Sermaye ahlakı nasıl öldürdü?
İslam her şeyden önce bir hak davasıdır, bir kul hakkı davasıdır. Günümüzde 'İslam iktisadı' da eski cazibesini kaybetmiş ve yerini büyük ölçüde 'İslam kapitalizmi'ne bırakmıştır.
Gerçekte günümüzde gelir dağılımı adaletsizliği büyüdüğü gibi zenginlerle fakirler (ülkeler çapından bireylere kadar) arasındaki mesafe daha da açılmaktadır. 'İslam iktisadı'nın temel konusu bunlar olmalıdır. Günümüzde dünya sistemi içerisinde Müslümanların etken değil edilgen olmaları, İslam ülkelerinin dünyanın gelir dağılımı en bozuk ülkeleri olmaları, öncelikle ahlaki bir problem gibi görünmektedir. İslam iktisadının ilkeleri, iktisadi ve siyasi bağımsızlığın sağlanması, servet ve mülkiyetin yaygınlaştırılması ile adil gelir dağılımı, sosyal adalet, refah ve güvenliğin sağlanması şeklinde özetlenebilecek, 'kul hakkı'na dayanan bir sistem kurmayı amaçlayan ilkelerdir.
Adaletin hedefi sosyal refahı sağlamaktır. Bu yüzden adil gelir dağılımı ile servet ve mülkiyetin yaygınlaştırılması iktisat siyasetinin eseslarıdır. Osmanlı belgelerinde devletin aldığı iktisadi kararlara gerekçe olarak belirtilen 'ibadullahın terfîh-i ahvalleri'nin (Allah'ın kullarının refahı) yani sosyal refahın sağlanması ilkesi bunun bir yansımasıdır.
Servet ve mülkiyetin yaygınlaştırılması ile adil gelir dağılımı temel hedeflerdendir. Bu hedefe doğru ilkin büyük mülkiyetlerin oluşma süreci ortadan kaldırılır. Kapitalist olmayan devletin, büyükleri ve büyümeyi teşvik politikası söz konusu olmadığı gibi küçük üreticiliğin ve girişimciliğin hakim kılındığını tarihi tecrübe ispatlamaktadır. Bu ilke aynı zamanda, iktisadi güçlenmenin belli bir zümrenin değil bütün toplumun görevi olduğunu gösterir. Bu, ekonomik gücün siyasi güce dönüşmemesi anlamına da gelir. Yine zenginlik bireysel bir olay değil toplumsal bir olaydır. Bireysel yetenekler ancak toplumsal talep varsa zenginlik oluşturabilir. Bu yüzden zenginliğin toplumla paylaşılması esas olmalıdır. Yine bu ilke, sosyal adaletin adeta bir finansman faktörü olduğunu gösterir.
Servet ve mülkiyetin yaygınlaşması ilkesi, belli bir işveren (sanayi ve ticaret burjuvazisi) sınıfının öncülüğünde gerçekleşecek kalkınma kavramına zıttır. Aslında bu kalkınma olgusu Batılılaşma, çağdaşlaşma veya kapitalistleşme süreçlerine büyük ölçüde tekabül eder. Oysa İslam'da, özellikle Osmanlılarda gördüğümüz gibi, sosyal refah kavramı ön plandadır. Ekonomik faaliyetler, teşvik edilen işverenler gibi belli bir sınıfın öncülüğüne değil bütün topluma bırakılmıştır. Bu hem küçük sanayinin hakimiyeti demektir hem de işçi sınıfı diye ayrı bir sosyal tabaka oluşmamasını öngörür.
Tarihi tatbikattan çıkardığımız netice, devletin siyasi nüfuza yol açan büyük toprak mülkiyetlerine mani olması gereğidir. Kapitalizm temerküze dayanır. Bunun için hem firma, hem sektör, hem de ülke çapında büyüme esastır. Firmalar büyüdükçe teşviklerden daha çok pay alırlar. Zira 'kalkınma', küçüklerin değil büyüklerin görevidir. Teoride büyük ölçeğin avantajları üzerinde ısrarla durulur. Yine kapitalist süreç içinde küçükler giderek tasfiye olur ve sektör bazında bir temerküz ortaya çıkar. Evvelce çok sayıda müteşebbis (küçük sanayici ve küçük çiftçi) tarafından yapılan üretim giderek az sayıda müteşebbis (büyük sanayici ve büyük çiftçi) tarafından yapılır. Bu büyüme kitlesel üretimin bir gereğidir. Piyasadaki talebin azalması halinde ise fabrika kapanabilir. Bu ise işsizliğin artması demektir. O halde kitlesel üretim vakıası kitlesel işsizliğin en önemli sebebidir.
