Değişik kültürlerin mutfaklarından lezzetler tatmak, sonra da bunların bazılarını getirip ev ahalisinin önüne koymak bir maharet mi yoksa bir kabahat mi bilemiyorum. Zaman zaman bu tür deneylere girişen biri olarak bu işin etkileri üzerinde pek düşünmemiştim. Ta ki Paris'te yediğim ve çok beğendiğim bir sebze çorbasını çocuklarımın önüne koyana kadar. 15 yaşında ve Tanzimat devri romanları okumaya merak salmış olan oğlumun artık bu kadarına(!) da dayanamayıp isyan ettiği o an olmasaydı bu konu üzerine düşünmek belki de bir başka bahara kalacaktı.
Yedi-sekiz çeşit sebzenin Türk usulü çorba terbiyesinden geçmeden, sadece haşlanarak çorbanın içinde yer alması, pek az sevilen sebze çorbasını iyice dayanılmaz hale getirmiş olacak ki, çocukcağız bunları ne namına çekiyoruz dercesine yüzüme karşı:
-Meftuun! diye haykırdı. Suratıma bir tokat yeseydim herhalde daha az sarsılırdım. Kendimi son derece zayıf argümanlarla savunmaya çalışırken, zihnimde Şıpsevdi'nin Meftun'undan başlayarak, Araba Sevdası'nın Bihruz Bey'ine, Yalnızız'ın Besim'inden, Aşk-ı Memnu'nun Behlül'üne kadar bir dizi tip resmigeçit yapmaya başlamıştı bile.
Arada kalmış ruhlar
Meftun, Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın meşhur Şıpsevdi romanının başkahramanı. Paris'te bir süre yaşadıktan sonra memleketine dönen Meftun, Fransız yaşam tarzını benimsemiş biri. Celâl Ali Ahmed'in o çok yerinde tabiri ile söylersek; bir 'garbzede'. Kendi kültürünü inkâr eden ve Batı kültürü ile kompleks üzerinden ilişki geliştiren biri. Bu öyle bir ilişki ki, Batı kültürüne, bilimine, felsefesine hâkim olmamakla birlikte, Batılı görüntüye dair bütün unsurlara kafayı takmış vaziyette. Yani aslında Meftun bir 'gardırop Batıcısı' ve bu haliyle arada kalmış bir ruh halini temsil ediyor.
Bu arada kalmışlık hali esasen Batı dışı toplumların son iki yüzyıldır yaşadıkları travmadan bağımsız bir durum değil. Batı'nın 19'uncu yüzyılla birlikte başarılı bir siyasi ve askeri güç olarak ortaya çıkması karşısında özellikle İslam dünyasında iki ana tepki ortaya çıktı. Bunlardan biri milliyetçilik, Turancılık, İslamcılık, muhafazakârlık gibi değişik adlarla anılmakla birlikte esasen elde olanın yeniden ihyasını ve muhafaza edilmesini hedefleyen düşünsel pozisyondu. Bu düşünsel pozisyon Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde değişen veçheleri ile karşımıza çıkmış olsa da Batı'nın tartışmasız galibiyeti karşısında gerilemek durumunda kaldı.
Öte yanda ise değişik isim ve ekollerle anılsalar da özünde Batı'da olan ve Batı'dan gelenle sorunlarımızı çözebileceğimizi varsayan ve genel olarak Batıcılık başlığı altında toplanabilecek düşünsel pozisyon yer aldı. Batıcılık, İslam dünyasında iş başına gelen siyasi elitlerin benimsediği bir pozisyon olduğu için siyasal ve toplumsal bir projeye dönüşerek, pek çok Batı dışı toplum gibi Türk toplumunu da Batılılaşma sürecinin muhatabı haline getirdi. Bu süreç son iki yüzyıl içinde derinleşerek devam etti ve içinde bulunduğumuz çağda artık sonuçlarını konuşmaya başlayabileceğimiz bir olgunluk evresine ulaşmış oldu.
