Popüler, medyanın bize sattığı Popülizm, halkın ihtiyaç duyduğu
Şair, yazar ve yayıncı Hakan Arslanbenzer'le 'popüler' ve 'popülizm' kavramları üzerine konuştuk. Aynı zamanda Popülist Kültür Derneği'nin de kurucusu olan Arslanbenzer, popüleri halka ve medyaya ait olan diye ikiye ayırarak, "Popülizm, halkın gerçek ihtiyacını tespit edip elitizme karşı bunu koymak. Halkın becerisini, yeteneğini, özgünlüğünü, aklını savunmaktır" diye konuştu.
'Popüler kültür' kavramını son yıllarda çok duyuyoruz. Genel hatları ile tanımlarsak popüler nedir? Popülerin kültürü nasıl oluşur?
Popülerin iki manası var. Biri doğal manası, halka ait olan anlamında. Diğeri ise popüler kültürün popüleri, medyanın popüleri. Medyada görünür olan şey popülerdir. Bu ikisi arasında bazı ciddi farklar da var. Yani medya topluma ait olan her şeyi göstermediği için nelerin gerçek anlamda popüler olduğunun ölçümü gibi bir konu var. 'Dolmuş' mesela halk arasında popülerdir ama medyada 'dolmuş' karşımıza çıkmaz. Herkes dizilerde lüks arabalara biner, dolmuş gösteriliyorsa eğer o 30 saniye falan sürer. Halkın gerçekten yaşadığı, tanıdığı, bildiği, devam ettirdiği şeyle medyanın halkın itibar ettiği budur dediği şey arasında çok ciddi farklar var. Bu bir zıtlaşmaya neden oluyor.
Popüler kültürü tenkit eden ve destekleyen tartışmaları düşünürsek, popüler kültürü toptan zararlıdır ya da faydalıdır diye nitelendirebilir miyiz?
Popüler kültür konusunun Türkiye'ye giriş şekli ile ilgili şöyle bir durum var; bu konu iletişim fakültelerinin medya çalışmaları arasına girdi. İletişim fakültelerinde bulunan sol eğilimli hocaların bir reaksiyonu da söz konusu oldu. Bununla ilişkili olan Birikim dergisi çevresinin popüler kültür çalışmaları oldu. Onlar da reaksiyoner bir tavır içerisine girdiler. Hatta onlardan Murat Belge, "Popüler kültürün içinde olmadan popüler kültürü eleştirmenin fazla bir faydası olmayacaktır" demişti. Onlar popüler kültürü eleştirirken iki şey yapıyorlardı; birincisi, medyayı eleştiriyorlardı, ikincisi ise halkın popüler olanını eleştirmek istiyorlardı. İletişim fakültelerindeki çalışmalarda bir ayrım var. İşte çok basitleştirirsek, popüler kültür ticaridir, toplumu var etmeye yöneliktir ama kitle kültürü kendiliğinden olduğu için iyidir gibi bir mantık da var. Bunlara çok dışarıdan baktığımız için popüler kültürün işleme biçimi üzerinde çok durulmadı. Medyada bir haber nasıl işleniyor ya da bir magazin haberi nasıl yapılıyor? Geçen benim kayınpederim izdivaç programlarının senaryo olduğunu söyledi. Biz ona şunu anlatamadık eşimle beraber; senaryo olup olmaması halkı çok ilgilendirmiyor çünkü bu programları izleyenler dizi izler gibi seyrediyor zaten. Senaryo olsa da olmasa da program kendi hayatı için bir risk taşımadığı için Dallas izler gibi izliyor halk. Dallas da çok eleştiriliyordu zamanında. Türkiye'de aslında akademik olmayan popüler kültür eleştirisini ben ilk defa Dallas'ta görmüştüm. Herkes Dallas'ı ahlaki olarak çok yargılıyordu. Toplumu ahlaksızlaştırdığına dair bir inanış vardı. Kötülüğü tabiri caizse öven bir dizi olduğu için bu böyleydi. Ama Dallas toplumu ahlaksızlaştırmadı, kimse Dallas'taki hayatı yaşamıyor. Bunların hep proje olduğu, Türkiye'yi bölmek için yapılan planlı işler olduğu söylendi. Medyanın insanları olumsuzluklara yönlendirmek gibi bir tarafı olduğu söylenir. Televizyonun çoğunlukla eğlence amaçlı olduğu çok sonra 90'larda fark edildi. Bunun dedikoduya benzeyen bir eğlence olduğu anlaşıldı. Kendi hayatında bir karşılığı olmadığı ve sana bir zararı dokunmadığı sürece dedikodudan daha zararsız olduğu fark edildi. Çünkü gerçek insanları konuşmuyorsun, televizyonda olup bitenleri ya da bu işe kendini vakfedenleri konuşuyorsun. Türkiye'de popüler kültür ve medya konusu Avrupa'daki gibi olsun isteyenler var. Amerika'dakine benziyor çünkü medya. Temelde medya derken televizyon öne çıkıyor ve gazeteler üzerinde çok fazla durulmuyor. Gazeteler her zaman siyasi bir şey olarak algılandı.
