KULELİ VAKASI (14 Eylül 1859)
Osmanlı İmparatorluğu'nun devlet eliyle modernleşme hareketlerine girişmesinin en sıcak hissedildiği yıllarda ordu içerisinde hak ettiği rütbeleri alamadığını düşünen subaylar ve Tanzimat dönemiyle gelen modernleşme hareketlerinden hoşnutsuz olan bir kısım din adamının ortak girişimiyle toplanan ve kendilerini 'Fedailer Cemiyeti' olarak adlandıran bir grup, askeri bir müdahale ile Sultan Abdülmecit'i tahttan indirmeye karar verir. Hüseyin Daim Paşa, Cafer Dem Paşa, Refik Rasim Bey gibi dönemin kudretli paşalarının yanı sıra 25 kadar subayın da içinde bulunduğu bu hareketin dini liderliğini ise o dönem Beyazıt Medresesi'nde müderris olarak görev yapan Şeyh Ahmet Süleymani oluşturur. 1859 yılında sultanı tahttan indirmek üzere harekete geçen cemiyet, kendi saflarına çekmek için teklif götürdükleri Mirliva Hasan Paşa'nın onlardanmış gibi görünerek istihbarat toplaması ve olayı Serasker Rıza Paşa'ya ihbar etmesi üzerine açığa çıkmış ve darbe girişimi engellenmiştir. Darbe teşebbüsünde bulunanların yargılanmalarının Kuleli Askeri Lisesi'nde yapılması sebebiyle tarihe 'Kuleli Vakası' olarak geçen bu olay, modern Türkiye tarihindeki ilk darbe teşebbüsü olarak kayıtlara geçmiştir.
SULTAN ABDÜLAZİZ'İN TAHTTAN İNDİRİLMESİ (29 Mayıs 1876)
II. Mahmud'un 1826'da Yeniçeri Ocağı'nı kaldırdıktan sonra kurduğu yeni ordu, kuruluşundan 50 yıl sonra ilk darbesini gerçekleştirmişti. 1876 yılında dönemin Seraskeri Hüseyin Avni Paşa, devlet erkânının ileri gelenlerinden Mithat Paşa, Sadrazam Mütercim Rüştü Paşa ve dönemin kaynaklarında 'şerrullah', 'müfsit imam' gibi ifadelerle anılan Şeyhülislam Hayrullah Efendi'nin başını çektiği ekip Sultan Abdülaziz'in din ve devlet işlerini birbirinden ayıramadığını bahane ederek sultanı tahttan indirip yönetimi ele geçirmek için harekete geçti. 300 Harbiye talebesi ve halifeyi kurtarmak için getirildiklerine inanan, Türkçe bilmeyen Arap askerlerinden oluşan bir ekip de darbeciler tarafından kullanıldı. Donanma komutanı Kayserili Ahmet Paşa'nın donanmayı Dolmabahçe Sarayı önüne getirip demirlemesi sonucunda Sultan Abdülaziz tahttan feragat ettiğini bildirdi.
Darbeden sonra Feriye Sarayı'na nakledilen ve bir süre sonra şüpheli bir ölümle hayatını kaybeden Sultan Abdülaziz'in bütün mal varlığı darbeciler tarafından yağmalanmıştı.
Sultan Abdülaziz'in eniştesi olan ve o dönem padişah yaveri olarak görev yapan Çerkes Hasan, hem darbecilerin ablasına yapmış olduğu saygısızlık hem de Sultan'ın şüpheli ölümü üzerine, darbeci kurmayların yapmış olduğu bir toplantıyı basarak Serasker Hüseyin Avni Paşa'yı öldürmüştü. Paşa'nın ölümünden sonra ipler tam anlamıyla bu saldırıdan sağ kurtulan Mithat Paşa'nın eline geçti.