Batıcılık, gündelik yaşam ve pop
Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de Batıcılık dalgasının en dolaysız sonuçları gündelik yaşam alanında ortaya çıktı. İnsana ait ne varsa derinliğinin azalarak, sathi bir forma bürünmeye başlaması, yaşanan değişimi tanımlayan en belirgin unsurlardan biri haline geldi. Bu sathileşme kültürün ve kültürel pratiklerin de yüzeyselleşmesine ve 'pop' olanın hâkim kültürel öğe haline dönüşmesine yardımcı oldu. Bu hâkimiyet özellikle kitle iletişim araçları sayesinde toplumun kılcallarına kadar ulaştı ve toplumu değiştirip dönüştüren ana kültürel kod haline geldi.
Oysa dünya Batı kültürü ile bu kadar hemhal olmuş bir yere dönüşmeden önce tüm medeniyetlerde, 'pop' olan, yani avamı ilgilendiren kültürel pratikler bir yere kadar etkiliydi. Toplumun gideceği yönün ve geleceğine dair tasavvurun belirlenmesinde, bu konuda derinleşen, emek ve zaman harcayan kesimlerin azımsanmayacak bir etkisi vardı.
Özellikle kitle iletişim araçlarının giderek çeşitlenmesi ve etkinlik alanlarının artmasıyla birlikte bu durum değişmeye başladı. Artık her şeyin sınırlarını çizen, insan ilişkilerine dair kalıplar öneren, hayatı yaşayışımızı, ölümü algılayışımızı, Yaratıcı ile ilişkimizin başladığı ve bittiği yeri, aşkı, öfkeyi, nefreti hissetme ve deneyimleme biçimimizi bize öğreten unsurlar mutlak surette 'pop'un alanı içinde kalan unsurlar olmaya başladı. Televizyonlarda yayınlanan diziler, sinema filmleri, eğlence programları, 'reality show'lar, çok satan romanlar, her biri birer popüler kültür ürünü olmakla birlikte dünyayı algılayış biçimimize yön veren ana mecralar haline geldiler.
Bu durum siyaset hatta felsefe söz konusu olduğunda bile değişmeden devam ediyor. Önemli politik tartışmalar Faceebook, Twitter gibi popüler mecralar üzerinde, tartışılan başlık hangisiyse o konu hakkında derinleşmiş kimseler tarafından değil, konuyla ilgili çoğu zaman hiçbir bilgi sahibi olmayan insanlar tarafından yürütülüyor. Herhangi bir konu hakkında bilgi sahibi olmadan konuşmanın kınanmadığı hatta yadsınmadığı bu vasatlarda, toplumun gideceği yönü belirlemek üzere kişiler yahut gruplar kıyasıya rekabet ediyor ve bu rekabet ister istemez siyaseti ve sosyal yaşamı belirler hale geliyor.
Artık herkes bir Meftun!
Pop olanın baskısı öyle yoğun hissediliyor ki, artık hiç kimsenin onun etkilerinden uzak bir dünyada yaşama şansı bulunmuyor. İnsan yaşamı adeta Instagram, Facebook ve türevleri üzerinden yeniden üretiliyor. Asılların değil suretlerin değerli ve görülmeye değer hale geldiği bu ortamda akıştan kurtulmak öyle pek de kolay değil. Zira her gün her dakika siz isteseniz de istemeseniz de, popüler olan, güçlü mecralar tarafından hayatınızın içine adeta zerk ediliyor. Çok ünlü bir Hollywood yıldızını yahut bir rock şarkıcısını ismini bilmeseniz bile simasından muhakkak tanıyorsunuz. En çok tıklanan, paylaşılan videoyu izlemeseniz bile hakkında mutlaka malumat sahibi oluyorsunuz. Meşhurların kavgalı, gürültülü boşanmaları, ayrılıkları yahut aptalca oluşu nedeniyle milyonlarca kişi tarafından izlenen bir şarkı siz kaçsanız bile sizi kovalayıp bulabiliyor. Çocuklarınızı artık istediğiniz, tercih ettiğiniz, beğendiğiniz biçimde yetiştirme şansınız bulunmuyor. Bir noktaya kadar bunu başarsanız bile, belli bir yaşa geldikten sonra 'pop'un biçimlendirdiği bu dünyaya tek başına göndermek zorunda kalıyorsunuz onları.