Bugüne baktığımızda evlilik, müzik programları da Dallas gibi masum mu?
Dallas masum demedim. Demek istediğim Dallas örnek alınamaz. Çünkü insan yapısına uygun bir şey değil. Biz bir kere petrol zengini değiliz.
Dallas, kötünün kötü olduğunu söylüyordu diyelim o zaman. Peki, şimdi bu ithal programları nasıl değerlendirebiliriz?
RTÜK'ten sonra bir Türk aile yapısı hikâyesi geldi biliyorsunuz. 90'larda televizyonlarda eğlence programlarından filmlere kadar erotizm vardı fakat erotizm şu anda tamamen kırpılmış durumda. Toplumun alıştırılmak istendiği şeylerdi bunlar. Dallas'tan yola çıktık ya hani, diyelim ki Halit Ziya Uşaklıgil'in Aşk-ı Memnu'su Türk Dallas'ı olarak televizyonlarda uzun süre döndü. Çoğunlukla da orta yaşlı kadınların izlediği bir dizi oldu. Halit Ziya'nın Aşk-ı Memnu'su oradaki hileleri, kötülükleri göstermek istiyor. Bu insanlar neden kötü oldular gibi kısmi bir çözümleme var ama temelde ahlakçı denilebilecek bir yapı var. Netice itibariyle bütün o kötülükleri yapan insanlar bir şekilde cezalandırılıyorlar fakat roman, televizyon dizisine dönüştürüldüğünde 'prime time'da olabilecek kadar cinsellik sunumlu oluyor. Bu dönüşümü sağlamak için de oradaki yasak aşk ön plana çıkarıldı, tabiri caizse övgüsü yapıldı. Romanı okuduğunuzda Bihter'den nefret edersiniz, onu küçük görürsünüz ama diziye baktığınızda Bihter'in tarafını tutarsınız. Senaryo gereği öldüğünde cenaze merasimi düzenleyen izleyiciler oldu. Bu insanlar kafayı mı yedi diyebilirsin ama insanlar bunun sadece bir eğlence olduğunun farkındalar. Romandaki eğitici özün ortadan kalktığını görüyoruz. Esas mesele bu aslında. Televizyon dizilerinden tartışma programlarına kadar bu yapımların insanları eğitmek, bilgilerini artırmak gibi bir amaçları yok. Hatta belgesellerde bile görsellik ve senaryo ön planda.
'Halk bunu istiyor' diyor yapımcılar. Popüler kültür dediğimiz şey halk bunu istiyor diye bir şeyler yapmak mı?
Yani medyacıların yarışı söz konusu her şeyden önce. Bir de medya var, medya var. Halk ne istiyor? Flash TV'yi nasıl açıklayacaksın o zaman? Halk televizyona baktığında gerilmek, kıyamet senaryoları işitmek istemez. Bu konuda medyacılar haklılar fakat Türkiye'de medya taklit olduğu ve programlar da aşağı yukarı çakma olduğu için halkın ne istediğine karar verirken bunun sosyolojisini mi yaptılar, bu konuda bir ilimleri mi var? Yok tabii ki. Bunun tek makinesi var. Onun da ne kadar hakkaniyetli çalıştığı kendi aralarında bir tartışma konusu. Reklam pastasından pay alma meselesi. Sonuçta belli reklamların yayınlanması gerekiyor. Bu reklamların tanıttığı ürünlerin satılması gerekiyor. Halkın çoğu bu ürünleri almıyor. Dolayısıyla halkın yüzde 80'ini bazen ilgilendirmeyen bir şeyden bahsediyoruz. Halk bunu istiyor denen şeyle halkın zaten karşılaşmadığını görüyoruz. Halk bunu istiyor meselesi şu şekilde doğrudur: İzlenmeyen program ilelebet sürmez.
