Ahmet Edip Başaran: Mektupların izinde insan ve edebiyat

Mektupların izinde insan ve edebiyat
Giriş Tarihi: 14.4.2018 11:39 Son Güncelleme: 14.4.2018 11:51
Elektronik mektupların, kısa mesajların, WhatsApp yazışmalarının, sosyal medyanın kuşatması altında bir iletişim ağına takılıp kaldık. Örümcek ağlarına benzeyen bu sosyal ağlar, insanın kendisiyle, çevresiyle arasına ördüğü kalın mı kalın duvarlara dönüşüyor giderek.

Türk Dili ve Edebiyatı derslerinde mektup konusu gelip çattığında, öğrencilerime hemen o meşhur soruyu yöneltirim: "En son ne zaman bir mektup yazdınız?" Soruyu bilerek bir muhatap belirsizliği içinde sormaya gayret ederim. Kime yazdığımız çok da önemli değildir aslında. İnsan bazen kendine de bir mektup yazabilir. Ve hatta yaratıcısına da bir mektup yazabilir insan. Yazmalıdır da. Dağlara, taşlara, balıklara… Derslerimden birinde, sınıftaki bütün öğrencilere herhangi bir hayvana mektup yazma ödevi vermiştim. Yazılan mektupları derste kâh gülerek kâh ağlayarak okurken şunu fark etmiştik gençlerle; insan eline kalem alıp bembeyaz kâğıtlar üzerinde birine içini dökerken ne kadar hissîleşiyordu.

Şüphesiz hissiyatın depreşmesinde yazmanın bizatihi kendisi de etkilidir ama yazı mahrem bir alandan karşıdaki birinin yüreğine doğru yazılmışsa orda harflerin bile rengi değişmeye başlar. Mektup insanın yüzünü yarıp içinden çıkması gibi sahici bir eyleme dönüşür. Bir de şu var; insan hani bazen kendisiyle bile konuşurken ciddiyeti elden bırakmaz, alabildiğince resmî durmaya çalışır ya, bir mektubun dünyasına girdiğiniz anda her şey birden bire değişir. Orası sizin uçsuz bucaksız ülkenizdir. Çocukluk gibi. Mektuplar insanın çocukluğu yeniden keşif denemesidir bir bakıma çünkü art niyetin, bencilliğin, nemelazımcılığın insanı rahatsız eden kokuları alabildiğince uzaktır orda.

Samimiyet çeşmeleridir mektuplar. Öyle değilse, o çeşmelerin suyu bulanık akıyorsa inanın sorun mektuplarda değil bizdedir. İçimizdedir. O çeşmelerin kurumaya yüz tuttuğu günümüzde şöyle kendimize esaslı bir tokat atmak, bir hâl çaresine bakmak şart. Elektronik mektupların, kısa mesajların, WhatsApp yazışmalarının, sosyal medyanın kuşatması altında bir iletişim ağına takılıp kaldık. Örümcek ağlarına benzeyen bu sosyal ağlar, insanın kendisiyle, çevresiyle arasına ördüğü kalın mı kalın duvarlara dönüşüyor giderek. Elbette bu imkânları büsbütün yok sayamayız. Kararında kullanmalıyız ama içimizde akan çeşmeleri kurutmayalım da. Hangi e-mail, hangi kısa mesaj, el yazısıyla yazılmış bir mektubun hatırası ve yaşanmışlığı kadar insanda yer edebilir?

