Darbe ve dünya
Darbeler bizim için de 'mazide kalmış birer kötü hatıra' olmaya başlamıştı neredeyse. En son Seksenler dizisindeki darbe bölümlerinde hafızalarını tazelemişti o günleri yaşayanlar. Artık hepimiz darbelerle sadece filmlerde ve tarih kitaplarında karşılaşmaya hazırlamıştık kendimizi. 15 Temmuz'da bu 'kötü anılar' bir geceliğini de olsa geri geldi. Bir yandan vahşetini gördük darbenin öte yandan da darbe tehlikesi yaşayan Türkiye'de yaşananlara müttefiklerimizin tepkisini. 1960'ı hatırlayanlar 1980'i görenler ve 28 Şubat'ı yaşayanlar hep bir çifte standart, hep bir 'our boys did it' hikâyesi anlatırdı. Demokrasiye, insan haklarına, bir toplumun seçme ve seçilme iradesine vurulan darbe karşısında Batılı ülkelerin ne denli sessiz kaldığından bahsederdi. Bu 'çifte standart' zincirine yeni birisi eklendi 15 Temmuz gecesi. Başarılı olsalardı neler olabileceğini az çok tahmin edebiliyoruz elbette. Aslında Türk kamuoyunun bu denli tepkisini çeken, darbe girişimi sırasında 'iyi oynayan kazansın' havasında sabahı bekleyenlerdi sanki. Türk halkının hayrına olanın değil de adeta 'iyi oynayanın' kazanması beklendi bütün gece boyunca. Bu kolay onarılamayacak hasar önümüzdeki on yıllarda Türkiye'nin Batı'yı algılamasında büyük bir etken olacak. Bu durum, Batılı ülkelerin geç kalan kamu diplomasisi çabası ile de birleşince ikili ilişkilerde ciddi bir fay hattını ortaya çıkarabilir.
Türkiye'de 15 Temmuz'da yaşanan darbe girişimi sırasında ve bu girişimin hemen ardından Batılı ülkelerin Türkiye'de yaşananlar karşısında gösterdiği kayıtsız ve ilgisiz tavır Türkiye'deki herkesi şaşırttı ve bir o kadar da hayal kırıklığına uğrattı. Darbe sırasında bazı yabancı basın kuruluşları tarafından ısrarla uygulanan dezenformasyon ve darbeyi destekleyici yorumlar bu ülkelerin liderlerinin darbe sırasında ve sonrasındaki kayıtsız, ilgisiz tavrıyla birleşince ortaya Türkiye kamuoyunda haklı bir kızgınlık ve kırgınlık ortaya çıktı. Darbe sırasında yapılan açıklamalardaki özensizlik ve 'bekle gör' havası uzun yıllar yazılıp çizilecek. Batılı ülkeler bu zaman zarfında biraz daha dikkatli, ilgili davranıp doğru tepki ve reaksiyonları gösterseydi darbe ile Batı arasında bölgemizde Musaddık darbesiyle açılan parantez kapatılacaktı. Batılı ülkeler farklı bölgelerdeki darbeler sırasında verdiği 'kötü sınavı' bu darbe girişiminde alacakları doğru pozisyonla bir nebze olsun unutturabilecekti. 'Tarihin doğru tarafında durmayı' retorikten alıp gerçekliğe dönüştürebilecekler ve bu sayede o tarihi gecenin tarih kitaplarında aldığı yerde kendilerine bir yer bulabileceklerdi. Ancak umulan olmadı. Batılı ülkeler herkesi büyük bir hayal kırıklığına uğrattı.
Aslında yaşadığımız bölgede darbeler ve darbe konusunda verilen tepkilerle ilgili ilk şoku yaşamıyoruz. En son bundan üç sene önce Mısır'da meydana gelen darbe sırasında Batılı ülkelerin gösterdiği tavır konusunda bütün bölge büyük bir şok yaşamıştı. Önce darbeye darbe demekten çekinen ve bunu darbe olarak kabul etmeme konusunda ısrar eden Batılı ülkeler askeri müdahaleyi kınamaktan çekindi. Sonrasında ise ağustos ayında cuntanın Mısır sokaklarında yaptığı katliam karşısında bir yandan sessizliklerini korurken öte yandan da bu durumu 'ordunun demokrasiyi yeniden tesis etme çabası' olarak adlandırdılar. Her yazısını 'çare demokrasi' sloganıyla bitiren ünlü romancı Ali Aswany de zaten bu umarsız damar üzerinden giderek Batılı ülkelerin yayın organlarında darbeyi ve darbecileri destekler demeçler vermeye başladı.