Popüler olana karşı negatif bir bakışımız var, önyargıyla yaklaşıyoruz ama hepimiz onun içindeyiz bir şekilde. Bu konuda sizin yorumunuz ne? Popüler olan şey illa çok kötü bir şey midir?
Türkiye'de insanların ortalamasının kafasındaki popülerin karşılığı 'meşhur'dur. 'Menşur' yaygın demek, meşhur da şöhret sahibi demektir. Bilinen, tanınan demek ve hep olumlu manasını çağrıştırır insanlarda. Almanların bir atasözü var; "Meşhursa iyidir." Bu mantık bizde de var. Bir şey meşhursa bu iyiye işarettir fakat popüler dediğimizde 80'lerden beri gelen eleştiriye takılıyoruz. Yüksek elit kültür, entelektüel kültür varmış gibi… Muhakkak vardır fakat onun ne olduğuna nasıl karar vereceğiz? Televizyonda bir eğlence programında arabesk, pop, Türk Halk Müziği çalmasın ama klasik müzik çalsın. Niye? Eğer ben bir şeyi dinlemek istemiyorsam bana neden zorla onu dinlettiriyorsun ki? Birinin kötü, öbürünün iyi olduğuna nasıl karar verdik? 44 dakikalık bir senfoninin iki dakikalık bir türküden daha iyi olduğunu nereden anlayabilirsiniz? Onda daha çok enstrüman varmış. Bir tek sazla birden çok ses çıkartabilirsin. Klasik müzik her zaman azınlıktadır. Batı müziğinin yüzde birini oluşturur. Hollanda'da ya da Almanya'da, İngiltere'de ve Amerika'da çok daha belirgin bir şekilde yüksek kültür kurumlarınca klasik müzik dinletileri yapılıyor. Mesela bizde de yüksek kültür kurumları olan Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü, Başbakanlık Senfoni Orkestrası var. Bu kurumlar klasik müziği topluma mal edebilmek için bir şey popüler olduğunda, mesela Bruce Springsteen'i orkestranın önüne koyarlar, onunla birlikte çalarlar. Kendisi Amerikan toplumu için çok popüler bir isimdir.
Bizde İbrahim Tatlıses'in klasik müzikten daha iyi olduğunu düşünüyorlar. Bir şey nasıl popüler olabilir? Popüler kültürün kötü bir şey olduğunu söyleyenler; "toplum maldır, koyundur, onların kafası çalışmaz, benim kafam çalışıyor" diye düşünürler. Senin kafan neden çalışıyor? Çünkü yabancı dil biliyorsun ve yabancı kültürden bir şeyler edinmişsin. Bizim televizyon pazar günü klasik müzik konseri verirdi, toplum ona 'pazar kanseri' derdi. Hani köylü kurnazlığı çok olan, kendini müdafaa edemediği zaman kaçınma yöntemini çok iyi kullanan bir millet. Kolay kolay kandırabileceğin bir millet değil yani, çünkü çok fazla kandırılmış. Dolayısıyla da seçimlerini çok seri ve rastgele yapıyor, içinden geldiği gibi. Mesela İbrahim Tatlıses neden popüler? Türkü söylüyor çünkü adam. Ama Ciguli de popülerdir, nasıl açıklayacaksın bunu? Şu var; Ciguli'yi hafife alarak, İbrahim Tatlıses'i benimseyerek izliyorlar. Halk da tek parça değil neticede. Diyelim ki Alevi deyişleri belli yörelerin yöresel müziğidir fakat bugün Kadıköy'ün yöresel müziği oldu. Bu ikinci yöresellik de çok kalitesiz.
Popüler yarışma programlarını nasıl değerlendiriyorsunuz peki?