Dipten akan bir ırmak

Bir mektubun izini sürdüğümüzde bambaşka bir dünya ile karşılaşırız. İnsan kendini gizlemez mektuplarda. Bütün zaaflarıyla, hatalarıyla, sevaplarıyla, hınçlarıyla, aşklarıyla çırılçıplak soyunur cümlelerde. En çok o yalın insanı görme tutkusuyla sarılmaz mıyız mektuplara? Türk edebiyatına damgasını vurmuş sanatçıların mektuplarına baktığımızda daha bir farkına varırız bu inceliğin. Sanatçıların yazdığı mektuplar nerdeyse bir bilinçaltı galerisine dönüşür bizim için. Yazılmış bir şiiri, bir romanı, bir hikâyeyi sanatçının mektuplarını okuduktan sonra bir başka gözle okuruz. Kendi şahsi okumalarımda bu hissiyatı çok fazla yaşamışımdır çünkü bir duyguyu, bir düşünceyi yakından tanımak, bir insanı yakından tanımak/anlamak demektir. Denilebilir ki mektuplar, Türk edebiyatında dipten akan ırmaklara benzer. Yüzde hayatın çizgileri oynaşır ama derinlerde ne olup bittiği sanatçının mektuplara sardığı cümlelerde saklıdır.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Hasan Ali Yücel'e yazdığı 27 Mart 1958 tarihli bir mektubunda şöyle der mesela: "Geçen gün Boğaz'daydım. Âşık olduğum, yalnız gezdiğim günleri düşündüm. Ve kendi kendime 'Ya Rabbim dedim, acaba genç bir âşık bir gün buralarda tıpkı benim gibi 10-15 sene evvelki halimde dolaşırken benden bir mısra okuyacak mı?' Ebediyet işte bu! Eğer böyle bir şey olursa vallahi mezarımda dönerim." Tanpınar, şiirlerinin ders kitaplarına girdiği günleri göremedi belki ama genç âşıklar onun şiirleriyle içlerindeki düğüme bir düğüm daha attılar. "Ebediyet işte bu" diyor Tanpınar. Uzun bir zaman şairliği örtülen, görmezden gelinen Tanpınar, aslında ne de çok meftunmuş şiirlerine. Hatta aynı mektubun bir yerinde şunları söylüyor: "Ölmeden şu şiirlerime bir çeki düzen verirsem çok mesut olacağım."

Serin bir mavilik

Behçet Necatigil de, duygularını mektuplara döken güzel adamlardan biri. Eşine yazdığı mektuplar Serin Mavi adıyla kitaplaştırıldı. Necatigil'in bu mektuplarını okuyunca, onun şiirinde ev imgesinin niçin ayrıcalıklı ve özel bir öneme sahip olduğunu kavrıyor insan. Ev-aile- yakın çevre üçgeninde dolaşan bir şairin yazdığı mektuplar da bundan bağımsız değil elbette. 1975 tarihli mektubunu şu cümlelerle bitiriyor Necatigil: "Her şey gönül genişliğine bağlı, unutma! Koz kabuğunda gönüller, mermerde kezzap gibi, yer oyar insanı. Oyulmalar çağı geçti, artık yola koyulmalar çağı." Gönül genişliğini, iç rahatlığını ne de çok önemsiyor Necatigil. Tıpkı şiirleri gibi yaşadıkları da o sadeliğin, sahiciliğin izlerini taşıyor bir bakıma. Bir mektubunda ayağını sıkan bir ayakkabıdan neler çektiğini anlatıyor eşine ve sonra ekliyor: "Aşk yok dünyada. Sıkmayan bir ayakkabın varsa bütün mutluluklar senindir."

Necatigil'in sanat edebiyat çevresinden dostlarına yazdığı mektuplar ise ayrı bir kitap olarak yayımlandı. Tahir Alangu, Oktay Akbal, Salâh Birsel, Kâmuran Şipal, Yüksel Pazarkaya başta olmak üzere Hüseyin Cöntürk'ten Asım Bezirci'ye, Attila İlhan'dan Edip Cansever'e yazdığı onlarca mektup çevresinde Necatigil'in sanatla, edebiyatla ve dostlarıyla kurduğu dünyaya şahitlik ediyoruz bu mektuplarda. Serin Mavi'de daha çok bir baba ve eş olarak görmüştük Necatigil'i. Burda ise şair, yazar, çevirmen, öğretmen kısaca bütün yönleriyle bir Necatigil portresi çıkıyor karşımıza.