Katıksız bir İngiliz hayranı ve meşrutiyet sevdalısı olan Mithat Paşa'nın mezkur dönemlerde sadrazamlık yapan, devlet içinde kayda değer bir nüfuzu bulunan ve Rusya yanlısı politikalara teşne olduğu için Nedimov olarak da bilinen Mahmud Nedim Paşa'dan ve politikalarından ziyadesiyle rahatsızlık duyması, darbenin aslında sadece bir iç hesaplaşmadan kaynaklı olmadığını göstermesi nedeniyle önemli bir nokta olarak karşımızda durmaktadır.
ALİ SUAVİ OLAYI-ÇIRAĞAN BASKINI (20 Mayıs 1878)
V. Murat'ın sağlık problemlerinden ötürü tahtını Sultan Abdülhamid'e devretmek zorunda kalması bazı çevrelerde rahatsızlık yaratmıştı. Özellikle V. Murat'ın annesi Şevkafza Hatun, oğlunun tekrar padişah olabilmesi için uygun zamanı kolluyordu. Tarihe 93 Harbi olarak geçen Osmanlı-Rus Savaşı sonrası uygun zamanın geldiğini düşünen Valide Sultan, camilerde ve meydanlarda o dönem ateşli vaazlarıyla dikkat çeken Ali Suavi ile Sultan Abdülhamid'i tahttan indirip yerine V. Murat'ı yeniden getirmek için iletişime geçti. Yapmış olduğu dengesizlikler ve yanardöner kişiliği sebebiyle Mekteb-i Sultaniye müdürlüğünden Abdülhamid tarafından azledilen Ali Suavi, fazlasıyla ihtiraslı bir kişilik olması sebebiyle Sultan Abdülhamid'e karşı deyim yerindeyse kin tutuyordu. Şevkafze Sultan'la işbirliği yapmayı kabul eden Ali Suavi, o dönem yazdığı Basiret gazetesinde darbe yapacağını aleni bir şekilde ilan ediyordu.
93 Harbi sonrası yerlerinden yurtlarından edilen ve İstanbul'da sefalet içinde bir hayat süren Balkan göçmenleri arasına girip onları birtakım manipülasyonlarla örgütleyen Ali Suavi, bu insanlarla Çırağan Sarayı'na baskın yapıp gözetim altında bulunan ve akli dengesi de bozuk olan Sultan V. Murat'ı oradan kurtarıp yeniden tahta çıkarmak için harekete geçti. Sarayın içine kadar girmeyi başaran darbeciler, Beşiktaş Karakol Komutanı Yedi Sekiz Hasan Paşa'nın, elindeki sopayla Ali Suavi'nin kafasına vurarak öldürmesi sonucu dağıldılar.
Bu olaydan sonra Ali Suavi'nin İngiliz eşi apar topar İstanbul'u terk etti. Evlerinde yapılan araştırmalar sonucu birçok yanmış evrakın bulunduğu, İngiliz eşin aslında İngiliz istihbaratına çalışan bir ajan olduğu devrin kaynaklarında geçmektedir.
31 MART VAKASI (27 Nisan 1909)
1908 yılında ilan edilen II. Meşrutiyet'ten sonraki atmosfer toplumun bazı kesimlerinde birtakım rahatsızlıklar yaratmaya başlamıştı. Volkan gazetesi etrafında kümelenen bir grubun ve özellikle bu gazetede kaleme aldığı ateşli yazılarıyla adından söz ettiren Derviş Vahdeti'nin "Din elden gidiyor" minvalinde yazdığı propagandist yazıları zaten kaynamakta olan kazanın ateşini iyice harladı ve tarihe 31 Mart Vakası olarak geçen bir ayaklanma İstanbul sokaklarında başladı. Ayaklanmanın ortaya çıkmasından sonra Meşrutiyet'e ve onun getirdiği değerlere sahip çıkma iddiasıyla Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu Selanik'ten İstanbul'a gelerek ayaklanmayı kanlı şekilde bastırdı. Ayaklanmayı Sultan Abdülhamid'in kışkırttığı iddiasında bulunan Hareket Ordusu kurmayları, kardeş kanı dökülmemesi adına Hareket Ordusu'na karşı bir direnç gösterilmemesi emrini veren sultana bağlı subayların ikamet ettiği Taksim Topçu Kışlası'nı topa tuttuktan sonra hal fetvasını kendisine sunmak üzere bir heyet gönderdiler. Ve 33 yıl süren Sultan Abdülhamid dönemi bu darbe ile son buldu. Yine bu sırada tarihlere meşhur 'Yıldız Yağması' olarak da geçen olay vuku buldu ki sultanla ailesinin şahsi eşyaları, Saray Kütüphanesi ve daha birçok şey birkaç yıl sonra Balkanları kana bulayacak olan Bulgar çetecilere yağmalattırıldı.