Adamın biri Survivor diye bir şey icat etti. Onun, cinsellik, gerçek anlamda aç bırakma gibi bazı çirkin kısımlarını kırpıp Türkiye'ye getirdiler. Bir iki derken on senedir dönüyor. İnsanlar oradaki dedikodulara çok prim veriyorlar. Ünlüler ve gönüllüler diye de ilginç bir şey yapıldı. İlginç olan şu, orada tanınmayan ve tanınanlar var. Halkın çoğunluğu ünlüleri tutuyor. Ben mesela Yattara'yı tutuyorum, çünkü adamın nasıl çalım attığını hatırlıyorum. Halk ünlülerden birini terk ettiği zaman o artık elenir ama gönüllüleri pek tutmuyorlar. Burada sosyal psikolojik bir durum var. İnsan tanıdığının daha iyi olduğunu düşünür. Sürekli komşuyla görüşe görüşe, dışarda bir yerde özellikle aranda bir kavga da yoksa kendi komşunun yanında durursun, o sana daha sempatik ve güvenli gelir. Sosyal psikolojik şeyler Avrupa ve Amerika'da medya çalışmasının bir parçası olarak kullanılıyor. Türkiye'de böyle şeyleri yalandan yapıyorlar, seçim anketleri gibi. Diyelim ki sekiz hafta anket yapıyorsun, bir tanesinde seçim sonucuna yakın bir şey yakalıyorsun ama o partiye gidip; seçimi kaybedeceksin abi diyerek anketi satamazsın. Çok yakın rakamlar deyip başka rakamları satarsın. Oynama yapılmasa bile o partinin önde olduğu anketi ona, başkasının yüksek olduğunu öbürüne satarak sekiz tane farklı anket yayınlamış oluyorlar. Biri sadece doğru olduğu halde çıkıp biz sonucu doğru bildik diyorlar. Hâlbuki sen sekiz tane farklı anket yayınladın hepsinde de farklı sonuç çıkardın. Medya çalışmalarını da böyle yapıyor bizimkiler. Televizyon ve internet yayınlarında popülerlik birinci planda değil, ideoloji birinci plandadır. Belli kanallar belli şeyleri yayınlamak zorundadır. TRT'den başlamak üzere etik kuralları var oranın. TRT'de bir şey yapılsın, izlemesek bile hepimiz tepki gösteririz çünkü bizim kanalımız gibi görüyoruz. 40 yıllık da bir geçmişi olduğu için zihnimize yapışıp kalmış. İşte "İyi akşamlar sayın seyirciler" diye Türkçeyi şekillendirmede bir başarısı var TRT'nin. Alışkanlık haline geldiği için öyle konuşup yaşayan insanlar olmasak bile, TRT'den hep öyle olmasını bekliyoruz. İngilizler de BBC gibi yaşamıyorlar. BBC'nin kara mizahı, pozitifliği günlük hayatlarında yok.
Biliyorsunuz bazıları için tiyatro dokunulmaz bir alan, müziği, sinemayı eleştirebilirsin ama tiyatroya dokundurmaz, tiyatro bizde hiç tartışma konusu olmaz, eleştiremezsin.