Bazı mektuplarsa fazlasıyla mahrem yükler taşır. Yayımlanmasına, gün yüzüne çıkmasına gerek var mıydı yok muydu tartışmaları arasında çoktan edebiyat dünyasına mâl edilir. Leylim Leylim, Nisan 2013 tarihinde yayımlanır yayımlanmaz hemen tartışmaların odak noktası oldu tabii ki. Ahmet Arif'in Leyla Erbil'e yazdığı mektuplar 27 yaşında genç bir şairin yüreğinde kopan fırtınaları taşıyordu heybesinde. Ahmet Arif'in el yazısı şiir örnekleri, şiirlerin yazılış ve yayımlanma serüvenleri, Arif'in şiire, sanata, edebiyata dair düşünceleri mektupları özel, şahsî bir alandan çıkarıp derinlikli bir Ahmet Arif portresine dönüştürmüş ki, yıllar sonra yayımlanan bu mektupların en güzel yönü de burası belki.

İkinci Yeni'den mektuplar

Onüç Günün Mektupları, Cemal Süreya'nın eşi Zuhal Tekkanat'a yazdığı mektuplardan oluşuyor. "Sevmek ne uzun kelime" diyen şairin sevda ve özlem dolu bu mektupları, Süreya şiirindeki aşkı ve lirizmi kaynağından görmek, okumak isteyen okurlar için birincil bir kaynak. Ağır bir ameliyat geçiren Zuhal Hanım, 13 gün hastanede kalmıştır. Süreya, bu 13 gün boyunca, her yerde, bulunduğu her köşede oturur ona mektuplar yazar. Ziyaretine gittiği günlerde ona yazdığı mektupları bırakır. Hastaneden çıkar çıkmaz da hemen yeni bir mektuba başlarmış Süreya. Mektuplarda Süreya, şiirselliği elden bırakmaz: "Sana rastladığım gün susuzdum, yalnızdım. Bir çırpıda içtim gözlerini."

Ece Ayhan'ın İlhan Berk'e yazdığı mektuplar da Hoşça Kal adıyla yayımlandı. İlhan Berk'in Ece Ayhan için yazdığı satırlarla başlayan kitap, iki şairin arasındaki dostluğun izini sürmek için önemli bir imkân. Ece Ayhan, Yort Savul'dan Yunus Emre'ye, Tanzimat'tan Mahur Beste'ye bin bir çeşit mevzularda tam da o kendine özgü üslubuyla içini döküyor İlhan Berk'e. En çok da parasızlık çekmiş Ayhan. Sürekli borç para istiyor Berk'ten. Parasız yatılı tabirini kullanmıştı Ece, ikinci yeni için. Mektupları okurken o parasızlığın, mülkiyetsizliğin sancılarını da okuyoruz bir bakıma.

İlhan Berk'in Enis Batur'a yazdığı mektuplar ise yenilerde yayımlandı. 26 Mayıs 1988 tarihli mektubunda "Yahu Enis, sen insanı deli edersin, bilmem bunu biliyor musun" diyor Berk. Bu mektuplar, Berk'in sanat ve şiir anlayışına dair önemli bir izlek de sunuyor okura. Mektuplarda aynı zamanda bir dertleşmenin, kişisel hesaplaşmanın, yüzleşmenin de işaretleri çıkıyor karşımıza yer yer: "Ne olacak benim bu hâlim? Aslında kendime dayanamadığım, kendimle yapamadığım için yazıyorum. Bir cehennemim ben!" (27 Mart 1980 tarihli mektuptan)

Cezaevinde bir sürgün

Nâzım Hikmet de kendini olduğu gibi mektup kâğıtlarına gömen şairlerden biri. Nâzım'ın gönderdiği mektuplar genellikle cezaevlerinde yazılmış. Piraye'ye Mektuplar, şairin şiir, aşk ve hayat denkleminde savrulduğu ruh hâllerini gözler önüne seriyor. Yine cezaevinden Memet Fuat ve Kemal Tahir'e yazdığı mektuplar da dönemin sanat, siyaset tartışmalarına, bir neslin özeleştirisine, modernleşme meselelerine dair önemli tespitler içerir. Kemal Tahir'le olan mektuplaşmalarda şiir, roman, hikâye, güncel edebiyat tartışmaları, dil meseleleri de öne çıkar. Kemal Tahir, Nâzım'ın mektuplarından da anlaşılacağı üzere Piraye'den sonra en çok önemsediği insanlardan biridir.

