doğan ve kentlilere hitap eden sinema, gelişimini de hep kentte sürdürmüş haliyle. Anlattığı hikâyeler taşra, dünya dışı, çöl, var olmayan yerler ve denizler olsa da seyircisi ile kentlerde buluşmuş genellikle.
İlk sinema filmleri, birkaç dakikalık belge niteliğindeki kısa filmlerden oluşuyor. Daha çok hayatın içindeki olayları, gündelik hayatı, kişileri kayda geçiren bu filmler, insanoğlunun kendiyle ve yaşam alanı ile çarpıcı bir şekilde yüz yüze gelmesini sağlamış. İletişim ve ulaşım ağlarının kısıtlı olduğu o dönemde sinema, dünyayı tanımanın bir aracı haline gelmiş handiyse. Bu yüzden Lumiere Kardeşler, dünyanın farklı bölgelerine kameramanlar göndererek pek çok egzotik ve tarihi olayı kayda aldırmışlar. Sonrasında Melies, Porter, Griffith, Eisenstein, Hitchcock, Kubrick, Spielberg, Scorsesse, Lucas gibi usta yönetmenlerin ve sinema emekçilerinin katkıları ile sinema, dünyanın en popüler sanat dallarından biri olmuş. Patlamış mısırlara kolaların eşlik ettiği, Alaska Frigoların havada uçuştuğu, sinema çalışanlarının çitlenmiş çekirdekleri temizlemekten perişan olduğu mutlumesut yıllar…
Uzun yıllar Hollywood etkisine maruz kalan sinemanın, dünyada tek tipleşen bir grafik çizdiğini görüyoruz. Farklı ve yerli ürünler vermeye çalışan ülke sinemaları üzerinde ekonomik ve siyasi baskı ile birlikte teknik bir üstünlük de kuran Hollywood, kendi sinema anlayışını benimsetmiş ve dünya çapında kendine sadık bir seyirci kitlesi oluşturmuş durumda. Hızlı bir kurgu ve bol görsellik isteyen, kahramanın peşinden koşmayı seven, aşk ve cinsellik arayan, fazla diyalogdan hoşlanmayan bu seyirci, tabiri caizse kafa dinleyebileceği, kendisini yormayan filmler tercih ediyor. Komedi, macera, dram, korku, polisiye türünde çekilmiş hemen her filmin bu istekleri yerine getirmekte olduğunu gözlemlemek zor değil.
Peki, hal böyleyken Türk sinemasının izlediği gelişim nasıldı, Türk sinemasında Batı etkisinden çıkabilmek adına neler yapıldı gibi sorular gelebilir akla. Gelin biraz da işin bu yönüne bakalım isterseniz.
Sinemayla erken tanıştık geç buluştuk
Bizim sinema ile ilk tanışmamız, sinemanın başlangıcı kabul edilen tarihten yaklaşık bir yıl sonra, 1896'da, zamanın eğlence merkezi Taksim'de Spotnik Birahanesi'nde olur. Daha önceleri birebir gösterim cihazları ile ilk randevulaşmalar olsa da ilk halk gösterimi Lumiere Kardeşler'in filmlerinden seçmelerle yapılmış. O meşhur Trenin Gara Girişi filminden İstanbullular da korkmuş.
Döneminin çok ilerisinde bir anlayışa sahip olan II. Abdülhamid'in, sarayda sinema gösterimleri yaptırdığını ve 1906 yılında da sinema gösterimlerini düzene sokan bir nizamname yayımladığını biliyoruz.
İlk Türk filmi ise 1914 tarihli, çekilip çekilmediği üzerine tartışmaların hâlâ sürdüğü Ayestefanos Abidesi'nin Yıkılışı olarak kabul ediliyor. Film Osmanlı-Rus Savaşı sonrası Rusların zaferinin bir nişanesi olarak Yeşilköy'e diktikleri abidenin yıkılışını konu alıyor. Daha çok bir belge niyetiyle, o kara günlerin yok edildiğini gösteren filmi, orduda yedek subay olarak görev yapan Fuat Uzkınay çekmiş ancak bu filmden çok önce Balkanlar'da Manaki Kardeşler'in çektiği filmlerin de bulunduğunu belirtelim. Fotoğrafçılıkla uğraşan Osmanlı tebaası Milton ve Yanaki kardeşlerin ilk filmi ise 1905 tarihli Yün Eğiren Kadınlar.