Tiyatro eleştirileri okumuştum. Bize tiyatro ile ilgili rapor vermesi için davet edilen bir Alman eleştirmen, büyük bir Alman ciddiyetiyle tiyatroları izlemiş ve bazı sonuçlara varmış: "Reji yok, sahneler rezil, kostümler kötü, oyunlarınızdan bir şey anlamadım ama diksiyonlar muhteşem, bu durumu anlayamadım" demiş. Bizde dublajlar da öyle... Araplar, Hülya Koçyiğit, Türkan Şoray filmlerini bizden satın alıyorlar ve diksiyonumuza hayran oluyorlar. Hülya Koçyiğit kendi sesleriyle oynamak isterken, yapımcılar halkın dublaj istediğini söyleyerek reddediyorlar. Mesela Kadir İnanır. Kötü çekilmesine rağmen Tatar Ramazan'da kendi sesini kullandı ve İnanır efsanesi bitti, Kadirizm sona erdi ama Tatar Ramazan şimdi büyük bir efsane oldu. Özetle, diksiyon konusunda çok dikkatliler, o da dil devriminden, yani bir dil inşa etme meselesinden kaynaklanıyor. Bunun temelinde de şiir var aslında. Adamlar belli dayatmaları yapıyorlar. Mesela tiyatroyu dayatıyor ama dayattığı tiyatronun bir geçmişi yok, kendi içinde bir süreçselliği yok. Türkiye'de tiyatro meşrutiyet döneminde yayıldı. Tuluat var mesela, halk bunu izliyor, topluma yayılmış bir şey. Tuluat Fransa'dan geliyor ama altını kurcaladığımızda bizim oynadığımız şekliyle Karagöz-Hacivat hikâyesi çıkıyor. Aydınlarla dalga geçme konusu mesela. Tiyatro dendiğinde kastedilen şey, devlet tiyatrosu, şehir tiyatroları ve özel tiyatrolar… Bunlara sürekli ödenek istiyorlar. Bunun kendi iktidarı olduğunu iddia ediyor. Yahu senin iktidarın olsa benim drama ile ilgili zihin yapımı senin belirlemen lazım. Hâlbuki benim drama ile ilgili zihin yapımı belirleyen adam Kemal Sunal. Mesela bir gün evde yemek yemek üzere mutfağa geçeceğiz, televizyonu kapatıp geçecekken kapat tuşu yerine yanlışlıkla kanal değiştirdim ve Şabanoğlu Şaban filmi denk geldi. Oğlum, baba iki dakika izleyelim dedi. O iki dakika oldu yirmi dakika. Ben belki yirmi beş kere izledim, oğlum beş kere izledi en az ama yine kahkahalar eşliğinde izliyoruz. İşte bunun bir iktidarı var. Kendini izlettirebiliyorsan bu bir iktidardır ama kültürün iktidarını tırnak içinde, çok yumuşak algılamak lazım.
Bugünlerde çok konuşulan kültürel iktidar meselesiyle siyasi iktidar meselesi de sıkça birbirine karıştırılıyor…
Siyasi iktidarın gücü seni engellemeye yahut senin fiziksel olarak önünü açmaya yöneliktir. Devlet mesela bir düzenleme yapar, kanun çıkarır, teşvik alırsın, bir işe girer işletme açarsın. O krediyle çok para kazanırsın. O, sana bunu yaptıranın iktidarıyla alakalıdır. Kültür teklifle, ikna ile, telkinle iş yapar. Ben sana bir şey sunarım, bir şiir yazarım; sen eğer o şiirden hoşlanıyorsan, o şiir seni eğlendiriyorsa veya o şiir sende bir damara dokunuyorsa, sende kalıcı bir etki bırakıyorsa bir anlamı vardır. Kalıcı derken bir iki gün de olabilir bu. Mesela sevdiğim bir arkadaş olan Onur Ünlü'nün 'Ah Muhsin Ünlü' adıyla yazdığı şiirleri okuduğumda çok beğenmiştim, kıskandım da hatta fakat 48 saat sonra etkisi geçti. 48 saat bir iktidar kurdu üzerimde. İşte şiirin de iktidarı böyledir. Kültürün iktidarı da budur. Diyelim ki insanlar, laminat parke yaptırıyorlar evlerine. Onun bir etkinliği ve yaygınlaşma yeteneği var. Daha farklı türü çıkana kadar yaygınlaşmaya devam edecek. Bina cephesini kapatmak da kültürdür. Bunu yapma biçimi, ustası, malzemesi, apartman yönetiminin karar vermesi hep kültürdür. Bunun topluma yaygınlaşması ise kültürel bir başarıdır. Kültür, mesela yoğurdu nasıl yiyeceğimizin hesabıdır. Sen benim yoğurdu nasıl yiyeceğimi belirleyebiliyor musun? İşte kültür böyle serbestiyetler alanıdır. İnsan, engellenerek kültür edinmez. Belli