Türk edebiyatının seçkin isimlerinden Sabahattin Ali'nin mektupları da Canım Aliye, Ruhum Filiz adıyla yayımlandı. Bu mektuplar, Ali'yi nişanlı, eş ve baba olarak daha yakından tanıtıyor okura. Ali'nin aşka, evliliğe ve aile hayatına olan bakışını gösteren bu mektuplar sahici bir Sabahattin Ali fotoğrafı da sunuyor okura: Coşkulu bir âşık, sorumlu bir eş, sevecen bir baba… 19 Aralık 1947 tarihli mektubunda kızına şu satırları yazıyor Ali: "Sevgili Filizim! Ben iyiyim, bana uzun ve güzel mektuplar yaz. Gözlerinden, yanaklarından bir milyon kere öperim. Baban S. Ali"

Bir yürekte çağlayan dostluk

Rasim Özdenören'in Sezai Karakoç'a yazdığı coşku ve hürmet dolu mektuplar da ilk okuduğumda beni çarpmıştı ne yalan söyleyeyim. Bu mektuplar ne yazık ki henüz kitaplaşmadı. "6-X-1967, Saat: 23.30, Otel odası" diye başlayan mektubun ilk cümlesi şöyle: "Benim canım, yüreğim, kan parçam ağabeyim" Bu ithaf cümlesindeki içtenliği, sıcaklığı, hürmeti ve heyecanı Özdenören bütün mektuplarına taşımış. O heyecanla içini dökmüş mektup kâğıtlarına. Ağabey-kardeş dertleşmesi gibi de okuyabileceğimiz bu mektuplar hem Özdenören'in hem de Sezai Karakoç'un sanatçı kişiliğine dair önemli ipuçları barındırıyor aslında. 18 Ekim 1967 tarihli mektubunu şu cümlelerle bitiriyor Özdenören: "Sizi sonsuz gülümsemelerle selamlıyor, kudretli kaleminizin kâfirlere dehşet salmaya devam etmesini Cenabı Allah'tan niyaz ediyorum, benim ciğer parçam, sevgili ağabeyim."

Cahit Zarifoğlu'nun mektupları da Mustafa Özçelik'in gayretiyle toplanıp Ekim 2010'da yayımlandı. Zarifoğlu'nun ilk gençlik dönemlerinden başlamak üzere birçok mektup yazdığı biliniyor. Ne yazık ki bunların çoğu gün yüzüne çıkabilmiş değil. Kitapta bir araya getirilmiş mektuplar, daha çok Zarifoğlu'nun Mavera dergisi döneminde yazdığı mektuplar. Âlim Kahraman'dan Ebubekir Eroğlu'na, Hasan Aycın'dan Talat Sait Halman'a edebiyat dünyasından değişik isimlere yazılmış bu mektuplarda Zarifoğlu'na has güzelliği ve hürmeti görmek mümkün. Zarifoğlu'nun Afgan cihadı döneminde Meral Maruf'la olan yazışmaları ise apayrı bir yazı konusu belki de. O yazışmalardan sonra Meral Maruf'un yazıları Mavera'da yayımlanmaya başlanmış, hatta Hicret Günleri ve Dullar Kampı isimlerinde iki kitabı da Akabe Yayınları'ndan çıkmıştı.

Genç bir şairden genç bir şaire

Şairlerin mektupları söz konusu olduğunda mutlaka bahsedilmesi gereken kitaplardan biri de İsmet Özel ile Ataol Behramoğlu'nun mektuplarını içeren, Genç Bir Şairden Genç Bir Şaire Mektuplar kitabı. Her iki şairin de gençlik dönemlerine, siyasi tercihlerine, sanat anlayışlarına ışık tutan bu mektuplar bir devrin anatomisini çıkarıyor bir bakıma. İsmet Özel'in askerdeyken şiir yazmak için sağlam dişlerini çektirip istirahat izni almasından, o tarihlerde başlayan zihinsel kopuşlarına, yaşadığı dönüşümün temel köşe taşlarını mektuplardan takip edebiliyoruz.

