Haydi şu soruyla başlayalım; acaba Kafka bugün yaşasaydı Milena'yla mailleşir miydi, mesajlaşır mıydı, o ilişki nasıl kurulur ve sürerdi? Ne dersiniz?
Şimdi, Kafka'nın Milena'ya bir mektubundaki şu cümlesi geliyor aklıma: "Beni istasyonda uğurlarken gördüğüm yüzünü anımsıyorum. Unutamayacağım bir doğa olayıydı Milena: Bulutlardan değil kendiliğinden gölgelenen bir güneştin sanki."
İnsana bu sözler ancak bir kalemle kâğıda yazılır gibi geliyor. Latife tabii! Fakat mail dediğimiz şey mektubun yerini tutuyor mu, emin değilim.
Özellikle dikkatinizi çekmek isterim. Mektup gönderilerek değil, yazılarak hatta saklanarak var olur. İzin verin, bir zamanlar entelektüel gelişimimde çok değerli bir yer tutmuş olan psikanalist J. Lacan'a başvurayım: "Asıl dikkate değer olan göndermeye niyetli olmadığımız bir mektubu yazıp saklamaktır."
Benim gördüğüm kadarıyla "gönderilmemek üzere yazılmış ve saklanmış" tutku dolu mailler diye bir şey yok. Saklanan maillerin taşıdığı heyecan hızla söner, geriye sıkıcı bir arşiv kalır, bunu hepimiz biliriz. Ne garip ki, cepten mesaj veya sosyal medya mesajları çok daha ateşli, heyecanlı, gergin bir titreşime sahipler. Saklanıyorlar. Yazılıp silinenleri çok. Peki gönderilmeyip saklanan mesaj var mı? Sanmam.
Yani bu iki yeni iletişim kanalı da mektup olamaz, olamıyor. Yine de diyorum ki, benim bildiğim Kafka uzun uzun mesajlaşırdı Milena'yla.
Obsesif tekrarlar, ısrarlar, sızlanmalar, mırıldanmalar halinde sürerdi bu mesajlar. O kadar ki, bu mesajlaşma belki Milena'yı usandırır; böylece ya daha sık buluşurdu Kafka'yla ya da daha erken kopardı.
Mektup formu yüzyıllar boyu her türlü haberleşmenin yükünü taşıdı ama ilginçtir, ne zaman mektup konusunu konuşmaya kalkışsak aklımıza aşk geliyor. Neden?
Mektup mesafeyi aşıyor. Gurbeti bitiriyor. Düpedüz vuslat! Dokunuyor, dokunuluyor. Zarfı açılınca ortaya çıkıyor. Yani bir "iç"i var; sırrı hatta… Böyle bir şey akla ilk olarak aşkı getirmez mi?
Mektup yazılan dönemi yaşadım, biliyorum. Babamın devlet makamlarına yazdığı öfkeli mektupların veya gazeteciliğe başladığım dönemde postacının getirip önümüze yığdığı mektupların tekini bile hatırlamıyorum artık fakat yıllar önce bir sabah arabamın sileceklerine sıkıştırılmış halde bulduğum, zarfına mor bir lavanta çiçeği tutturulmuş ayrılık mektubunu unutabilir miyim? Neyse geçelim şimdi…
Yine de ben mektuplardan çok mektup gibi yazılmış şiirleri önemsemişimdir. Bir de sayıklar gibi yazılmış mektupları… Mesela Edip Cansever'in Manastırlı Hilmi Bey'e Mektupları'nı bilir misiniz? Bilin bence! Bir de şunu vurgulamak isterim; o tıkız, sakıngan, ne diyeceğini bilemeyen asker mektupları bile ciddi bir hikâye kurma çabası içerir. Her mektup gerçekte bir hikâyedir. Okunsun, okunmasın, böyledir.
Tam bu noktada giderek kaybettiğimiz şey ne? Kendimizi, halimizi, tavrımızı, özlemimizi, derdimizi hikâye etmek mi? Mektupla gerçekten bir şey anlatıyorduk da, şimdi sadece haber mi veriyoruz?
Güzel soru. Cevabına gelince, "galiba öyle" demekten öteye gidemeyeceğim. Çevrimiçiysen mevcut sayıldığın bir dünyadayız. Şimdi söyleyin bana, günde 40 kez nişanlısıyla mesajlaşan sonra da istediği hız ve sıklıkta karşılık alamayan bir genç kızla, geçmişte birbiriyle mektuplaşan âşıklar bir olabilir mi? Z. Bauman'ın ifadesiyle "sürekli acil durumda" yaşıyoruz. O kadar ki, cümleler bile yavaş kalıyor, bu yüzden emojileri doğru kullanmak büyük önem kazanıyor. Bu ortamda mektubun uzun uzun hikâye etme dürtüsüne de yer var mı? Tatlı ama ürkek bir giriş yapacaksın, sonra yavaş yavaş içini açacaksın, anlattığın ne varsa okuyanın da içine işleyecek ve derken vurucu bir sonla veda edeceksin. Buna ne vakit var, ne de hal! Eh, zaten artık mektup da yok! Sonuç olarak şunu söyleyebilirim; bildiğimiz kitap formu, tarih boyunca olduğu gibi şimdi de biçim değiştiriyor. E-Kitap yine kitap fakat mektup farklı. Zarf kaybolurken mazruf da niteliğini kaybediyor, eriyip çözülüyor.