Ahmet Edip Başaran: Gösteri çağında popülerlik

Gösteri çağında popülerlik
Giriş Tarihi: 16.05.2016 12:16 Son Güncelleme: 16.05.2016 12:19
Ahmet Edip Başaran SAYI:24Mayıs 2016
Popüler kültür, gösteri toplumunun akciğerleridir. Onunla nefes alır, onunla geniş halk ve kesimlerine yayılma imkânı bulur. Halk, halkçılık gibi belli bir kültürel altyapıya, anlam haritasına sahip kelimeler, gösteri sarmalının içinde renk değiştirir. Çünkü kendi renginle görünmene, kendi asli renginle bir kimliği bir varoluşu temsil etmene asla tahammülü yoktur gösterinin. Onun öğrenilmiş ve şeksiz şüphesiz kabullenilmiş hegemonyası altında kendi renginin dışında her türlü renge girmekte sınırsız bir özgürlüğe sahipsindir.

Modern çağa dair tanımlamalar yapılırken hız ve haz kelimelerine sıklıkla atıflar yapılır. Çünkü 'Homo Modernus'u belirleyen en temel kelimelerden birisi zamandır. Vardiyalar, çalışma süreleri, tüketim alışkanlıkları olabildiğince zaman merkezli bir kontrol mekanizmasından geçirilir. Her şeyin önceden saptanmış bir saati, zamanı vardır. Yapılacak, belki de daha doğru bir tanımlamayla tüketilecek birçok şey vardır ama saatler, dakikalar önümüze barikatlar yığar. Hızlı olmak zorundayızdır çünkü ne kadar hızlı olursak ayaklarımızın altına serilen tüketim lunaparkında daha fazla yer dolaşırız. Ne kadar yer dolaşırsan o kadar çok tüketir o kadar çok haz duyarsın. Haz, hızın gerekçesidir bir bakıma.

Dolaşmak eyleminin üzerinde biraz durmamız gerek. Yanlış hatırlamıyorsam Alfred Hitchcock'un filmlerinden birinde geçiyordu. "Boş bir vaktin olunca filanca yerde buluşup biraz dolaşalım" diyen kahramana bir diğeri şöyle karşılık veriyordu: "İki kişi bir yerde buluşunca dolaşmaz, bir yere doğru gider, yürür." Burada uzun uzadıya yürüme ile dolaşma arasındaki farkları anlatacak değilim. Bildiğim, yürümenin yürekle olan bağına karşılık, dolaşmanın kök itibariyle pek de iyi anlamlar ihtiva etmediği.

Gösteri çağı denilen olgunun beslenme kaynakları da bu iki eylem arasındaki muazzam farkta tebarüz etmiyor mu sizce de? Yürüyen insan, gösteriden ve gösterişten kaçan insandır. Yürüyen insan zaten bu gösterinin bir parçası olmama adına yürümeyi, yani zor olanı tercih etmiştir. Dolaşmak ise ortadadır, alenidir. Her dolaşma bu bitmek tükenmek bilmeyen gösterinin bir parçası olmayı gönüllü olarak kabullenişten izler taşır. Çünkü görünmek ve görülmek isteyen insan, genelde hep ortalık yerlerde dolaşır.

Gösterinin cazibesi

Gösterinin ve görünmenin, her zaman için insan nefsini kışkırtan bir cazibesi var. Bunu kabul etmemiz gerek. İnsan, olabildiğince çok kişi tarafından tanınmak, bilinmek ister. Belki de eşyanın doğası gereği bu böyle. Ne var ki, bu görünme iştiyakı kaba saba bir teşhirciliğe ve gösterişe dönüştüğü an gösteri toplumunun o sert ve katı kuralları işlemeye başlar. İnsan bireye ve sıradan bir istatistiğe, toplum ise kitleye, yığına dönüşür. Aradaki fark; cemaat kelimesi ile kolektivizm arasındaki fark gibidir. Şuur değil tepkiler girer devreye. Anlık, günlük tepkiler… Hayatıyla bir 'etki' oluşturamayan insan, ontolojik kaygılarını izale etmenin yolunu bu günübirlik 'tepki'lerde arar.