İslam'ın öngördüğü, temerküz değil infaktır. İnfak; tüketim, transfer (aktarma) ve yatırım harcamalarını kapsar. Harcamanın gelirin kaynağı olduğunu biliyoruz. İnfak genellikle alt gelir gruplarına yapılan harcamaları kapsar. Bunların ise tüketim eğilimleri yüksektir. Dolayısıyla toplam gelir, tüketim harcamalarıyla birlikte artar. Bir başka yönden de alt gelir gruplarına yapılan aktarmaların adil dağılımı sağlayıcı ve temerküzü önleyici özelliği açıkça ortaya çıkar.
Kapitalist paradigma içine İslam'ı yerleştirmek
Çalışan ve çalıştıran münasebetleri eski ve evrensel olmasına rağmen işçi meselesi Batı'da, Sanayi Devrimi'nin bir boyutu olarak ortaya çıkmıştır ancak bu meselenin ele alınışı kültür ve toplumlara göre değişmektedir. Günümüzde, emeğin toplam gelir içindeki payı azalmakta olduğu gibi gelir dağılımı daha da bozulmaktadır.
18'inci yüzyıl sonlarında önce İngiltere'de ortaya çıkan Sanayi Devrimi, 'serbest rekabetin refah getirmeden zenginlikler üretebileceğini' ispatlamıştır. Ona göre Sanayi Devrimi üretimin artmasını, mekanik buluşların etkisiyle üretkenliğin yükselmesini ve sabit sermaye yatırımlarının görülmemiş bir hızla gelişmesini sağlamıştır fakat artan zenginlik, sefaletin de yaygınlaşmasına; büyüyen üretim, sınıf çelişkilerinin keskinleşmesine ve üretici kitlesinin sosyal itibarının kaybolmasına yol açmıştır. Kısacası Sanayi Devrimi teknolojik gelişme ve kitlesel üretim yanında işsizlik, düşük ücret, kötü çalışma şartları ve yaygın sefaletle birlikte gerçekleştirilmiştir. Osmanlı toplumundaki yüksek ücret vakıasının Sanayi Devrimi'nin bu toplumda oluşmama sebeplerinden biri olduğunu belirtelim.
Sanayi Devrimi'ni ve modern kapitalizmi hazırlayan süreçte sermaye birikiminin büyük yeri vardır. Bunu sağlayan da Merkantilist dönemde yoğunlaşan deniz aşırı sömürgecilik ve köle sömürüsüydü. Bu türden bir ekonomik gelişme İslam'a yabancıdır. 20'nci yüzyılın başlarına kadar İslam ülkelerinin kapitalizmin tahakkümüne girmesinin de etkisiyle İslam, Müslümanlar ve tasavvuf suçlanmıştır. Meselenin bir sistem meselesi olduğunu görmeyen bu anlayış bir şekilde devam etmektedir. İslam paradigması içinde meseleye çözümler aramak yerine kapitalist paradigma içine İslam'ı yerleştirme düşüncesi hâlâ etkilidir. Bu şekilde de Müslümanların hâkim olacakları vehmedilmektedir.
Kapitalizm, refah üretmeden zenginlikler ve zenginler yaratırken insanların emeğini kullanıyor. Gerçekte bu zenginliklerde bunları üreten emek sahiplerinin hakları vardır. Şahsiyetin belirleyicilerinden olan mülkiyet, tarihimizde görüldüğü gibi, küçük ve yaygın olmalıdır. Büyük mülkiyet ve büyük sermaye fertlerin elinde olmamalı, devlet elinde olmalıdır. Aksi takdirde gelir dağılımı bozulur, halk içinde birbirine düşman iki zümre oluşur. Çünkü günümüzde içtimai sınıflaşmayı belirleyen de emek ve sermayedir. Herhalde en önemli bölücülük türü de bu olsa gerektir. Mülkiyet, şahsiyet ve hürriyetle ilgili olduğu için mülkiyet büyüdükçe ona sahip olan kişinin de hürriyeti büyür ve toplumun hürriyetini tehdit etmeye başlar. Bu durum, ancak mülkiyetin büyümesine engel olunursa önlenebilir.
