Babası Kürt, annesi Türk, uzak ataları da Arap'tı. Bütün özellikleri bir yana,ibadetlerine düşkün bir Müslümandı. Hayatının komada geçirdiği son üç günü hariç namazlarını hiçbir zaman aksatmadı. At sırtında yolda giderken bile vakit girdiğinde atından inmiş namazını kılmıştır Selahaddin. Çocuklarına takva ve ibadet hususunda uyarılarda bulunmuş, etrafındaki emir ve kumandanlarına Allah'ın yolundan ayrılmamalarını öğütlemiştir. Sosyal ve iktisadî gelişmeler,imar faaliyetleri, hizmet müesseseleri ve medreseler, Selahaddin Eyyubî'nin haklı olarak "Salâhü'd-Dünya ve'd-Dîn" lakabıyla anılmasını sağlamıştır. Ömrünün tamamında savaş ile meşgul olmasına rağmen ilmi oldukça yüksekti. Arapça, Farsça, Türkçe ve Kürtçe biliyordu, yüksek bir tarih bilgisi vardı ve devrinin parlak âlimlerinden İslam hukuku okumuştu. Hem ilim ehli hem strateji uzmanı hem iyi bir tarihçi hem de muhteşem bir kumandan ve liderdi. Sultan
Selahaddin neredeyse fakirdi
Sultan Selahaddin için para tren gibiydi, istasyona gelir gelmez gerekli yerlere ulaştırılırdı. Şunu da saklayayım, biriktireyim kaygısına hiç düşmedi. Bu yüzden de dünyadan göçüp gittiğinde şahsi hazinesi tamamen boştu, neredeyse fakirdi yani. Sandığından 47 dirhemden ve 1 dinardan başka bir şey çıkmamıştı. Sultandan evlatlarına nakit olarak hiçbir şey kalmadığı gibi mülk olarak da ne bir ev ne bir akar ne bir bahçe ne bir köy ne bir mezra ne de başka bir şey kalmıştı. Ölümünden sonra hakkında bir sürü şey anlatıldı. Bunlardan biri Frenk Vakanüvis Vincent Beauvais'in, Selahaddin'in ölüm ânı ile anlattığı olaydır; "Selahaddin ölüm döşeğindeyken sancaktarını yanına çağırtarak ona, kefeninden bir parçayı mızrağının ucuna takarak Dımaşk'ı dolaşmasını ve yüksek sesle, bütün doğunun tek hükümdarının mezarına bu bez parçasından başka bir şey götürmediğini ilan etmesini istedi" der. Kudüs'ün fethi sırasında elde edilen 300 bin dinara yakın parayı âlimler, süfliler, askerler ve halkın
arasında dağıttı. Aslında para onu hedefine ulaştıracak bir araç idi. Bunu çok iyi bilen Kâtib el-İsfahânî, sultanın cömertliğini ve sebebini şöyle anlatır: Selahaddin'in cömertliği israf derecesindeydi. O bu şekilde davranarak fetihleri için askerleri bir arada tutmuş, birlikleri ona itaat etmişlerdir demektedir. İbnü'l Esir, Selahaddin'in cömertliği konusunda; Sultan çok cömertti, bir şey vereceği zaman öyle üzerinde fazlaca düşünmezdi. Öldüğü zaman hazinesinde 1 Surî dinar ve 40 Nâsırî dirhemden başka bir şey çıkmaması onun cömertliğine delil olarak yeter. Akkâ önlerinde Haçlılar karşısında kaldığı süre içinde develer hariç 18 bin at ve katır masraf etti. Harcadığı para, altın, elbise ve silahların tespiti ise mümkün değildir. Mısır'da Fatımî devleti yıkılınca sayılamayacak kadar çok ve muhtelif zahire ele geçirmiş fakat hepsini halka dağıtmıştı demektedir.
Fatımî ve Atabeg saltanatını yıkan, Kudüs Krallığı'nı tarihe gömen bir sultan olarak Selahaddin'in bu devletlerin hazinelerine sahip olması gerekirken, öldüğü zaman şahsi hazinesinde birkaç altın ve gümüşten başka bir şeyinin olmaması, Arapların cömertlik timsali Hâtem-i Tâ'î'den daha cömert olduğunun göstergesidir. Akkâ Kalesi'ne yardıma geldiğinde 17 bin atı olduğu söylenirken, bundan birkaç gün sonra binecek bir atının dahi olmadığı, zaferden sonra mükâfat olarak atlarını dağıttığı rivayet edilir. Elinde bulundurduğu vilayetlerin birçoğunu emirlerine ödül olarak vermiştir. Sadaka ve yardım konusunda o kadar eli açıktı ki hayatında hiçbir zaman zekât verecek parası olmamıştı. Ancak onun israfa varan bu cömertliği, Sûr kuşatmasında olduğu gibi zaman zaman da para darlığına sebep oluyordu. Devletin maliyesini idare eden amirler, böyle sıkıntılara düşmemek için bazen hazinede bulunan paraları ondan saklamak zorunda kalıyorlardı.