başlı kalıplar vardır ve her kalıp aslında üstü örtülü bir engelleme de içerir. Örneğin çıplak dolaşmıyoruz. İşte kültürün böyle bir engelleyiciliği var ama giyinmek şartıyla istediğini giyebilirsin. Biz lisedeyken ceket-pantolon-gömlek; gömleğin üzerine de okulun rengi olan hırka ve kazak giymek zorundaydık. Renkli kazak giyerek, kravatın sadece boğum kısmını göstererek aşmaya çalışıyorduk bunu. Bunun bir kültürü oluşmuştu. Mesela saçımıza jöle sürerek, saç uzatarak bunu aşmaya çalışırdık. İnsan böyle bir serbestlikle hareket eder kültür alanında. Şimdi bu kültürel iktidar biziz diye çırpınıp duranların bizi yönlendirme yetenekleri yok denecek kadar. Tam aksine bunların taklit ettiği Batılıların bizim üzerimizde, kılık kıyafetlerimizden kurumlarımıza kadar etkisi çok daha fazla. Siyasette olmasa dahi kültürde iktidarız diyenler Batı'nın buralardaki komiserleri. Çünkü görev almış gibi hareket ediyorlar. Diyelim ki bu işin mali kısmı da var. Örneğin Türkiye üzerinde belli bir konunun etkili olmasını istiyorsun. Bunun menşei de Avrupa'dır çoğunlukla. Bu iş şimdi çok kolay, AB fonlarına başvuruyorsun; "Ben Türkiye'de böyle bir rezalet çıkaracağım bana para verin" diyorsun, onlar da; "Çok güzel, sen çok rezil birisine benziyorsun, al sana para bunu yap" deyip veriyorlar parayı. Türkiye'de kültürün iktidarı ile ilgili problem şu: Türkiye'de kültür yok değil, kültür demek aynı zamanda iktisat demektir. Kültür olan her şeye para harcıyoruz. Devlet de para harcıyor, insanlar da para harcıyor. Bir ara Soros'un Türkiye üzerinde çok ilgili olduğu meselesi vardı. Soros, Türkiye'ye her sene 5 milyon dolar ayırıyordu. Devletin sadece Kültür Bakanlığı'nın ayırdığı para 5 milyar dolardı. Şimdi bu kadar çok para harcayarak kendi iktidarını kendi içinden çıkaramıyorsan burada bir problem var.
Yani o adamlar kültürel iktidar biziz diyorlar fakat popüler olamıyor, halktan kabul görmüyorlar mı?
Gerçekte öyle bir dertleri yok zaten. Batı'ya ait bir hayatı yaşamak istiyorlar. Rahat rahat yaşayamadıkları için de sinirliler. Yaşıyorlar ama rahat değiller. Mesela Hollanda'da yapamayacakları şeyi burada yapıyorlar. Almanya'da parkta oturup bira içemezsin, yok böyle bir şey. Türkiye'de camide bile içersin, parkta da içersin. Git bir kilisenin bahçesinde otur iç içebiliyorsan, zaten oturamazsın bile. Saygı göstermek zorundasın. Oradaki halkın zihin ve ruh yapısıyla kültürel kurumlar ve kültürün işleyiş biçimi yüzde yüz olmasa bile ciddi anlamda örtüşür. Orada da çünkü çoğunluk ve azınlıklar var. Toplumun her kesimi her şeyden memnun değildir ama kültür savaşının olduğu, tanımlandığı yer Almanya'dır. Bundan söz eden ise Bismarck'tır. Bismarck kilisenin toplum üzerindeki etkisini kırabilmek için 'kulturkampf' dediği bir kültür savaşı başlatır. Bir nevi Türkçeye tercüme edilecekse, hükümetin sekülerleştirici, laikleştirici etkisidir bu. Türkiye'de de bir sözüm ona kültür savaşı yapıldı. Çin'de mesela onun adı kültür devrimidir. Türkiye'de inkılaplardır onun adı. Topluma karşı yapıldı Türkiye'de, başka bir kurum olmadığı için. İran'da mesela medrese bir kurumdur, hakikaten güçlü bir yapı. İran'da medreseye karşı bir eylem yapabilirsin, bu kültür savaşı olur. Zaten şunu söyleyelim, yüzde yüz özdeşlik söz konusu değil ama Şah Rıza Pehlevi medreseye karşı yürüttüğü kültür savaşını kaybetti ama Türkiye'de böyle bir kurum yok. Ne varsa halkta mündemiç. Bugün halkın sahiplendiği şeyler çok enteresan. Hafif ticari aracın arkasında Osmanlı tuğrası oluyor. Bunun altındaki özgüveni ve arayışı karşılayacak bir kültürel yapı, işleyiş ve iktidar söz konusu değil Türkiye'de.