Ataol Behramoğlu'nun İsmet Özel'e hitaben aradaki mesafelerden bahsettiği, bu mesafelerden şikâyetçi olduğu bir mektubunda Özel'in verdiği cevap, oldukça ilginç ve dikkat çekicidir: "Keşke aramızdaki mesafeler sadece kilometrelerle ölçülebilen cinsten ibaret olsaydı." Oğlak Yayınları tarafından yayımlanan bu kıymetli eserin ne yazık ki şu an baskısı yok. Belki bir gün yeniden basılır.

Ziya'ya Mektuplar

Türk edebiyatının en seçkin, en naif mektup serilerinden biri de Cahit Sıtkı Tarancı'nın Galatasaray Lisesi'nden dostu Ziya Osman Saba'ya yazdığı mektuplar olsa gerek. Tarancı'nın 1930 senesinde 20 yaşındayken yazmaya başladığı mektuplar 1946 senesine kadar sürmüş. 16 yıl süren bu mektuplarda günümüz edebiyat dünyasına da ders olacak nitelikte bir dostluğun, kardeşliğin, birlikteliğin en güzel örneklerini görüyoruz. Tam 57 mektup var kitapta. Ziya Osman'ın Cahit Sıtkı'ya yazdığı mektupların akıbeti ise ne yazık ki meçhul. Kitabın başında Ziya Osman'ın dostu Cahit Sıtkı'nın vefatından sonra Varlık dergisinde yayımladığı dört uzun yazısına yer verilmiş. Cahit'le Günlerimiz başlıklı bu yazı serisi, Saba'nın gözünden bir dostu, bir şairi daha yakından tanımak isteyenler için bir kılavuz metin.

1 Şubat 1939 tarihli mektubunda Tarancı şöyle sesleniyor dostuna: "Ziyacığım, İstanbul'dayken içime sıkıntı bastığı zaman sana koşardım çünkü sen benim için yalnız vefakâr ve hâlden anlar bir dost değil, aynı zamanda açık havayı, güneşi, baharı, iyiliği de temsil eden, nasıl olup da insan kılığına girdiğine daima hayret ettiğim bir meleksin." İki şairin aralarındaki muhabbeti gösteren bu samimi satırlar, bir başka açıdan Saba'nın da şiirlerini resmediyor sanki. İnsan en çok da yazdığı şiire benzer. Tarancı'nın mektuplarında kendine ve sanatına dair yaptığı şahsi gözlemler de var. Tarancı, Ziya Osman'ın kendisine gönderdiği şiirlerde de belli başlı düzeltmeler ve ikazlarda bulunuyor. Hatta bazı Ziya Osman Saba şiirlerinin yeni baştan kuruluşuna da şahitlik ediyoruz mektupları okurken.

Tarancı, mektuplarında kişisel bir hesaplaşmanın, ölüm hayat denkleminde savrulan hayatların da bir sorgulamasını yapıyor yer yer. Onun şiirlerinde neredeyse bir "leitmotiv" olan ölüm imgesini bir de bu açılardan okumakta fayda var belki. 18 Eylül 1942 tarihli mektubunda şöyle diyor Tarancı: "Hani bu günler, mahşerde boğazıma sarılıp 'Niçin bizi yaşamadın?' deseler bir günahkâr kadar azap duyacağım. Hâlbuki sen Ziyacığım, ne kadar muntazam bir hayat yaşamaktasın." Sonra şu cümleleri ekliyor Tarancı: "Bense hep istemediğim hayatı yaşaya yaşaya istediğim hayatın nasıl bir şey olduğunu unuttum gitti. Yarınıma dair hiçbir şey bilmiyorum." Ziya'ya Mektuplar dostluğa yakılmış bir ağıtı andırıyor daha çok. Bir ağıt ama güzel ve umutla dolu bir ağıt. Yakının olan bir insanın yüzündeki ve bakışlarındaki sıcaklığı hiçbir kitapta bulamazsın, diyor Tarancı. Sizce de öyle değil mi?

BİZE ULAŞIN