Biz Dımaşk'ta ikamet için yaratılmadık
Sultan Selahaddin zenginliği elinin tersiyle itmişti ama onun canından üstün gördüğü, hayatının merkezine aldığı hedefleri vardı. Kudüs bunlardan biri ve en önemlisiydi. Bunu da gerektiğinde dile getirirdi, Dımaşk'taki köşkü görünce verdiği tepki ve manidar sözleri gibi. Şöyle ki; Selahaddin, bir savaş dönüşü Dımaşk'a geldiğinde Hazine Dairesi Vekili Safiy b. Fâyiz'in kalede yaptırdığı muhteşem bir köşkle karşılaştı. Buna çok kızan Selahaddin hemen Safiy'yi görevinden aldı ve oradakilere şunları söyledi: "Biz ne Dımaşk'ta ne de başka bir beldede ikamet etmek için yaratıldık. Aksine biz Aziz ve Celil olan Allah'a ibadet edip, O'nun yolunda cihat etmek için yaratıldık. Senin bu inşa ettirdiğin köşk nefislere gevşeklik verip asıl yaratıldıkları şeyi yapmaktan yani asıl görevinden alıkoyacak ve tembelleştirecek işlerdir."
Sultan Selahaddin, tasavvufa ve tasavvuf ehline de çok değer verirdi. Onun mutasavvıfların semalarına katıldığına dair pek çok kayıt mevcuttur. Selahaddin'in birçok meseleyi danıştığı sufîler de vardı. Bunlar hem ordunun manevi destekçisi oluyor hem de düşmana karşı büyük cesaret ve kahramanlık örnekleri sergiliyorlardı. Tasavvuf ehli kişiler de bir mutasavvıf gibi yaşayan zahid meşrepli Selahaddin'i seviyorlardı. Bir sohbet esnasında; "İnsanlar arasında öyleleri var ki onlar altın ile toprak arasında hiçbir fark görmezler" demiştir. İbn Şeddâd bu sözüyle sultanın kendini kastettiğini rivayet eder.
Kudüs'ü fethetmeyi hayatının gayesi edinen Selahaddin, çok az yiyor ve çok az gülüyordu. Bunun sebebi kendisine sorulduğunda, "Kudüs Haçlıların işgali altındayken ben nasıl olur da gülebilirim, nasıl sevinebilirim ve nasıl yiyip içebilirim? Hele hele nasıl uyuyabilirim?" diyordu. Hatta İbn Şeddâd şöyle bir anı anlatır: "Selahaddin Kudüs hakkında o kadar düşünceliydi ki çocuğunu kaybetmiş anne gibi şaşkındı, atının üzerinden inmiyor, her defasında; Ey Müslümanlar! Allah için, Allah için diye bağırıyordu."
"Dostlar, vallahi susuzluktan öleceğim"
Selahaddin hoşgörülü bir liderdi. Kusurlar karşısında mütebbessim davranır, çoğu zaman onları görmezden gelir, kızmazdı. Yağmurlu bir günde İbn Şeddâd katırı ile Selahaddin'in yanına geldiğinde, katır develerden ürkerek sultana çarptı. Sultan bu olaya sadece gülümsedi. Yine yağmurlu bir günde İbn Şeddâd'ın katırının ayağından sıçrayan çamur sultanın elbisesini kirletti. Sultan sadece gülümsedi yine. Kendisinin cezalandırılacağını düşünerek, korkudan tir tir titreyen İbn Şeddâd'ı sakinleştirerek üzülmemesini söyledi. Buna benzer hiçbir olayda, hiç kimse ondan kaba ve çirkin bir davranış ve söz işitmedi.
Tahtı, atının eyeridir
Sultan Selahaddin'in sarayı atı, tahtı da atının eyeridir. İbn Cübeyr, Selahaddin'in evinin olmamasıyla ilgili olarak, "Allah, bu sultanı yöre Müslümanlarına bir rahmet olarak göndermiştir. Sultan rahat ve huzur nedir bilmez, onun tahtı atının eyeridir" demiştir. Ve o atının eyerinde rahat ettiğini, hatta ağrılarının bile kesildiğini dile getirmektedir. Şöyle ki; Sultan Selahaddin, Akkâ'daki büyük savaş sırasında hastalanmıştı. Vücudunun belinden dizlerine kadar olan bölgesi çıban doluydu ve oturamıyordu. Yemeğini yan tarafına yatarak yemeye çalışıyordu. Çoğu zaman ağrılarından yemek yiyemeyince de yarım bırakıyor, etrafındakilere dağıttırıyordu. Bu durumdayken çadırından çıkıp atına biniyor, sabahtan öğleye kadar ordusunu denetliyordu. Öğle namazını kıldıktan sonra tekrar atına binerek ikindiye kadar atının sırtında ordusunun içinde dolaşıyor, talimatlar veriyordu. Vücudunu kaplayan çıbanların dayanılmaz acısına rağmen at sırtında dolaştığını gören İbn Şeddâd, hayretle niye böyle yaptığını sorar gibi bakınca; "Bu Allah'ın bir lütfu olmalı, atımın üzerindeyken bütün ağrılarım kesiliyor" diyordu.