Bütün bölge toplumu ile birlikte 2013 yılında yaşadığımız şok aslında kamuoyu olarak iyimserliğe yenilmişliğimizdendi. Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika'daki darbelerde bu tip 'çifte standartlar' hep yaşanagelmişti. Bölge olarak Musaddık darbesi insanların toplumsal hafızasındaydı ama özellikle Soğuk Savaş yıllarında birbiri ardına yaşanan benzer olaylar bu konuda koca bir literatürü ortaya çıkarmıştı. En şiddetlisi Şili'de olmak üzere yaşanan darbeler ve bunu takip eden katliamlar bu çifte standardın en önemli hatıralarıydı. Guatemala'da Arbenz'e karşı yapılan darbede, Kongo'da Lumumba'ya karşı kalkışmada, Güney Vietnam'da Diem'in devrilip öldürülmesinde gözler hep Batılı ülkelere özellikle de ABD'ye dönmüştü. Bu yıllarda darbe yapıp rejim devirmek süper güçlerin en önemli dış politika enstrümanlarından biri haline gelmişti. Bizdeki iyimserliğin ise kaynağı somut bir politika değişiminden ziyade Soğuk Savaş sonrası benzer olayların yaşanmaması temennisinden ibaretti. 1997 Şubat darbesi dahi bu iyimserliği tam olarak ortadan kaldırmamıştı. Sanki çok uzun zaman önceymiş gibi 'postmodern darbe' diyerek sadece hatırlamak istemediğiniz bir anıymış gibi yaklaşmıştık bu darbeye. 2013 Mısır darbesi tam da bu iyimserlik ve pozitif duyguların ortasında buz gibi bir hava estirdi. Türkiye hem iyimserlik hem kararlılık ile uzun süre darbenin darbe olduğunu dünyaya anlatmaya çalıştı. Sonunda Batılı ülkelerin aslında meseleyi anlamazdan geldiği görüldü. Darbenin lideri kısa süre içinde meşru bir lider olarak kabul edildi Batılı başkentlerde.
Tarihin doğru tarafında duramamak
15 Temmuz bütün bu Mısır deneyimine tuz biber ekti. Batılı ülkelerin demokrasi ve insan hakları merkezli söylemleri ağırlığını ve ciddiyetini kaybetti Türkiye kamuoyu için. Suriye'deki savaşta, Mısır'daki darbede, mülteci krizinde Batı'nın takındığı tavır sonucu oluşan soru işaretleri 15 Temmuz darbe girişiminde de birçokları için cevabını buldu. Senelerdir Batı'nın yumuşak gücü olarak gösterilen bu değerlere bağlılığının ne kadar keyfi, bağlamsal ve değişebilir olduğu görüldü. Darbe başarılı olsaydı 'kısa sürede demokrasiye dönme' içerikli uyarıvari açıklamalar 'güvenlik, işbirliği ve dış politikada devamlılık' vurgulu mesajlar yayınlanacak, yaşanılanlar bir an önce unutturulmaya çalışılacaktı. Belki de darbe sırasında ve sonrasında yapılacak katliam yine 'askerin Türkiye'de demokrasiyi yeniden tesis etme' çalışması olarak algılanacaktı. Hatta darbenin liderlerinin o başkent benim bu başkent senin dolaşmasına gerek bile kalmayacak, Batılı liderler en kısa zamanda darbeci generalleri ziyaret etmeye gelecekti. Aslında Batılı ülkelerin darbe sırasında yaptıkları bu dış politika fiyaskosunu onarmaları mümkündü. Türk toplumu olayların gelişimini göz önünde bulundurarak bu konuda durumu düzeltici girişimlere son derece açıktı. Ancak darbe girişimi sonrasında gösterilen tavır yapılan bu hasarın onarılmasına hiç yardımcı olmadı.
