Elif Eda Karagöz: Yara (...)

Yara ...
Giriş Tarihi: 5.10.2016 15:31 Son Güncelleme: 17.10.2016 17:16
Elif Eda Karagöz SAYI:28Ekim 2016
Ne olacaktı şimdi kızıma, bana, bize, ülkemize? Bakışlarım telefon ekranıyla kızım arasında mekik dokuyordu. Evladımın tutsak edilmiş, köşeye sıkıştırılmış bir ülkenin sabahına uyanacağını düşünmek; onun geleceği endişesiyle içimin içimi yemesi vatan denilen o soyut kavramı giderek somutlaştırıyordu zihnimde.

Bu asteroidi ilk kez 1909 yılında bir Türk gökbilimci teleskopla gözlem yaparken görmüş. Bu buluşunu hemen uluslararası gökbilimi toplantısında büyük bir heyecanla sunmuş ama adamcağız şalvar, cepken ve fes giyiyor diye onun söylediklerine hiç kimse değer vermemiş. Büyükler böyledir işte... Bir süre sonra bir Türk lideri herkesin Avrupalılar gibi giyinmesini zorunlu kılmış, hatta buna uymayanları ölümle cezalandıracağını söylemiş de aynı gökbilimci etkileyici ve şık bir giysiyle Astreoid B-612'yi tanıtabılmiş. Bu kez herkes ilgiyle izlemiş onun söylediklerini.
Küçük Prens, Antoine de Saint-Exupery

Ramazan Bayramı'nın üçüncü günü kızım Zeynep teyzemin bahçesinde düştü ve dizini ciddi biçimde yaraladı. Bu onun ilk büyük yarasıydı. Dizinde belirgin bir iz ortaya çıktı. Fakat biz yetişkinler için bu alacağı onlarca yüzlerce yaradan sadece bir tanesiydi. Öyle abartacak bir şey de yoktu. Evet, elbette korkmuştu. Çok korkmuştu. Eh biraz da kan görmüştü. Acaba çikolata istemez miydi?

Ertesi sabah telaşlı bir sesle beni uyandırdığında durumun Zeynep için ne kadar önemli olduğunu bir parça olsun anlamaya başladım. "Anne, yaram hâlâ geçmemiş." Kocaman bal rengi gözlerindeki kırgınlık, endişe içime dokundu. Ona biraz zamandan bahsettim. Yaraların iyileşmesi için merhem, pamuk ve zaman gerekliydi. "Yarın sabah geçmiş mi olacak yani?" dedi sayıklar gibi. Bu sefer gözlerini dizine dikmişti. Bakışlarından müthiş bir merak taşıyordu. Yaraya dokunmaya cesaret edemediği için minik parmakları dizinin bir orasında bir burasında geziniyordu. "Görelim bakalım. Yarın geçmese de elbette geçecek" dedim. Biraz rahatlamıştı. "Krep yapalım mı?" diye sordu. Her günkü rutinimize böylece dönmüş olduk. Rutin çocuklar için elzemdi. Ertesi sabah da "Anne, yaram hâlâ geçmemiş." cümlesiyle uyandığımda rutinimize yeni bir diyalog eklendiğini anlamış oldum. Takip eden günler ve gecelerde uyku öncesi ve sonrası birlikte Zeynep'in dizindeki yaraya bakıyor; yaranın ne kadar iyileştiğini ve tamamen geçmesi için daha ne kadar zamana gerek olduğunu konuşuyorduk. Onun yarasına duyduğu bu azalmayan ilgiyi sevimli bulduğum için kendini tekrar eden bu diyalog bana hiç yorucu gelmiyordu. Dışarıdan nasıl göründüğümüzü bilmiyorum ama bitmez tükenmez bir merak ile dizindeki o minik yara üzerine konuşmak bizi birbirimize yakınlaştıran tuhaf bir eylem olmuştu.

Bayramdan birkaç gün sonra ailece tatile çıktık. Havuz, kumdan kaleler, denize taş atmalar, Şirinler Köyü filan derken Zeynep'in neşesine diyecek yoktu. Ancak yara hâlâ gündemimizdeydi. Belki deniz suyu yarasına iyi gelirdi; belki de dizine biraz kum koysa, iyi gelmez miydi? Kendince tedavi yöntemleri geliştiriyordu. Her şey orta sınıf bir aile tatilinden beklenecek sıkıcılıkta iken kızımın yarası ile kurduğu ilişki beni neşelendiren sahici anlar arasına giriyordu.

