Popüler kelimesini ilk ne zaman duyduğumu anımsamıyorum ama bu kelimeyi duyduğumdan beri 'popüler'le başım belada. Kaynaklara baktığımda popüler kelimesinin 1924'te Mehmet Bahaettin tarafından hazırlanan Yeni Türkçe Lugat'ta kullanıldığını ve anlamının da, 'Halkça sevilen' olarak belirlendiğini gördüm. Fransızcadan (populaire) tüm dillere yayılan kelimenin Latince kökeni ise (populus) 'halk, kamu, cumhur' anlamlarını ihtiva ediyor. En basit anlamıyla popüler, geniş halk kitleleri tarafından seçilmesi ve beğenilmesi anlamında diğer kültür seçeneklerinden ayrılıyor. Popülerde bir çoğulculuk var. Buradaki 'en geniş kitleler' meselesi ise düşündürücü. Mesela bu genişliğe kim karar veriyor, popüler olan kültür nesnesinin yayılacağı geniş kitleler önceden planlı bir araştırmanın sonucu olarak mı seçiliyor ya da popülerin yayılması bir tür tevafuk eseri mi oluyor? Tartışmalar muhtelif, konu hakkında yazılanlar ve söylenenler de öyle. Bir de işin başka bir tarafı var, o da popüler olan şeye karşı verdiğimiz ilk tepkinin de yine zamanla popüler kültürün içinde bir şıkka dönüşmesi. Yani 'popüler olan' kendini üreteni de, ona karşı çıkanı da yine popüler kültürün içinde bir yere konumlayabiliyor.
Popüler olandan korkanlar, popüler olanın karşısında konumlananlar, popüler olanı herkes sevdiği için onun aşağıda bir yerde olduğunu düşünenler, popüler kültürün hemen karşısında yüksek bir kültür olduğundan söz ediyorlar. Doğal olarak kültürü popüler ve yüksek olarak iki ayrı öğeye ayırdığımızda önümüze çıkan seçeneklerden bazıları iyi oluyor, bazıları kötü. Bir seçenek kaliteli, diğeri kalitesiz. Biri yüksek ve seçkinci bir kültürün nesnesi oluyor, diğeri harcıâlem ve daha düşük bir kültür nesnesi. Bu mesele üzerine kafa yorduğum ilk günden beri aklıma takılan şu; yüksek kültür derin ve saygıdeğer (kravatlı) kabul edilirken, nedense popüler kültür daha aşağıda bir konumlamaya maruz bırakılıyor.
Yüksek kültür dediğimiz şeyden anlayabilmek için ek bir çaba gerektiği söyleniyor hep. Yüksek bir eğitim, daha seçkinci yönelimler ve zevkler… Mesela bizde yüksek bir kültürün müziği olduğu düşünülen 'caz' müzik çıkışı itibariyle popüler bir kültürün nesnesi oysaki.
Öyleyse popüler kültür çevremizdeki her şeyin içine sızabilirken, yüksek kültür bunlardan sadece birkaçının içinde yer alabiliyor. Popüler kültürün enstrümanları genelde ticari ve vazgeçilmez. Hatta öyle ki, bir popüler kültür nesnesini size satmak isteyen pazarlamacı, o olmadan yaşayamayacağınıza ikna etmek istiyor sizi sürekli. Bu tarafıyla bir popüler kültür nesnesi hem toplumun ilgi alanlarının bir tür aynası, hem de onu yönlendirebilme yeteneklerine sahip. Yüksek kültürü seçtiğini söyleyenler popüler olanın basit hayaller kurmamızı sağladığını da söylüyorlar. Demek işin temelinde müthiş bir basitlik de var. O yükseklikten görülemeyecek bir basitlik. Yüksek kültürün bize kurdurmayı düşündürdüğü hayaller tarihten, edebiyat kahramanlarından, mitolojiden seçilirken, bütün bir kültür hazinesi popüler kültürün konusu olabiliyor; Süpermenler, cinler, halk hikâyeleri, Kan Kalesi cenkleri, Hacivat Karagöz vb. Bu hazineleri kullanım biçimi neyin ne kadar satacağı ile yakından alakalı çünkü. Yüksek kültür ise bir şeyin çok satmasından, pazarlanabilir olmasından şikâyetçi. Yüksek kültür ihtiva eden eserlerin hep daha sağlam, estetik açıdan daha güzel ve incelikli olduğunu düşünmeye yatkınız tam da bu yüzden. Popüler kültür ise yüzeysel ve özensiz geliyor bize.