Darbeden hemen sonraki günlerde aynı ülke hükümet ve kamuoylarında Türk halkının 15 Temmuz gecesi yaşadığı şok ve travmaya karşı duyarsızlık, durumun yarattığı tehdit ve tehlike durumlarına karşı da umarsızlık hâkimdi. Soğuk Savaş yıllarından bu yana müttefik olarak kabul edilen, DAİŞ'le mücadelede uluslararası koalisyonun en önemli aktörlerinden biri olan ve son mülteci krizinde yine en öndeki devlet olan Türkiye'ye ve onun halkına girişilmiş kanlı bir harekete karşı tamamen yetersiz bir tavır sergilenmişti. Bir yandan darbe sırasında gösterilmeyen dayanışma duygusunu telafi edecek üst düzey destek ziyaretleri gecikirken bir yandan da Türkiye'de sanki hiçbir şey olmamış gibi işbirliğinin devamını talep etmeye devam etti Türkiye'nin 'müttefikleri.' Dahası ne darbe girişiminin dinamosu olan FETÖ ne de darbe girişiminden henüz çıkmış bir ülkede terör faaliyetlerini tüm hızıyla sürdüren PKK konusunda aktif bir işbirliğine de yanaşmadı. Kendilerinin 'yumuşak güç' olarak adlandırdıkları varlıklarından bunca sene sonra geriye ne kalmışsa onu da bu darbe sonrası kaybettiler.
Batının samimiyet krizi
Türkiye ile Batılı ülkeler diplomatik anlamda ilişkilerini elbette devam ettirecekler ve NATO şemsiyesi altında aynı ittifakın parçası olarak güvenlik işbirliğini sürdürecekler. Ancak toplumsal anlamda Türkiye'de meydana gelen büyük kırılmayı bu zamandan sonra onarmak kolay olmayacak. Bu durum elbette kendi iç politikalarında da ciddi bir kırılma meydana getirdi. Eskiden Türkiye'nin AB üyeliği karşıtlığını temel slogan haline getiren aşırı sağ grupların artık direkt Türkiye karşıtlığı ile giderek güç kazanıyor olması Avrupa toplumlarında uzun vadede ciddi bir tehdit anlamına geliyor. Bugün İslamofobi ile kendini gösteren bu durum ilerisi için Avrupa'da başka bir 'hayaletin' uyanması anlamına geliyor. Darbe sonrası bu noktada Avrupa'nın önündeki fırsatı değerlendirip Türkiye ile yeni bir frekans boyutunda bir ilişki kuramamış olması bu tarihi fırsatın da kaçırılmış olduğu anlamına geliyor.
Kısacası 15 Temmuz'un üzerinden geçen iki ay içerisinde bu ilgisizlik, umarsızlık ve kayıtsızlık bütün baskınlığıyla devam ediyor. Batılı ülkeler ve toplumları darbe girişiminin yarattığı şok ve travmadan hala haberdar değil. Bu durumu anlamak istemeyen ve darbenin başarısız olmasında son derece müteessir olanları hesaba katmazsak Avrupa'daki kamuoyunun belirli bir kesiminde yaşanan kafa karışıklığının artık sona ermesinin zamanı gelmişe benziyor. Bir darbe girişimi, bir katliam ve bir kalkışma kolajı yaşandı Türkiye'de. Yüzlerce insan hayatını kaybetti, binlercesi yaralandı. Darbe başarılı olsaydı darbecilerin darbe mesajlarında sundukları manzara gerçekleşmeyecekti. Şu an Ortadoğu'daki iki 'yenik devlet'in ve dünyanın gördüğü en tehlikeli terör örgütünün karşısında bir istikrar abidesi olan Türkiye istikrasızlığa ve iç huzursuzluğa sürüklenecekti. Bu huzursuzluğun sınırlar ötesine yapacağı etkinin derecesini ve sonuçlarını tartışmaya gerek bile yok. Türk halkı o geceki cesareti ve kahramanlığı ile sadece demokrasiyi ve Türkiye'yi değil, aslında Türkiye'nin müttefiklerini de büyük bir beladan kurtardı. Bu noktada Batı kamuoyu bunun farkına varsa işlerimiz ve ilişkilerimiz bayağı bir kolaylaşacak.