Sinemamıza önemli katkılardan birini de Enver Paşa yapmış. Almanya ziyaretinde gördüğü ordu-sinema ilişkisinden etkilenerek ülkemizdeki ilk sinema kurumunu, Merkez Ordu Sinema Dairesi'ni (MOSD) kurmuş. Sinemanın propaganda gücüne yakından tanık olan Enver Paşa, MOSD ile devam eden savaş sürecinde belge filmleri çektirmiş. Savaş esnasında çekilen ve savaşın gidişatı hakkındaki bilgilendirici görüntüler içeren bu filmler, askerlere ve halka izletilmiş onun döneminde.
Cumhuriyet döneminde ise bir başka asker olan Kazım Karabekir Paşa, İbret Yerleri Projesi ile sinemamız için farklı bir açılım yapmak istemiş. Anadolu'nun farklı bölgelerinde sinema okulları açılmasını, buralarda gençlere sinema öğretilmesini ve filmler çekilmesini öngören bu projeyi meclise sunan Karabekir Paşa, Mustafa Kemal'in de onayı olmasına rağmen gerekli desteği görememiş. Rusların ülkeyi bir baştan bir başa dolaşıp hem sinema öğretimi hem de film gösterimleri yaparak rejime taraftar topladıkları Ajitasyon Trenleri benzeri etkili bir eğitim ve propaganda aracı olacak olan İbret Yerleri Projesi, maddi imkânsızlıklar sebep gösterilerek reddedilmiş fakat benzer bir proje, Cumhuriyet ideolojisini halka anlatmak için kurulan Halkevleri tarafından sinema kulüpleri şeklinde hayata geçirilmiş.
Cumhuriyet'in ilk yıllarında sinema Darülbedayi etkisi altında gelişimini sürdürmüş. Darülbedayi'nin müdürlüğünü yapan Muhsin Ertuğrul, tiyatro anlayışını beyazperdeye taşımış ve sinemacılar dönemine kadar Türk sinemasında tek adam olarak filmler çekmiş.
II. Dünya Savaşı dönemi ise sinemamızın gelişim sürecini fazlasıyla yavaşlatan yıllardı. Çok partili hayata geçilmesiyle hareketlenen Türk sinemasında, yeni sinemacıların devreye girmesi, farklı türlerde eserler verilmesine vesile oldu. Dünya sinemasındaki filmlerin benzer yapımlarının ve edebiyat uyarlamalarının bu dönemde oldukça revaçta olduğunu görüyoruz. Yeşilçam'ın doğuşuna zemin hazırlayan bu süreçte, halkın dini ve milli duygularına hitap eden Karaoğlan, Kara Murat, Battal Gazi, Malkoçoğlu gibi tarihi avantür filmler çekilmeye başlanır.
1960 sonrası dönemde ise Türk sineması, bir kimlik arayışına girer. Bu dönemde yükselmeye başlayan toplumsal gerçekçilik akımı ile sinemamızda birtakım kuramsal çalışmalar da başlar. Bu akımda esas olan toplumsal sorunların sinemada ele alınması olmuştu. Yeşilçam Sineması bu yıllarda kendini bulmaya başlar ve pek çok türde eser verilir. Bu dönemlerde Batı formunda taklit edilen filmlerin yanında özgün yapımların da mevcut olduğunu söylememiz gerekiyor.
Dönemin en önemli filmlerinden biri olan Metin Erksan'ın yönetmenliğini yaptığı, Hülya Koçyiğit, Erol Taş ve Ulvi Doğan'ın başrolünde oynadıkları Susuz Yaz'ın 1964 yılında Berlin Film Festivali'nde Altın Ayı ödülünü alması, hor görülen Yeşilçam'da büyük kırılmalara sebep olacak bir gelişme olur ve 1964 yılında Sinema Şurası'nın toplanmasını sağlar. Bu şura sonrası Marksist görüşe sahip Batı sinemasını savunanlar ile yerli sinema anlayışını savunan ulusal sinemacılar arasında ayrım yaşanır. Bunun yanında Batı sinemasını savunan Sinematek'in karşısına kendi topraklarımızdan beslenen bir sinema anlayışı ortaya koymamız gerektiğini ifade eden "ulusal sinema" ve "milli sinema" şeklinde iki farklı fikir çıkar ortaya.