Darbeden sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin iktidarına giden yollar büyük oranda açılmış ve dört yıl sonra imparatorluğun bütün kontrolü yine bir darbe sonucu tamamen cemiyetin eline geçmiştir.
BÂB-I ÂLİ BASKINI (23 Ocak 1913)
İttihat ve Terakki Cemiyeti o dönem iktidarda bulunan İngiliz sempatizanı Hürriyet ve İtilaf Partisi'nin Balkan Savaşları'nı iyi idare edemediğini düşünüyor ve hükümeti sert bir şekilde eleştiriyordu. Hakikatte ise ordunun içine giren siyaset başarısızlığın temel sebebiydi. Edirne'nin hiç direnç gösterilmeden Bulgarlara bırakıldığı iddiası gündeme düşünce cemiyet harekete geçti. Aralarında Enver Paşa, Talat Paşa, Yakup Cemil gibi önde gelen İttihatçıların da bulunduğu bir ekip, Sadrazam Yusuf Kamil Paşa başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna bir baskın düzenleyerek sadaret mührüne zorla el koydu. Kanlı biten bu baskında dönemin Harbiye Nazırı Nazım Paşa, Yakup Cemil'in açtığı ateş sonucunda yaşamını yitirdi.
Sultan Reşad'a emri vaki ile imzalatılan yeni kabine listesinde cemiyetin en önemli ismi Mahmut Şevket Paşa sadaret makamına getirildi. Bir süre sonra iktidar daha ziyade Alman yanlısı politikalar benimseyen İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne geçti ve imparatorluk bir yıl sonra çıkacak olan I. Dünya Savaşı'nda Almanya safında yer alarak savaşa katıldı.
1960 DARBESİ ( 27 Mayıs 1960)
Cumhuriyet tarihinde gerçekleştirilen ilk darbe olarak kayıtlara geçen 1960 darbesi, ilk olmasının yanında gerek yarattığı toplumsal travma ve gerekse de darbelere giden yolda başlangıç fişeği olması nedeniyle önemli bir olay olarak karşımızda durmaktadır.
Türkiye 27 Mayıs sabahına o dönem Kurmay Albay olan Alparslan Türkeş'in darbe bildirisini radyodan okuyan sesiyle uyandı. Darbe ordu içinde emir komuta zincirinde değil çoğunluğu albaylardan oluşan bir cunta eliyle gerçekleştirilmişti. Kendilerine 'Milli Birlik Komitesi' adını veren darbeciler yönetime el koymuş ve Demokrat Parti'nin ileri gelen birçok ismini Yassıada Mahkemeleri'nde yargılatmışlardı. Bu yargılamalar sonucunda Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edildi.
Ordunun Demokrat Parti politikalarından duyduğu rahatsızlık, o dönem muhalif basının iktidara karşı pek de aslı olmayan yayınları ve belki de en önemlisi Menderes'in ağır sanayi hamlesi yapmak adına ABD ziyaretinden eli boş dönmesinden sonra dönemin SSCB lideri Kruşçev ile görüşmeye karar vermesi darbeye giden yolda taşları döşemişti.
TALAT AYDEMİR CUNTASI (22 Mayıs 1963)
Darbeler tarihinin belki de en bilindik şahıslarından biri olan Kurmay Albay Talat Aydemir, 1960 darbesi sonrası Milli Birlik Komitesi'nin seçime gitme kararından rahatsızlık duyan subayların başını çekiyordu. Teğmenliğinin ilk yıllarından beri ordu içinde kritik mevkilerde kendi ekibini oluşturma çabaları içinde olan Aydemir, iflah olmaz bir darbeciydi. 1961 seçimlerinde Demokrat Parti'nin devamı niteliğinde olan Adalet Partisi'nin gösterdiği başarıdan rahatsızlık duyan Aydemir ve ekibi ordunun kesinlikle yönetime yeniden el koyması gerektiği üzerinde ısrar ediyordu.
