Gece yarısına doğru telefon çaldı. Gurbette olmanın boyun büküklüğü ile erkenden uyumuştum. "Nice'de terör saldırısı olmuş, iyi misin" dediler. "Nice başka bir şehir, ben Paris'teyim, iyiyim" dedim. Ve bu cümleleri aynı gece birkaç kez tekrarlamak durumunda kaldım. Gecenin büyük bölümünü uyanık geçirdim, 77 kişinin ölümünden bahsediliyordu. Zaten OHAL'in devam ettiği Paris'te bütün gece siren sesleri duyuldu, sebebini bilmiyorum. Orada neler oluyor diye beni arayacak TV kanalını beklerken tekrar uyuya kalmışım.
Ertesi gün gittiğim yaz okulunun sınıfı ile bir araya geldiğimizde derin bir sessizlik vardı. Fransız arkadaşlarıma başsağlığı diledim. Ama gruptaki Amerikalılar daha çok ürkmüş gibiydiler. Dersten önce, her anlamda karma olan bu topluluk bir araya gelip, yuvarlak oluşturarak ele ele tutuştuk. Kafamızı önümüze eğdik ve herkes kendi inancında, kendi dilinde dua etti. Yere birkaç damla gözyaşı düştüğünü gördüm. Bütün gün bu konuyu konuştuk. Silahların gölgesinde Paris'teki Büyük Cami'de Cuma namazını kılarken, Fransızca-Arapça verilen hutbenin hararetinde, bir tedirginlik, bir savunma hissi vardı. Avrupa'daki Müslümanlar terörist değildi, olamazdı. Namazdan sonra yuvarlak oluşturup bize ikram edilen hurmaları yerken modern dünyanın Müslüman algısından yakındık, kardeşçe. O gün beraber yemek yediğimiz o hoş kafeden ayrılırken içimde bir sıkıntı vardı. Dünyanın meselelerini omuzumda yüklü hissediyordum. Ertesi gün müze gezip dolaşmak üzere sözleştik ve arkadaşımın evinin yolunu tuttum. Göz kapaklarım ağırlaşırken bir duş almış ve çay yapmış olarak telefonumu tekrar elime aldım. Köprü kapatılmış, şehit haberleri gelmiş, çeşitli gruplarda arkadaşlarımız üzerlerine ateş açıldığını yazmıştı. Dehşetle irkildim. Darbe deniyordu. O gece yaşananları tekrar tekrar yazmayacağım buraya. Boğuluyordum. Herkes gibi… Köprüde ve diğer pek çok yerde şehadet vardı… İnsan aklından geçirmeden yapamıyor, ya başarılı olursa? Ya burada kalırsam? Mısır geliyordu aklımıza. Hayır, bu kale düşmeyecek, düşerse yüz yıl daha kaybederiz. Düşmeyecek, yoksa yaşayacak bir ülkemiz olmayacak. Aklımızdan geçen tek ve en kesif cümle sadece buydu. F-16'lar kalkamasın diye tarlasını yakan çiftçi, köprüde can veren genç, mahalle gençlerini kamyonuna doldurup Taksim'e giden kadın, belki beni dinlerler diye kendisini askerlerin önüne atan amca, babaları abdest alıp, helallikle evden çıkınca F-16'ların gürültüsü ile tir tir titreyen çocuklarını sesi bile titremeden, "Gözlerime bak, ben korkuyor muyum? Korkma" diyen anne, Paris'te bir apartman dairesinde gözyaşları içinde tweet atmaktan ve dua etmekten başka elinden bir şey gelmeyen ben, hepimiz aynı cümlede buluşmuştuk. Ne kadar yalnız ve ne kadar yaralı olduğumuzu ise çok sonra anladık.
Ertesi gün Daily Sabah için bir ek baskı yapmamız gerekti, bütün günü Paris'te tek özelliği düzgün çalışan interneti olan bir kafede gazete için çalışarak geçirdim. Akşama doğru içimde ağırlık hissi artmaya başladı, bilgisayarı eve bırakıp yürümeye başladım, kendimi ancak 1 buçuk saat sonra Républic'de bulduğumu hatırlıyorum. Nefes almakta güçlük çekiyordum, bütün geceyi sosyal medya ve Whatsapp'ta gözümü kırpmadan geçirdim.
Pazar günü kahve içmeye yakın bir kafeye gittim, masadaki gazeteleri karıştırdım: Journal du Dimanche, pazar günleri çıkan haftalık bir gazete… Gazetenin hemen hemen hepsi o an çok taze olan Nice saldırısına ayrılmış. Sayfaları çevirince pazar günü gündeminde Türkiye'yi ve darbe girişimini buluyorum. Ne bir tanka direnen, ne de askere karşı koyan halkın fotoğrafı var. Uzun bir analiz: 'Erdoğan bundan sonra otoriterleşir mi?' Cevap: 'Bu kalkışma Erdoğan'ın ülkede uzun zamandır kurmaya başladığı baskıyı artıracaktır.' Henüz şehitlerimiz kabre konmamış, henüz kayıplarımıza ağlayamamışız.