Derken 15 Temmuz oldu. Benim işgal hareketi olarak adlandırmayı tercih ettiğim o başarısız darbe girişiminin başladığını haber aldığımızda Zeynep henüz uyanıktı. Çocuklar ebeveynlerinin duygularını bir av köpeği hassasiyetiyle koklarlar. Eğer 'darbe' haberini aldığım andaki endişe, korku ve öfkemi bastırmayı beceremezsem Zeynep'in sabaha kadar benimle birlikte ağlayıp sızlanacağından emin olduğum için kendimi tuttum. Boğazımdaki o tuhaf düğüm ile Zeynep'in saçlarını okşaya okşaya her zamanki ninniyi söyleyerek uykuya dalmasını bekledim. Ve sıra o soruyu sormaya geldi: Ne olacaktı şimdi kızıma, bana, bize, ülkemize?

Bakışlarım telefon ekranıyla kızım arasında mekik dokuyor. Evladımın tutsak edilmiş, köşeye sıkıştırılmış bir ülkenin sabahına uyanacağını düşünmek; onun geleceği endişesiyle içimin içimi yemesi vatan denilen o soyut kavramı giderek somutlaştırıyor zihnimde. Elle tutulur bir hal alıyor vatan, onu kucaklayıp saklamak istiyorum. Fakat yapamıyorum. Ve tekrar Twitter'a dönüyorum. 'Çengelköy'de durum fena' tweetleri akıyor gözlerimin önünden. 'Askerler üç kişiyi vurdu' diyor biri bir video eklentisiyle; 'buraya yardım gönderin, helikopterden ateş açıldı' diyor birçokları... Orada neler oluyor Allah aşkına? Mahallemde, ülkemde...

"Hocam delirmiş bunlar!" diye mesaj atıyor Üsküdar Meydanı'nda direnişe katılan bir öğrencim "Tanklarla üzerimize yürüyorlar." Bir yandan "Kendinize dikkat edin çocuklar" diyorum kızım için duyduğum endişenin aynısıyla; diğer yandan ne bileyim içimi coşkuyla dolduruyor bu cesaret, bu direnme arzusu. İstanbul'da olamamanın iç burukluğuyla bildiğim tek şeye; duaya sarılıyorum.

Bir süre sonra yavaş yavaş iyi haberler gelmeye başlıyor. Sabahı savuşturulmuş bir darbe girişimiyle karşılıyoruz. Fakat o gecenin dehşeti içime oturmuş. Uyumak mümkünsüz. Sanki gözlerimi bir saniyeliğine kapatırsam her şey başa saracak ve... Yok, bu cümleyi tamamlamak istemiyorum. Nihayet Zeynep gözlerini açıyor. Birlikte kahvaltıya iniyoruz.

Açık büfe benim için her zaman bir çeşit zulüm olmuştur ama o sabah bambaşka bir şiddetle saldırıyor gözlerime, aklıma, ruhuma. Tabaklarını iştahla dolduran bu insanlar. Kayıtsız neşeleri. Tabaklardan taşan omletler, sosisler; yere yuvarlanan zeytinler ve salondaki uğultu. Yemek fikrinden bir hayli uzaklaşıyorum. İnsanlardan da öyle. Zeynep anlayışlı çıkıyor, hiç ilişmiyor bana. Bırakayım annem yasını tutsun der gibi. Sadece bir ara "Anne yarama bakabilir miyiz?" diye soruyor. Bakıyoruz. Gözlerim onun yarasında ama zihnim darbenin hepimizde açtığı yarada. Kahvaltıdan hemen sonra İstanbul yoluna düşüyoruz.

Çengelköy'de uzunca bir süre 'o gece' konuşuluyor. Sokaktaki insanlar birbirinden habersiz aynı cümleleri kuruyor, aynı soruyu soruyor: Bunu nasıl yapabildiler?