Popüler kültür her sanat eserinin imitasyonunu çıkarabilir, tekrar edebilir ve onu kendi endüstrisi içinde satışa hazır bir nesne haline getirebilir. Hiçbir zaman işin ahlaki yanına bakmaz, kendi içinde bir ahlak tesis etmiştir. Satılıyor ve paylaşılıyor olması o şeyin ahlaki tutumuyla yakından alakalıdır çünkü ahlaki ölçü, popüler olanın çok para getiriyor olması sayesinde gerilere itilmiştir. Para vadetmese bile meşhurluk vadeder ve çoğu zaman bu bile paranın ve ahlaki ölçülerin atlanmasına yol açabilir.
Her dönemin popüleri farklı
Popüler ve yüksek kültür arasında duygusal, psikolojik bir seçmecilik hali hâkim. Müslüm Gürses dinlemeyi tercih edenlerle Münir Nureddin Selçuk dinlemeyi tercih edenler, duygusal olarak da birbirinin zıddı bir dünyayı temsil edebilirler (ya da sınıfı). Oysa ikisinin de söylediği şarkılar farklı sözler ve müziklerle bestelenmiş de olsa, yeri gelir aynı duygulara hitap eder. Aynı duyguyu farklı vericilerden almayı tercih ederiz. Tamamen beğenilerden örülü bir duygusal seçmecilik vardır burada. Dolayısıyla bir dönem yüksek kültür olan bir şey daha sonra rahatlıkla popüler kültürün bir nesnesi olarak yeniden üretilebilir.
Gramsci, "Bir eser ne kadar popüler ise onun kültürel, ahlaki ve duygusal içeriğinin ulusal ahlak ve hislere o derece de hitap ettiğini" söyler. Bu anlamda her dönemin popülerlerinin değiştiğini gözlemleriz. 90'larla birlikte hayatımıza giren özel TV'ler ve radyolar marifetiyle pop müzik en popüler konularımızdan biriydi. Serbest piyasa ekonomisinin ve her alana yayılan (kültürde, müzikte, ekonomide) özelleştirme çabasıyla birlikte toplumun konuştuğu şeyler hızla değişebiliyordu. Siyasetin hemen yanına eşlik eden futbol tartışmalarıyla birlikte beslenen magazin kültürü de hayatımızın vazgeçilmez konularından biri olmuştu. Sonra dine ait meseleler popüler oldu. 1400 yıldır orucu neyin bozup neyin bozmadığını bilen ve öyle amel eden bu toprakların insanları, TV'deki hocalara 'sakız orucu bozar mı' benzeri sorular sormaya başladı. Din gibi herkesin, hatta ateistlerin bile hayatını ilgilendiren konular uzun yıllar popüler kültürün değişmez konularından birisi oldu. Onun yanına gariptir ki cinsellik tartışmalarını eklediler. Bu konuların raf ömrünün sonsuz olduğunu bilenler, 2000'lerden sonra artan mesela Neşet Ertaş ilgisini doğru dürüst anlayamadılar bile. Bu benim her zaman ilgimi çekmiştir. Müzik görüşü olarak ayrı yerlerde duran Ahmet Kaya ve Neşet Ertaş ilgisi, popüler kültürün ameliyat edemediği ilgiler arasındadır. Neredeyse kendi kendine gelişen ilgilerdir bunlar.
'Popüler olan' ve 'popüler yapılan' diye ikili bir ayrımı elzem görüyorum burada. Herbert J. Gang'ın Yüksek Kültür ve Popüler Kültür adlı kitabında okuduğum ayrımlara benzer ayrımlar bunlar. Eski Yunan'dan beri mevcut olan 'yüksek kültür' ve 'alçak kültür' ayrımı, her dönemde farklı bir giysi ile giydirilerek gösteriyor kendini. Mesela sopranoların söylediği şarkılar yüksek bir kültürün ögesi gibi anlaşılırken, 2000'li yıllarda soprano olup da pop ve türkü söyleyenlerin çoğaldığını gördük, giysi değişti ve yüksek kültürün olan bir şık, hemen popüler kültürün içinde kendisine yer bulabildi. Eski Yunan'da yönetici sınıf ve o sınıfın yanaşmaları resim, heykel ve benzeri sanatları, yani 'el emeği' ile yapılan tüm işleri mekanik ve harcıâlem sanat dolayımında değerlendirmişler. Yüksek sanat kavramını icat edenler yüksek ve kibar sayılan bürokratlar yani. Dolayısıyla bu yüksek olanın karşısında olan her şey halkın seçtiği ve sevdiği şey olduğuna göre bayattı onlara göre. Bu ayrımın artık çok değiştiğini biliyoruz çünkü önceden yüksek sayılan kültürel nesneler bile zamanla alçak kültürün nesnesi haline dönüşebiliyor ya da tam tersi oluyor.