Sömürü, iş olmadığı gibi işsizliğin ve ahlaksızlığın temelidir. Gerçek anlamda emek sarfederek geçimlerini sağlayanlar toplumun örnek gösterilmesi gereken insanlarıdır. Ahlakın temelinde emek vardır. Emeğin aşağılanması, büyük sermaye ve servetin, sınıf farklarının ve bütün zorbalıkların kaynağıdır. Kendi emeğiyle yaşamayı dinî bir temel olarak tanıyan insan zorbalık yapamaz.
Emanet ehline verilmeli
Günümüz ekonomilerinin temel sorunu, bir ahlaki problem olan işsizlik sorunudur. Çoğunluğunu İslam ülkelerinin oluşturduğu az gelişmiş (daha doğru bir deyişle az kapitalistleşmiş) ülkeler ise daha da kötü durumdadırlar. Sanayi kapitalizmi sermayeyi yüceltirken emeği aşağılamıştır ve insanlar arasına telafi edilemeyecek düşmanlık unsurları koymuştur. Hz. Peygamber, doğru tüccarın peygamberler ve sıddıklarla birlikte haşrolacaklarını buyururken ticaretin ne kadar sorumluluk isteyen bir meslek olduğunu vurguluyordu. Toplum hayatının işlemesi, emanetleri ehline vermekle kabildir. Toplumun kaderini belirleyen de mülkiyetin ehline verilip verilmemesidir.
Günümüz kapitalizmi hem zenginlerde hem de emekçilerde ruhi ve maddi sefaletler yaratmaktadır. Kapitalist hayat tarzı insanlardaki ahlakı öldürmüştür. Bu hayat tarzı, insanlar istese de ahlak ortamı oluşturmaz. Modern toplum; kazanmak, dövmek, hatta öldürmek üzerine kurulmuştur. Geçmişin, zencileri vahşi hayvan gibi avlayıp emek piyasasına süren sömürgecilerinin, kadın ve çocuk işçileri acımasızca sömüren sanayicilerinin ve toplama kamplarında toplu imha gerçekleştirenlerin torunları günümüzde belki insan haklarını en çok savunananlardır ama bu durum bu temeller üzerine kurulu modern hayatın temel özelliklerini değiştirmez. Bu hayat tarzı sermayeyi ve tekniği ön planda tutuyor, insan ise bunların işine yaradığı sürece değerlidir. İnsan, tekniğin ve sermayenin önünde olma hakkına sahip değildir. Söz gelimi modern toplumda, otomobil insandan daha değerlidir.
İktisadın bir din ve ahlak hayatına bağlanması insanlığı esirlikten kurtarabilir. Küçük sanayi içinde, iktisadın bir din ve ahlak hayatına bağlı olması medeniyetimizin önemli bir unsurudur. Bugün iş ahlakından ayrılmış olan iktisadi hayat kapitalist medeniyetin temelidir. Sermaye sahipleri insanların emeğiyle kendilerine saltanatlar kuruyorlar. Çünkü bu hayat tarzını oluşturan Batı medeniyeti, sömürü, büyük üretim, büyük tüketim ve harcama hırsına dayanmakta, ahlaka dayanmamaktadır. Geçmişte iktisadi hayatımız ahlaka bağlıydı. Sistemin temelini oluşturan küçük üretici yani küçük esnaf, tüccar ve köylü iktisadi faaliyeti ahlaktan ayırmamıştı. Oysa günümüzde küçük esnaf kazanç hırsıyla acınacak bir duruma düşmüştür. O ve özellikle büyük sermaye sahipleri ruhlarının kurtarılmaları gereken gerçek birer 'felaketzede'dirler. Esnaf dernekleri sadece teşkilatın çıkarlarını gütmemeli, ahlaki bir denetim özelliğini de taşımalıdır. İnsanları bütün ömürlerini sadece kazanç peşinde koşmaktan kurtarmak, onların insanlıklarını ön plana çıkarmak gerekir.