Dünyada popüler kültür araştırmalarına baktığımızda, bu işin eleştirisini en çok Marksistler yapıyor. Bizde böyle bir şey gelişmemiş. Bunun sebebi nedir?
Avrupa'da Marksistlerin yaptığı şeyi bence Türkiye'de İslamcılar yapıyor. Bir şeyin niteliğini tespit ve olması gerekeni teklif… Marksistlerin Avrupa'daki işlevi budur. Onlar toplumun yaşamıyor gibi yaşayan üyeleridir. Bir Marksist, sosyal demokrat gibi yaşar ama Marksist gibi düşünür. Almanya'da sosyal demokratın bir hayatı var ama Marksist'in bir hayatı yok, Marksist şeriat geçerli değil. Türkiye'de de İslami şeriat geçerli olmadığı için İslamcı bir muhafazakâr gibi yaşar ama bir Müslüman olarak, bir İslamcı olarak düşünür. Dolayısıyla da olanı tespit edebilir. Hayatın içinde olduğu için, halktan kopuk olmadığından… Şeriat hâkim olmadığı için o hayatını tam yaşayamaz, onun için de yüzde 15'lik 20'lik bir açık kalır, o boşluğa da teklif denebilecek, proje denebilecek şeyleri koyar, bir öneri sunar topluma. Şu an aslında toplum İslamcılara bakıyor. İslamcıların biraz farkında olması gereken şey bu. Çünkü iktidarlarından da söz ediliyor İslamcıların. Bence İslamcıların iktidarı söz konusu değil ama düşünsel anlamda böyle bir iktidar var. Çünkü İslamcıların ne dediği üzerine kurulu her şey. İslamcılar bize ne teklif sunuyor gibi sorular var. Benzer bir şey 20'nci yüzyıl boyunca Marksistler için söz konusudur çünkü Marksistlerden bir şey beklersin. Bu adamlar kendilerini toplumu değiştirmeye, düzeni değiştirmeye vakfetmişler, dolayısıyla da bunlar neyi beğenmiyor acaba, neyi eleştiriyorlar? Türkiye'deki Marksistler de fena değildi eskiden fakat geriye Ertuğrul Kürkçü kaldı. Orada düşünce adamı demeye layık olan Hikmet Kıvılcımlı'dır mesela. Tarih üzerine kurduğu bir yaklaşımı vardır. Kıvılcımlı'nın toplumu algılayışıyla Kürkçü'nünki arasında çok ciddi bir fark var. Kürkçü artık bir dili bile olmayan bir insan. Türkçe konuşmuyorlar, Türkçe düşünmüyorlar, Türkiye onların umurlarında değil. Şablonlarla düşünmeye alışık oldukları için geçmişten beri, Türkiye Arnavutluk gibi mi olsun, Yugoslavya gibi mi olsun, Çin gibi mi olsun, mesele buydu birçoğu için ama Türkiye nedir, Türkiye tam olarak ne durumda? Dediğim gibi, Türkiye'nin ne olduğunu tespit etmek için İslamcılar hâlâ elverişli pozisyonda, bence kaybetmeyecekler de bu pozisyonu, çünkü İslamcıların ait oldukları bir Batı ülkesi söz konusu değil. Yurtdışında örgütlenen, Batı'da örgütlenen bir düşüncenin mensubu değilsin.
Edebiyat eserlerinde popüler olanın kalıcı olması durumu nasıl oluyor? Mesela Mevlid veya İstiklal Marşı Türkiye'de en popüler metinlerden ikisi ama öbür tarafta başka popüler metinler de var. Bunlarda nitelik ayrımı nasıl yapılabilir?