Canım sıkkın, Al Jazeera'nin Montparnasse'deki ofisine canlı yayına katılmaya gittim. 15 dakikalık canlı yayının ilk sorusu, "Nasıl oldu da, hemen bu kadar çok insan tutuklandı, Erdoğan'ın elinde hazır bir liste mi vardı?" Bu soruyu bir şekilde savuşturdum. İkinci soru: "Ordunun bu girişiminden sonra Türkiye'nin DAİŞ'le mücadelesinin aksamasından endişesini dile getiren Fransız Bakanın sözleri hakkında ne düşünüyorsunuz?" oldu. Fransız Bakanın canı cehenneme… On saniye sustum, sonra, bu soruya canımın istediği gibi darbe ile ilgili fikirlerimi söyleyerek cevap verdim. Haliyle, yayın çok uzamadı. Bakan geri zekâlı, bu sözler de aptalcaydı.
O gün birkaç Türk arkadaşla buluştuk, konuşmaya çok ihtiyacımız vardı.
Kâbus gibi geçen bir hafta sonundan sonra Pazartesi derse gittim. Ülkemde 200'den fazla kişi şehit olmuş, 2000 küsür kişi yaralanmıştı. Sınıfa girmeden karşılaştıklarımla selamlaşıp, biraz lafladık. "Erdoğan, gerçekten Almanya'ya kaçmak istemiş miydi?" En önemli soru bu. Aynı soruyu gün içinde gizli gizli sık sık duydum. Ne kimse el ele tutuşup kayıplarımızla empati yaptı ne de ülkesini korumak için vatanını tehlikeye atan insanlardan övgüyle bahsedildi. Ne de olsa darbe, kaos Ortadoğu sıradanlığının bir parçasıydı. O gün teselli edilmedim, teselli edilmeyi beklemedim de, sadece uzun uzun anlattım, yılmadan anlattım.
İstanbul sokaklarında tank görmenin Paris sokaklarında görmekten farklı olmadığını anlattım. Asker müdahalesinin Türkiye halkı tarafından çok geride bırakılmış kötü bir kâbus olduğunu, halkın kendini demokrasiye siper ettiğini, darbecilerinse Meclis'e bomba yağdırdığını anlattım.
Ben ne anlatırsam anlatayım, havada hep bir dram kokusu vardı. Paris'te olanlarla kendini tehdit altında hissedenler, İstanbul'da Ankara'da olanlar için küstahça üzgün olduğunu söylemekle yetiniyor, yaz için Türkiye'ye gelme planlarını daha o dakika iptal ediyor ve 'üzülme geçecek' muamelesi yapıyordu. Doğru ya, bizler sokaklarında her an bomba patlayabilir, kaos ve karmaşaya aşina, güvensiz ülkelerin çocuklarıydık. Darbe gerçeğini biz çoktan unutmuş, lügatimizden çıkarmıştık belki çok gerilerde bırakmıştık ama bizden istenen, normal karşılanan ve muhtemel beklenen bir durumdu darbe… Biz, ne bekliyorduk ki? Türkiye'de askerin siyasete müdahil olması veya olmaması, olabilecek olması veya olamayacak olması ne umurlarındaydı?
Foreign Affairs dergisinde yayınlanan Gönül Tol'un 2016 ve 1980 konjonktürleri karşılaştırması yaptığı makalesi de beni çok şaşırtmıştı bu yüzden. Bunca yaşanan hengâmeye rağmen -nasıl bir sağlam harcı varsa- hayatına devam eden, neşe üreten bir toplumun hiçbir ferdinin aklına darbe olacağı gelmezken, bunu kendine kondurmazken, varlığına hakaret sayarken, uzaklardan bir dergiye analiz yazan bir kişi, 2016 Türkiye'sinde darbe olacağını öngörüyor (muhtemel, biliyor, istiyor, bekliyor) ve muhatapları da seksiz-şüphesiz bu ihtimale inanıyordu. Evet, bu sebeple darbe beni çok şaşırtmıştı, maalesef Müslüman bile olsalar, Batılı arkadaşlarımı değil. Darbenin sıcaklığı bir gazeteci olarak beni sarmıştı, olaylarda kaybolmuştum, anlamaya çalışıyordum, hâlbuki Journal du Dimanche gazetecisinin anlayacak bir şeyi yoktu, analizi patlatmıştı.
Çünkü algısal bir gerçeklik içinde yaşıyordu, sosyal medyaya endeksli, uydurulmuş, zaman dışı, şartlı bir gerçeklik içinde… Bense bütün oyuna gelmişlerin, bütün mazlum halkların, bütün hakkı yenmişlerin gerçekliği içinde yaşıyordum. Kalemin kâğıtta bıraktığı iz kadar gerçek, ansızın gelen ve bir kıymık gibi kalbimize saplanan haber kadar acı bir gerçek içinde… İşte bu gerçeğin en çarpıcı detaylarını, bizzat kahramanların dilinden, en yalın haliyle bu ayki Lacivert'te bulacaksınız. Uzman yorumları, analizler yerine gerçeğin yalınlığını tarihe not düşmek istediğimiz bu sayıda, aslında hepimiz milyonlarca kez tekrar eden kendi hikâyemizi okuyacağız.