Başını Halit Refiğ'in çektiği Metin Erksan, Duygu Sağıroğlu, Ö. Lütfi Akad gibi isimleri de bünyesinde bulunduran ulusal sinemacılar, Batı duygu, düşünce ve fikirleri ile değil halkın kendi değerlerinden beslenen, halkın dertlerini anlatan bir sinema anlayışını savunurlar. Ulusal sinema akımı, Marks'ın doğu toplumları için yaptığı "Asya Tipi Üretim Tarzı" düşüncesini Osmanlı'ya yorumlayan Kemal Tahir'in etkisinde sinema anlayışlarını şekillendirmeye çalışmışlar genel olarak. Bu ekolün ortaya çıkmasından sonra çekilen; Kuyu, Sevmek Zamanı, Fatma Bacı, Vurun Kahpeye, Bir Türk'e Gönül Verdim, Haremde Dört Kadın ise ulusal sinemanın önemli filmleri olarak geçer tarihe.
Osmanlı düşüncesi milli sinemada hayat buldu
Milli sinema akımı ise, muhafazakâr bir ailenin çocuğu olan Yücel Çakmaklı'nın temellerini attığı bir sinema düşüncesi olarak hayat buldu. Askerde şekillendirdiği bu düşüncesini Tohum Dergisi'nde "Milli Sinema İhtiyacı" makalesi ile kamuoyuna açıklayan Çakmaklı, Türk milletinin milli ve manevi değerleri doğrultusunda eserler verir. Temelini İslamiyet'e dayanan, Türk milli kültürü üzerine inşa eden milli sinemanın, aslında Osmanlı düşüncesinin sinemadaki temsili olduğunu söyleyebiliriz. Çakmaklı, 1969 yılında Elif Film'i kurmuş ve Kâbe'nin Yolları, Birleşen Yollar, Oğlum Osman, Kızım Ayşe, Memleketim, IV. Murat, Çile gibi filmler çekmeye başlar.
Akım, 1970 yılında kurulan Milli Türk Talebe Birliği'nin (MTTB) sinema kolu tarafından da desteklenmiş. 1973 yılında MTTB alt yapısında yetişen dokuz genç, örnek İslami filmler yapmak amacıyla bir araya gelerek Akın Grup'u kurarlar. Akın Grup, 1975 yılında ise Gençlik Köprüsü filmini çeker.
80'li yılların sonlarına doğru ise ikinci bir emekleme dönemine giren Türk sineması, bu yıllarda farklı bir tür ile karşılaşır: Beyaz sinema. Daha sonra İslami filmler, İslami duyarlılıklı filmler, dervişane sinema, rüya sineması, dini filmler gibi çok farklı şekillerde tanımlanan bu filmler, milli sinema anlayışının bir devamı olarak değerlendirilebilir. İslami konuların işlendiği ve giderek sertleşen bir dilin kullanıldığı bu filmler, 80'lerin sonlarından 90'ların birinci yarısına kadar varlıklarını sürdürdü. Minyeli Abdullah, Reis Bey, Yalnız Değilsiniz, Bize Nasıl Kıydınız'ı bu dönemin önemli filmleri arasında sayabiliriz.
Temel anlamda zıt görüşlerden beslenseler de yerli kaynaklardan yararlanma noktasında hemfikir olan ulusal ve milli sinema akımları, sinemamızın gelişmesi ve nitelikli ürünler vermesi noktasında hem teorik hem de pratik alanda önemli çalışmalarda bulundu. İlerleyen yıllarda Türk sinemasında bu tür çalışmaların yapıldığını ne yazık ki göremiyoruz. Çalışmaların yavaşlamasına bağlı olarak fikri anlamda kısır kalan Türk sineması, genellikle Batılı popüler sinema etkisinde ürünler veriyor yazık ki. Bağımsız Sinema olarak yoluna devam eden sanat sineması ise sol düşüncelerin zemininde gelişimini sürdürüyor.