Yakınlarının ölümüne bile ağlayamadı
Selahaddin, Remle'de Frenkler'e taciz akınları yaparken Haçlı kuvvetleriyle şiddetli bir çatışmaya tutuşulduğu sırada kendisine bir mektup ulaştırıldı. En yakın emirlerinin dışındakileri çadırınşeyi dan çıkarttı. Sonra mektubu açıp okudu. Ağladı, hıçkırıklara boğuldu. Yanındakiler de ağlıyordu. Mektup yeğeni Takıyyüddin'in ölüm haberini bildirmekteydi. İbn Şeddâd kendini toparlayarak ona; "İçinde bulunduğunuz durum için Allah'a tövbe edin. Bakın biz neredeyiz, onlar nerede? Ağlamayı bırakın, işinizin başına dönün" dedi. Sultan; "Evet, Allah bizi affetsin, bu ölüm haberi bu çadırın dışına sızmasın, bunu şimdilik kimse bilmesin" diyerek, kendini toparladı. Ağladığının belli olmaması için, yüzünü gül suyuyla yıkadı. Neşeli görünmeye çalışarak gelen yemekten yiyip, etrafındakileri de sofraya davet etti. Düşman Yafa'ya, Selahaddin ve ordusu Natrun'a çekilinceye kadar Takıyyüddin'in ölümünden hiç kimse haberdar olmadı. O zamana kadar askerin moralinin bozulacağı düşüncesiyle sultan acısını içine gömdü. Ancak savaş kazanıldıktan sonra hıçkırıklara boğularak üzüntüsünü dışarı vurabildi. Bu, Sultan Selahaddin'in savaş meydanında yaşadığı ikinci acı idi. Daha önce de Safed Kalesi'nin alınması esnasında oğlu İsmail'in ölüm haberi gelmişti. Mektubu okurken gözleri dolmasına rağmen, bunu en yakınındakilere bile sezdirmemiş, kuşatmaya devam etmişti. Hatta o gece beş tane mancınık hazırlanması emrini vermiş ve askerleriyle beraber sabaha kadar uyumayıp mancınıkların tamamlanmasını denetlemiş ve oğlunun ölümüne ağlayamamıştı. Etrafındakiler ölüm haberini kale alınıncaya kadar öğrenmemişlerdi. Böyle birçok olayda ortaya koyduğu tavırla, ordusunun maneviyatını kendi acısından üstün tutmasını bilecek kadar düşünceli ve sabırlı bir insandı Sultan Selahaddin.
Richard'ın barbarlığı
Sultan Selahaddin, kendi dininden olmasa da masum insanları öldürmezdi. Mesela Akkâ Kalesi'nin savunmasında birçok olumsuzluğun üst üste gelmesiyle bütün savaşlarının tek kayıplı antlaşmasını yapıp, Akkâ'dan çekilmek zorunda kaldığında, 3 bin Müslüman esir, yalnız dinlerinden dolayı I. Richard tarafından kılıçtan geçirilmişti. Bu olaya misilleme olarak bazı komutanlar Selahaddin'e yanlarında bulunan esir Hıristiyanları idam etmeleri gerektiği tavsiyesinde bulundular. O buna muhalefet ederek; "Düşmana cellatlıkla değil, savaşçılıkla karşı çıkmak gerektiğini" söyleyerek dinlerinden dolayı insanların öldürülmesini tasvip etmediğini göstermişti. Selahaddin Eyyubî'nin Batılıların hafızasında engin bir hayranlık uyandırmasına karşılık, şuur altında da derin bir kin hissettirecek kadar unutulmaz bir tesir bırakması bu yüzdendir aslında. Mesela Fransız Generali Garo, 1920'deki Meyselûn Savaşı'nı takip eden günlerde Dımaşk'a girer girmez, önce Sultan Selahaddin'in kabrine gitmiş; Sultan Selahaddin'in kabrini tekmeledikten sonra ona, alaycı bir seslenişle: "Selahaddin! Haçlı seferi şimdi bitti! İşte biz döndük!" diyerek, Batılılar adına sanki Hıttîn'in öcünü almak ve kabaran öfkeyi boşaltmak istemişti.
Bir tarafta şahsi hazinesi tamtakır olan Sultan Selahaddin Eyyubî, diğer tarafta da onun kabri şerifini tekmeletmeye fırsat verecek kadar ayrışmış Müslümanlar…