Şarkıcılı iftarlar, oyunculu tanıtımlar derken, AK Parti'nin Başbakanlık'taki son 'ünlüler geçidi'nde Başbakan Ahmet Davutoğlu bizlerle Kültürel Kalkınma Eylem Planı'nın detaylarını paylaştı. Davutoğlu, sanatın ideolojik kutuplaşma aracı olmasından duyduğu rahatsızlığı dile getirirken, ideolojik kutuplaşmanın merkezindeki belki en temel taşlardan biri olan özel tiyatro sektörüne verilen desteğe yapılan yüzde yüz zammı da açıkladı. Diğer medeniyet, külliye, ihya gibi kavramların belirsizliği yanında bence en net ve somut açıklama da buydu. Her ile bir tiyatro ve özel tiyatrolara destek, bana Cumhuriyetin 'Türkiye'nin her yerinde Hamlet ve Othello izlemeyen kalmayacak' projesini anımsatıyor. Ne de olsa altyapısız her iş biraz ısmarlama değil midir? Hâlihazırda tiyatro sektörünün, bütünüyle şikâyet edilen kültürel iktidarın elinde olduğunu da hatırlayalım. Güzel işler yapılmıyor mu, elbette yapılıyor ve desteklenmeli ama sürdürülebilir bir kültür kalkınma projesinin bir ayağı, oyun beğenmediği için yıllarca sahneye çıkmadan devletten maaş alan devlet tiyatrocularını yahut diktatörlük hissi yaratarak küçük çıkarımıza hizmet edeceğiz diye bir türlü Sovyet Rusya coğrafyası oyunları oynamaktan vazgeçmeyen belediye tiyatrolarını da ele almalı değil mi, soruları aklımızda birikiveriyor.
***
AK Parti'nin iktidarda geçirdiği sürenin en başından beri çok konuşulan bir konu var: Bir kültür politikamız yok, kültür alanında çok zayıfız, kültürel iktidar bizde değil. Öyle ki bu kültürel iktidar meselesi, aynı meseleler etrafında yazıla çizile, söylene söylene neredeyse içi boş bir kavram haline geldi. Fakat bu eleştiriye yakın zamanda can simidi olmuş bir başka açıklama da yok değil. Şöyle başlanıyor söze, "Üstadım, doğru söylüyorsunuz ama bireylerin hayatı açısından 10-15 yıl çok önemlidir, devletlerin ömrü cihetinden bakarsanız, bu zaman zarfı neredeyse hiçbir şeydir." AK Parti'ye yapılan her eleştiriyi mantıklı bir zeminde savuşturmak isteyenler için bu açıklama ilaç gibi geliyor, neredeyse her gittiğimiz toplantıda duyduğumuz bir motto oluyor: "Cumhuriyetin onca tahribatı var azizim. Gelenekten koptuk efendim. Hiç bunca kayıp birkaç iktidar devrinde tamir olabilir mi? Altyapıyı kurmamız lazım beyler, yeni bir dil oluşturalım, kendi kavramlarımızı ortaya koyalım…" Bu cümleler boşlukta uzuyor, eğilip bükülüyor ve tekrar kuruluyor. Haklılar mı, evet haklılar. Doğru söze ne denir? Ama burada birkaç çelişki var. Karşımızda bir sosyal hareketlilik olarak doğmuş ve geride bıraktığı o 'devletlerin hayatındaki kısacık sürede' hiç de azımsanmayacak kökten değişiklikler yapmış, yapmaya aday, hâlâ toplumu dönüştürme noktasında en güçlü aktör olarak onaylanmış bir AK Parti var. İki, eğer en başından beri dönüştürücü bir azimle yapı taşları oluşturulmaya çalışılsa ve bir kültür politikası ortaya konabilseydi, bugün bu tartışmayı yaparken biraz daha vicdanlı olmak icap edebilirdi ama ne öyle bir kaygı oldu ne de öyle bir tartışma...
İbrahim Tenekeci, 27 Nisan tarihli köşe yazısında, en başından beri Kültür Bakanlığı'nın hemen gözden çıkarılabilecek bir bakanlık olmasına işaret etmişti, nitekim Ertuğrul Günay kazası konunun en yakın örneği.
***
Mesele, dindarların kurallarını kendilerinin belirleyemediği, aslında çok evvelden kemikleşmiş ve bir şekilde belirlenmiş olan piyasa koşullarında iş yapma konusundaki yetersizlikleri. Sorunun bütünüyle kültür yoksunluğu ve kalitesizlik olduğunu düşünmüyorum.
"Biz beceremiyoruz bu sanat işini" cümlesi bütünüyle kompleksli bir cümleden başka bir şey değil. Kurucu yayın yönetmeni olduğum Lacivert Dergi'nin 2'nci yılını kutlarken bir anımı anlatayım. Bildiğiniz gibi Lacivert Dergi'de henüz sanat hayatının erken dönemlerinde olan ama mutlaka eser vermiş olan sanatkârlara yer veriliyor. Bu isimler tam da şu meşhur 'kültürel iktidar' kaygısını aklımızda tutarak seçtiğimiz, ince elekten sık dokuduğumuz isimler. Her ay bu kadar ince bir elekten geçirerek bir isim bulabilecek miyiz diye düşünürken, tam iki yıl oldu ve hâlâ listemiz dolu, hamdolsun.