Bu 'nasıl'ın cevabını herkes kendi bakış açısıyla şekillendirirken gündemime bir ses kaydı düşüyor. İşgal gecesi Çengelköy'deki esnafı, sivilleri esir alan Mürsel Çıkrıkçı'nın sesi. Dinlerken bedenim kaskatı kesiliyor. Kayıt bittikten sonra uzunca bir süre yerimden kıpırdayamıyorum. "Aslında belayı kendiniz istediniz" diyor Çıkrıkçı soğukkanlı bir sesle. Üzerlerine silah doğrultarak esir aldığı insanların arasında gezerek. Tepelerinden bakarak: "Allah hepinizi affetsin. Allah affetsin" diyor. Kanım donuyor. Ve sonra birilerine "Vurun, vurun şunları" diye bağırıyor. Bu ses, sahibinin sesi. Kendini herkesin hepimizin kurtarıcısı sanan o sözde vaizin şubesi bu ses. Bu ses donuk, ölü, hakikatten kopuk bir inancın sesi. Gaybı bilmek zannına düşmüş, merhametle bağını kesmiş, gözü dönmüş bir ses.

Yerimden nihayet kalkıyorum. Bu kaydı alanı bulmalıyım, diyorum içimden. O an, orada bu sese maruz kalmış olanları bulup tek tek sarılmalıyım hepsine. Belki onlardan çok kendimi teselli edercesine "Yapabiliriz, tekrar birbirimize güvenebiliriz" demek istiyorum.

İhtiyaç duyulan şey sadece kucaklaşmak

Birkaç kişinin yardımıyla ses kaydını yapan o aileye ulaşıyorum. Sen çok yaşa Twitter! Cesaretlerinin, dirayetlerinin içimde uyandırdığı hayranlık ve olan bitenin üzerinden henüz bir haftacık geçmişken kendilerini bu derece toparlamış olmalarının bende yarattığı hayretle dinliyorum anlattıklarını. Konuşmanın bir yerinde ailenin büyük kızı Nur, bana dönüp kendisini en çok yaralayan şeyin yaşadıklarının bir çeşit şüpheyle, zaman zaman da alayla, karşılanıyor olması olduğunu söylüyor. "Yaşadıklarımızı anlattığım bir Whatsapp grubundan birkaç arkadaş beni engellemiş" diyor tam olarak nerede hata yaptığını bilemeyen kırgın bakışlarla. Sosyal medyadaki kimi yorumların onu nasıl dehşete düşürdüğünden ve neden kimsenin birbirini dinlemediğinden yakınıyor. Biz yaşadık ama onlar bizim yaşadığımızı bizden daha iyi biliyorlar, diyor; kimse anlamak istemiyor.

Kimilerinin bir direnişi, karşı duruşu, kendini feda edişi görebilmesi için maalesef bu direnme eylemini hangi kıyafetle yaptığınız büyük bir önem arz ediyor herhalde. Halkın darbeyi elleriyle durdurması Arapların yemeği elleriyle yemeleri kadar tiksinti uyandırıcı demek ki... 'Demek ki'ler artıyor, fakat buna ne gerek var? İhtiyaç duyulan şey sadece kucaklaşmak. Gecenin sonunda Nur'a ve ailesine içimde tutamadığım bir hayranlıkla sarılıyorum.

Ertesi sabah Zeynep bir müjdeyle koşuyor yanıma: "Anne bak, anne yaram geçmiş." Birlikte dizindeki soluk ize dokunuyoruz. İkimiz de çok mutluyuz. Bunu çikolatalı krep eşliğinde kutluyoruz. Kahvaltının sonunda: "Hadi şimdi beni düştüğüm o bahçeye götür anne. Onlara yaramın iyileştiğini göstermek istiyorum" diyor teyzemleri kast ederek. Birden içimde bir şey cız ediyor. Kızımın yarasıyla kurduğu bu ilişki ve onu en yakınıyla paylaşmak istemesi henüz keşfettiği bu dünyada bir güvenlik arayışı, bir el tutma çabası, bir destek beklentisi aslında. Ondaki bu his, bu çaba Nur'un bulmayı umduğu desteğin, kabulün aynısı. Bunlar olmadan yara belki görünürde geçiyor ama içerilerde bir yerde bambaşka bir biçim alarak kanamaya devam ediyor. 15 Temmuz'dan sonra Nur'la birlikte benim de kısmen hissettiğim kırgınlık menşeini buradan alıyor. Yıllardır Türk aydınının ve kendini Türk aydını yanında konumlandıran kimilerinin aldığımız yaralara yüz çevirmesi hatta belki onları yaradan dahi görmemesi o yarayı hep sıcak tutuyor. Sonra...

Sonra insan daha fazla paylaşmak istemiyor. Ya hırçınlaşıyor, ya suskunlaşıyor... Ve yetişkinler de kendi kendilerine: "N'oldu bu çocuğa şimdi ya hu?!" diye sorup duruyor.

BİZE ULAŞIN