22 Şubat 1962'de yapılan atama ve tutuklamaları bahane ederek hükümete karşı bir direniş hareketi başlatan Aydemir ve ekibi bu girişiminde başarısız oldu ve emekliye sevk edildi.
Harbiye Komutanı olması sebebiyle özellikle Harbiye öğrencileri üzerinde hatırı sayılır bir nüfuzu bulunan Aydemir, tarihler 20 Mayıs 1963'ü gösterdiğinde bu sefer anayasada öngörülen reformların yapılmadığını bahane ederek hükümete karşı harekete geçti. Ordu içerisinde bu girişime karşı olan subaylarla sıcak çatışmaya giren cuntacılar uzun uğraşlar sonucunda durdurulabildi.
Daha sonra yapılan mahkemede Talat Aydemir ve Süvari Binbaşı Fethi Gürcan idama mahkûm edildi.
1971 MUHTIRASI (12 MART 1971)
Adalet Partisi'nin tek başına iktidar olduğu yıllarda Demokrat Parti'nin yasaklıların siyasi haklarının tekrar verilmesine dair 'Af Tasarısı'nı gündeme taşıması o dönem zaten hükümetten hoşnut olmayan ordu üyelerini yeniden harekete geçirdi. Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç ve kuvvet komutanlarının imzası bulunan 12 Mart tarihli muhtıra metni dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a sunuldu. Metinde gitgide artan öğrenci hareketlerine, sendikaların sürekli yaptığı nümayişlere, var olan ekonomik yetersizliklere atıf yapılıyor ve hükümetin bu krizleri çözmede yetersiz davrandığı, eğer böyle devam ederse Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yönetime yeniden el koyması gerekeceği uyarısı veriliyordu.
Cumhuriyet tarihinde emir-komuta kademesinde gerçekleştirilen ilk darbe girişimi olarak kayıtlara geçen bu olaydan bir gün sonra dönemin Başbakanı Süleyman Demirel görevinden istifa etti.
1980 DARBESİ (12 Eylül 1980)
70'li yıllardan beri tırmanan sağ sol kutuplaşması ve anarşi ortamı, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı'ndan beri süregelen iç ve dış sorunlar, ekonomik krizler ve bütün bu kaotik ortama karşı dönemin hükümetinin yeterli iradeyi gösteremeyen tavrı yönetime el koymak için deyim yerindeyse "pusuda bekleyen" Türk Silahlı Kuvvetleri'ni harekete geçirdi.
Tarihler 12 Eylül 1980'i gösterdiğinde Türkiye yine ve yeniden bir darbe sabahına uyandı. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren önderliğinde emir komuta kademesinde gerçekleştirilen bu darbe, Türk siyasi tarihinde toplumun belki de hemen her kesimine yapılan bir tırpanlama hareketi olarak kayıtlara geçti. Darbenin lideri Kenan Evren'in "Darbeyi yapmak için şartların olgunlaşmasını bekledik.", "Adaleti tesis etmek için bir sağdan soldan astık" şeklinde akla ziyan açıklamalarına şahit olduğumuz, birçok insanın vatandaşlıktan çıkarıldığı, fişlendiği, kamudan ihraç edildiği, insanların türlü işkencelere maruz kaldığı, demokrasinin ağır yara aldığı bir dönem olarak belleklerimize kazındı.
Kendilerini Milli Güvenlik Konseyi olarak adlandıran darbeciler hukukçuların da içinde bulunduğu bir Danışma Meclisi'yle Kurucu Meclis sıfatını kullanarak hâlâ yürürlükte olan 1982 Anayasası'nı hazırladılar.