Bende jest ve mimik oluşturup oluşturmadığına bakarım. Wittgenstein da estetiği mimiklere benzetir. Bir keresinde Orhan Pamuk'un Yeni Hayat romanını okuyan birisini izlemiştim vapurda. Yayıncılığın öldüğü bir zamanda yüz binlerce satış yapmıştı kitap. Kadın romanı bitirdi, yüzünde hiçbir mimik olmaksızın kapattı, çantasına koydu. Bir romanı bitiriyorsun yani, romanın sonu… Karamazov Kardeşler'in sonunu düşün, o roman ölmez mesela çünkü mimik jest heyecan, bitmesini istemediğin bir şey var orada. Ben Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü okumadım, Tanpınar bitmesin diye. Bende bu hevesi, heyecanı, kaygıyı, buna benzer birçok duyguyu oluşturan bir şey, eğer topluma yayılmışsa bir süre sonra kurumsallaşıyor, İstiklal Marşı gibi, Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i gibi.
Popülizm ve popüler kavramlarına ilginiz var, Popülist Kültür Derneği'ni kurdunuz. Bu kavramları nasıl yorumluyorsunuz?
Popülerle popülizm kökeni aynı olan kelimeler. Biri sıfat, diğeri isim. Popülizm, popülerin ideolojisi. Popülizm ideolojiler arası, halkın elçisi gibi bir şeydir. Türkiye için konuşursak, İslamcılığın içinde de, Sosyalizm'in içinde de, Kemalizm'in içinde de mündemiç olan ortak bir ruh halidir, beklentidir. İnsanların çoğunun daha iyi yaşamasını, daha onurluca yaşamasını istemek demektir. Halkçılık kelimesini CHP'ye ait bir şeymiş gibi algılandığı için kullanmak istemedim, yoksa anlamı halkçılıktır. Halkçıların içinde milliyetçiler de var. Bizim ilk milliyetçilerimiz aynı zamanda halkçılarımızdır. Popüler, medyanın bize sattığı; popülizm ise halkın gerçekten ihtiyaç duyduğu şey. Bu ikisi arasında böyle bir ayrım var, teorik olarak da pratikte de. Popülizm, halkın gerçek ihtiyacını tespit edip, elitizme karşı bunu koymak. Halkın becerisini, yeteneğini, özgünlüğünü, aklını savunmaktır. Biz Popülist Kültür Derneği'ni kurduğumuzda Türkiye'de siyaset çok monoton bir yapıya kavuşmuştu. Siyaset içinden siyaset yapmak mümkün görünmüyordu. O yüzden kültürün içinden bazı şeyleri söylemeliyiz, bazı ihtiyaçları belirlemeliyiz diye düşünmüştüm fakat ondan sonra aşırı siyasete boğulduk. 2010 yılının sonunda derneği kurduğumuzda Arap Baharı bile ortada değildi. Ondan sonra dünya yandı. Bugün olsa Popülist Kültür Derneği'ni kurmazdım, çünkü bu gürültüde cümle kurarak konuşmanın pek de işe yarar bir şey olmadığını düşünüyorum. Tekrar cümle kurmaya başlamak için önce bu siyasi boğuşmadan kurtulmamız lazım.
Teşekkür ederiz.
HAKAN ARSLANBENZER KİMDİR?
1971 Kars doğumlu. Kars Halitpaşa İlkokulu, Ankara Atatürk Anadolu Lisesi ve İstanbul İngilizce Öğretmenliği'nden mezun oldu. ODTÜ İİBF İşletme Bölümü'ne devam etti, bıraktı. 1993'ten itibaren çevirmen, editör ve metin yazarı olarak çeşitli işyerlerinde çalıştı. İstanbul'da yaşıyor. Evli, üç oğlu var. 1994'ten itibaren şiirleriyle dergilerde göründü. Şiir yayımlamaya devam ederken 1996'da eleştirel denemeleri de çıkmaya başladı. 1996-97'de Şehrengiz, 1999-2005 yılları arasında Atlılar, 2002 yılında Huruç dergilerinin yönetiminde bulundu. 1996'dan itibaren neo-epik şiir görüşünü savundu, teorisini kurdu ve yayın alanında tebarüz etmesini sağladı. 2005 Eylül'ünden beri Fayrap'ı çıkarıyor. 2011'de Avangard Yayınları'nı kurdu. DailySabah gazetesinde haftalık portre yazıları yazmaktadır. Şairin yayımlanmış beş şiir kitabı, ayrıca eleştiri ve denemelerinden oluşan beş düz yazı kitabı vardır.