Bundan yüz küsur yıl önce eser veren Tanzimat devri yazarlarını kıskanmamak elde mi? Zira bir tercih sahibi olma lüksünü kullanıyorlar ve toplumlarına dönüp bu tür Batıcılık iyi değil, bu kültür çok bayağı, taklitçilik çok kötü diyebiliyorlar. Beğensek de beğenmesek de eleştirel mesafeyi koruyabildikleri bir çerçeve içinden konuştuklarını görmek bile insanı imrendiriyor. Oysa bugün eleştirel pozisyonda durmaya, derinleşmeye dair çabalar çoğunlukla gündelik yaşamın duvarına tosluyor. Zihniniz size entelektüel bir pozisyon önerse bile gündelik hayatınız bambaşka bir hikâye anlatabiliyor. Dede Efendi, Itrî dinleyelim derken Adele'i mırıldanırken bulabiliyorsunuz kendinizi. Çocuklarımız Klasik Türk Musikisi öğrenseler ne iyi olur deyip, onları imkân bulduğumuzda gitar yahut piyano kursuna gönderdiğimiz de bir şehir efsanesi değil. Ailecek en sevdiğimiz etkinlikler arasında nedense bir Holywood filmi izlemek ilk sıralarda yer alıyor. Fazla düşündürmeyen, komikli(!) bir şey olsa hele tadından yenmiyor. Mahremiyet, ailenin kutsallığı, tevazu gibi kavramları dilimize doluyoruz da, eşimizle geçirdiğimiz güzel bir günü yahut ailecek yaptığımız bir pikniği Face'te paylaşmadan rahat edemiyoruz. Spor salonlarına doluşup şöyle koştum, böyle amuda kalktım, şu kadar zayıfladım yahut sevgilimle şöyle gezdim, böyle tozdum, şurada bunu yedim, şunu içtim türü paylaşımlar ise işlerin artık ne kadar çığırından çıktığının delilleri olarak sosyal medyanın değirmenine su taşırken, hepimizi değiştirip, dönüştürmeye devam ediyorlar.
Liste uzayıp gidiyor ve bir gün kendimizi mutfakta Fransız usulü sebze çorbası yaparken yahut Berlin sokaklarında fellik fellik 'strudel' ararken buluyoruz. Ölmeden önce gidilecek/görülecek yerler listeleri katalogdan çıkmış gibi birbirine benziyor. Avrupa kentleri o listelerde nedense hep başköşelerde kendilerine yer bulurken, bir mülteci kampını ziyaret etmek, bir yetim doyurmak kabilinden içinde 'biz' olmayan şeyler pek az müşteri bulabiliyor. Zihnimiz bunları bir küreselleşme havarisi edasıyla, farklı kültürel pratikleri tanımak adına yaptığımızı söylese de, deneyimlerimizin kahir ekseriyetinin 'pop' ve Batılı tarzda olması dikkat çekiyor. Aslında çoğumuz söylemekten hoşlandığımız gibi deneyimleme, farklılıkları keşfetme merakının peşinden gitmiyoruz. Yalnızca bize sunulan seçenekler arasından, imkânlarımız muvacehesinde ve gönlümüze hoş gelen tercihlerde bulunuyoruz, fakat belki de kendimizi iyi hissetmek için bunu üst bir entelektüel zevk gibi sunmaya çalışıyoruz. Ta ki bir çocuk çıkıp 'kral çıplak!' diye olmasa da; 'Meftuun!' diye bağırana ve zihnimizde işleri epey karıştırana dek…