Marksistlere göre 'yüksek kültür' ve 'alçak kültür' ayrımına burjuvazi son veriyor. Aristokrasinin en büyük düşmanı olan burjuvazinin bu savaşına bazıları muazzam bir kültür hesaplaşması olarak bakıyorlar. Frankfurt Okulu'nun çokça tartıştığı 'kültür endüstrisi' meselesinde Adorno, kültürdeki 'yüksek' ve 'alçak' ayrımının korunmasından yanaydı. O yüzden 'alçak kültür' terimi yerine zamanla 'popüler kültür' terimi oturdu. (Kiç ve kitle kültürü tanımlamalarını da eklemek lazım tabii).
Popüler endüstriye hoş geldiniz!
Köken itibariyle yıllardır tartışılan bu meseleden çıkmak çok da kolay değil. Yüksek kültür iyidir, alçak kötüdür demek çok büyük bir kolaycılık ya da 'neye/kime göre' sorularını da beraberinde getiriyor bu tartışma. Nitelikli ürünleri önemsiyor oluşumuz, yüksek kültür ögelerine duyduğumuz yakınlık ya da alçak kültürün bir ögesi olan mesela bir pop müziğinin dilimize hemen dolaşmasını nasıl açıklayacak ve sindireceğiz?
Popülerlik tartışmalarının edebiyat dünyasındaki yansımaları da ilgi çekici. Mesela şiirde, hikâyede, romanda büyük olduğunu düşündüğümüz yazarlar aynı zamanda yaşadıkları çağda da karşılıklarını bulmuş insanlardı. Edebiyatımızda -Oğuz Atay'ı dışarıda tutarsak- öldükten sonra değeri anlaşılan yazar sayısı çok azdır. Mesela bir dönem belirli yayınevleri ve çevreler Nahid Sırrı Örik'i yeniden keşfedilen 'büyük' bir yazar olarak pazarlamayı denediler. Hatta Örik'in bir romanı, bir filmin senaryosuna bile konu oldu ama zamanla Örik'e atfedilen değer aslına rücu etti. Dolayısıyla (hemen ilk aklıma gelen) Yahya Kemal Beyatlı'dan Halid Ziya Uşaklıgil'e, Attila İlhan'a, oradan Cahit Zarifoğlu'na kadar edebiyatta büyük saydığımız isimler yaşarken de büyüktü ve hatta dönemine göre popülerdi. Buna rağmen her popüler olanı tu kaka ilan etmek gibi 'popüler' bir huyumuz var. Bir yazar hem sosyal medya fenomeni olup, hem TV programları yapıp, hem de popülerlikten şikâyet edebiliyor. Oysa yapılan işin popüler kültürün dışında bir yeri neredeyse kalmadı.
İki yıldır bir TV programının (Her Kişi Niyetine) hazırlayıcıları ve sunucularından biriyim. Yani her cumartesi gecesi iki saat süren bir canlı yayının içindeyim. Lacivert Dergi'nin yazı işleri müdürüyüm ve çeşitli dergilerde ve mecralarda yazılar yazıyorum. Ara sıra başka TV'lere çıktığım da oluyor. Kitaplar yazıyorum ve doğal olarak bir sosyal medya kullanıcısıyım, dolayısıyla bizzat kendim popüler kültürün tam da içindeyim. Bunu reddedemem. Önceleri reddederdim fakat bir gün yolda rastladığım bir hacı amca tüm görüşümü kökünden değiştirdi. Amca yanıma yaklaştı ve selam verdi, selamını aldım ve amcanın kol kuvvetiyle yolun kenarına, amcanın aklındaki konunun içine çekildim. Fakiri TV'den izlemiş ve beni yolda görünce hemen aklına gelmiş, kolumu çeke çeke canlı yayında şunu dememi istedi benden; "Söyle camilere güzel ezan okuyan teypler alsınlar, bu lisanı bozuk müezzinlerden bıktık artık!" Popüler kültür endüstrisine hoş geldiniz!