Darbeden kısa süre sonra ABD Genelkurmayı'ndan bir yetkilinin yaptığı "Bizim çocuklar başardı!" açıklaması, darbenin aslında sadece Evren'in söylediği gibi; "memleketin huzurunu ve devletin kaybolan otoritesini yeniden tesis etmek içün" yapılmadığını göstermesi bakımından manidar şekilde kayıtlara geçti!
28 ŞUBAT (28 Şubat 1997)
Refah-Yol hükümetinin göreve başladığı günden beri "laiklik ve irtica" kavramları gerek ordu, gerek medya ve gerekse de iş dünyasının belli kesimlerinde ana gündem olarak tartışılmaya başlandı. Dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan'ın bazı tarikat-cemaat liderleriyle olan hukuku ve bunun basında manipüle edilerek yansıtılması, zaten Başbakan'dan rahatsızlık duyan TSK'nın harekete geçmesini hızlandırdı.
28 Şubat 1997 yılında gerçekleştirilen olağanüstü MGK toplantısında Başbakan Erbakan'a baskı kurularak imzalatılan bildiri ile Türkiye 28 Şubat sürecine girmiş oldu. Tarihe post modern darbe olarak geçen 28 Şubat sonuçları itibariyle toplumda onulması zor yaralar açtı. Başörtülü öğrencilere ve İmam Hatip Liseleri'ne getirilen kısıtlamalar, katsayı meselesi, kamuda başlatılan irtica avı ile görevlerinden uzaklaştırılan memurlar, ikna odaları, fişlemeler ve sonrasında hortumlanan bankalarla ülkenin ekonomisine de indirilen bir darbe oldu 28 Şubat.
Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir'in "Demokrasiye balans ayarı verdik!" ve Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun "28 Şubat 1000 yıl sürecek" sözleriyle tarihe geçen bu süreç de tıpkı diğer darbelerde olduğu gibi Türkiye'nin demokrasi tarihine kara bir leke olarak geçti.
27 NİSAN E-MUHTIRASI (27 Nisan 2007)
Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in yedi yıllık görev süresinin bitiyor olması Türkiye'nin vesayet kesimlerinde suni gerilimler yaratıyordu. Zira Sezer'den sonra görevi devralacak kişinin o dönem Meclis çoğunluğunu elinde bulunduran AK Parti saflarından biri olacağı anayasanın vermiş olduğu hak çerçevesinde kesin gibiydi. Dönemin YÖK başkanı Erdoğan Teziç'in olağanüstü rektörler toplantısında yeni cumhurbaşkanının niteliklerinin ne olması gerektiğine dair açıklamaları malum çevrelerde karşılığını hemen bulmuş ve tarihe 27 Nisan E-Muhtırası olarak geçecek sürece giden yolda işaret fişeğini ateşlemişti.
AK Parti'nin cumhurbaşkanı adayını 'eşi başörtülü olan' Abdullah Gül olarak açıklamasından sonra yargı, medya ve ordu; 'laik, demokratik, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı' olmadığına inandığı Gül'ün cumhurbaşkanlığını engellemek için harekete geçmişti.
Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu'nun hukukun sınırlarını zorlayarak ürettiği meşhur '367 krizi', emekli Orgeneral Şener Eruygur önderliğinde gerçekleştirilen Cumhuriyet Mitingleri, Bekir Çoşkun, Emin Çölaşan gibi 'darbe sevici' kalemlerin orduyu müdahaleye çağıran yazıları ve nihayet 27 Nisan 2007 gecesinde Genelkurmay'ın internet sitesinde yayınlanan 'laiklik' hassasiyetleriyle dolu bir muhtıra ile belleklerimize kazınmıştı bu dönem.
Muhtıranın verilmesinin ertesi günü dönemin hükümet sözcüsü Cemil Çiçek'in kameralar karşısına geçerek Genelkurmay Başkanlığı'nın Başbakanlık'a bağlı ve ona karşı sorumlu bir kurum olduğunu hatırlatan karşı cevabı artık Türkiye'de birilerinin istediği zaman demokrasiye müdahale edemeyeceğini vurgulaması açısından önemliydi.