Bizim kültür politikasında eksiğimiz, birinci dereceden üretim sorunu veya insan kaynağı değil. Piyasa koşullarını değiştirmek için adım atmamak, kısa vadeli projeler üretmeye çalışmak, rafine bir kültür ürünü ortaya koymak derdinden uzak olmak. Bunun için ya belediyelerle ya da devlet kurumları ile iş tutmaya çalışmak; mümkünse içinde medeniyet, Osmanlı gibi cümleler geçirmek, gelenekle bağ kurma iddiası ile ucuz kalitesiz işler çıkarıp günü kurtarmak… Çevrenize bir dönüp bakın, çokça örneğini göreceksiniz. Devletin yapıcı ve kalıcı politika üretemediği, en azından gelecek işleri uzun vadeli planlayamadığı bir ortamda ancak bu olabilir. Gerekli bağlantıları kuramıyor, gerekli kurulları oluşturamıyor, zaten az yapılan üretimi bile değerlendirip bir yere koymaktan aciz kalıyoruz. Buna karşılık ya dışlayıcılık, ya ahbapdaşlık bizi esir alıyor. "Bizim bir arkadaşın projesi vardı", "biz de insanımıza sahip çıkalım"ın ötesine gitmeyen cümlelerle kendini kısıtlayan, hâlbuki yıllarca dışlanmış kitlelerin sesi olan bir partinin benzer mekanizmaları işleterek bu alanda yapılan sanat üretimini kendi sahasında ortaya koyamadığını görüyoruz. Sonuç: Hüsran! En büyük teşvikleri alanlar, en büyük itibarı görenler yine homurdanıp durulan o malum 'kültürel iktidar' sakinleri oluyor. Hiçbir iktidar ne bütünüyle bizim ne de sizin olan veya onların diyeceği bir sanat politikası üretemez, üretmemeli… Sanat, sanattır ve birinci sınıf iş, birinci sınıf iştir. Bu noktada, şeffaf yapılar oluşturarak dezavantajlı ve bugüne kadar bu alanların dışında tutulmuş sanatçılara teşvik ve gayret vermek başka bir şeydir, kültür politikası adıyla tiyatro teşvikine zam yapmak ve girişimciye sponsor olmak başka bir şeydir. Hele de Türkiye tiyatrosu bu halde iken.
***
Maalesef son dönemde kurumsallaşmasını, şeffaflaşmasını beklediğimiz yapılar daha kısır ilişkiler içine giriyor ve daha da içlerine kapanıyorlar. Bunu da anlamak mümkün aslında, çünkü var olan piyasa koşulları; hizipçi, rekabetçi, dışlayıcı ve kısır… Sanat, üretime ve yeniliğe kapalı, kendi oligarşisi ve korkaklığı içinde, dar bir tanıma hapsolmuş, kendi özgürlüğünü başka herkesin üzerinde tutan, bunu da açıkça söyleyen ve kendine dar bir çevrede en yüksek payeyi biçen ve işte benim ederim budur diyerek bunu her kuruma dayatma becerisine sahip olan bir kitlenin elindeydi. Bugün yapmaya çalıştığımız, ne gözü kapalı teşvik ve destek ne de 'şu sanat işlerini' bu kitlenin elinden illa koparmak ve benzer bir ortamı başka bir çevrede yeşertmeye çalışmak olmamalı. Gelenekten kopuşu, şık kafelerde kahve servisini Osmanlı tipi gümüş zarflarda yapınca telafi ettiğini düşünen zihniyetlerin aslında bir evvelkinin benzeri olduğunu görmek gerek. Hani bizim asıl derdimiz o şık kafe ile idi? Zümreleşmek, daha otoparkının valesinde başlayan sınıf ayrımına dur demek, çizgi çizmek ve hakla, adaletle muamele etmekleydi? Değil, çünkü bu kuralları biz koymadık ve içerikle ilgilenmeye hiç vaktimiz yok, formu değiştirip geçiyoruz. Ve maalesef bunu bulunduğumuz her yerde aynı şekilde yapıyoruz.
Tenekeci'nin yazısına dönersek, son zamanlarda sanatçı olarak muhatap alınan kimseler için hepimizin dikkatini çeken ama bir türlü kimsenin ortaya koymadığı bir konuya değiniyor: "Eli kalem tutanlardan ziyade, sahne dünyası ve eğlence sektörüne mensup isimler tercih ediliyor. Mikrofon yahut kamera, kalemin ve kitabın önüne geçiyor." Tenekeci, bunu söylemekle kalmıyor, isim de veriyor açık açık: "Acun Ilıcalı, Hande Yener, Alişan, Ercan Saatçi, Necati Şaşmaz, Yavuz Bingöl vs." diyor ve arkasından hemen ekliyor: "Bu manzara birilerini rahatsız ediyor mu, bilmiyorum. Bildiğim, hakkaniyetli olmadığı, iyi görünmediği."
Açıkçası Davutoğlu'nun şarkıcı ve oyuncu bir kitle önünde açıkladığı sanat adımları için yazacak çok şey var ama ben sadece şunu söyleyip geçeceğim: Galiba bizlerin yapıcı ve kalıcı adımlar atmaktansa 'kültürel iktidar' kavramını salt cümle içinde kullanmak daha hoşumuza gidiyor. En büyük mesele iktidar endeksli ve iktidar olma kaygıları ile hareket eden politikalar üretmek. Zira o politikalar için de eli kalem tutanlardan çok şarkıcılar ve oyuncular faydalı birer araç oluyor.