Tepki, bir şuursuzluk hâlidir. Bir kıvılcım gibi yanar ve hemen söner. Gösteri, etken değil edilgen bir insan vasfı ister. Çünkü özü itibariyle ortada bir gösteri vardır ve tüketim alışkanlıklarından hayat tarzlarına kadar insanlar bu gösteriye -dolaylı ya da dolaysız- bir şekilde katılmanın yollarına bakar. Elbette birileri tarafından belirlenmiş ve yönlendirilmiş tüketim alışkanlıkları ve hayat tarzları. Çok azımız elimize tutuşturulan bu gösterinin biletini yırtıp atma ve kendi yolunda yürüme gözü pekliğini gösterebilir.

Gösteri toplumu olgusunu ilk kez tanımlayan ve adlandıran Guy Debord, gösterinin kendini tartışılmaz ve erişilmez devasa bir olumluluk olarak sunduğunu söyler. Debord'a göre gösteri; "Görünen şey iyidir, iyi olan şey görünür" der, başka da bir şey demez. Gösterinin ilkesel olarak talep ettiği tutum da bu edilgen kabulleniştir. Bu edilgen kabulleniş, hayatında özne olamayan insanın nesne olmayı kabullenişindeki çaresizlikle aynı kapıya çıkar.

Aslı olmayan kopyalar

Özne olamayan insan, kendini birbirinden farklı nesnelerde çoğaltmanın yollarını arar. Bu nesnelerin içerisinde idol haline getirilmiş farklı kişilikler de vardır. Ne ki, bu idol kişilikler de gösterinin bir parçası olmayı peşinen kabullendikleri için kendilerine hayat hakkı tanınmış kişiliklerdir. Kendi muhalifini bile kendi içinde inşa eden ve böylece tahakkümünü ve egemenliğini sağlama alan bir sistemde elbette bu durum kaçınılmazdır.

Bize bireysel gerçeklik ya da hümanizma diye dayatılan şey de aslında bu gösterinin bir başka ayağıdır. İnsana sadece, "kendisi değilse" hayat hakkı tanıyan bir düzenekte hiç kimse vitrinin arkasında ne olduğuna dair bir merakla yaşamaz. Aslolan vitrindir. Öyle ki insanlar, vitrinlere olan uzaklık ya da yakınlıklarına göre sınıfsal ayrımlara tabi tutulurlar. Çünkü sahne orasıdır. Gösterinin kendisi de bir sahnedir zaten. Tek farkla; seyirciler aslında seyrettiklerini zannettikleri bu oyunda oyunun kurucuları tarafından seyredilmektedir.

Jean Baudrillard, simülasyon çağı olarak tavsif ettiği modern çağı anlatırken biraz da bu gösterinin ipuçlarını sunar. Her kopya bir aslın habercisidir. Tıpkı Hazreti Ali Efendimizin belirttiği gibi: "Parça bütünün habercisidir." Aslı olmayan bir kopya düşünülemez. Oysa simülasyon ve gösteri çağında asıldan çoğalan kopyalar yoktur artık. Kopyaların kopyaları vardır. Asıl olmadığı için hâlihazırda sürüp giden gösterinin aslını görmek/görebilmek erdeminden de yoksunuzdur.

Gösterinin en acı tarafı da şurasıdır: Asıl yoksa hafıza da yoktur, çünkü kopyalar geçmişi zihinlerinde uzun süre saklayamaz. Bu yüzden hafızayı, hem şahsi hem toplumsal hafızayı koruyup kollamak ağır bedeller ister. Aslından koparılan hafıza giderek kötürümleşir. Hafıza şuurdur, demişti Bergson. Şuur, hayatta etken olmak demektir, zamana ve mekâna bir özne olarak müdahil olmak demektir. Gösteri bunu hiçbir zaman istemez. Bu açıdan; giderek anonimleşen, tek tipleşen, bir örnekleşen dünyada insanın kendi aslını, biricikliğini ve sahiciliğini korumaya çalışması, yine insanın bu çağda verdiği en zor, en asil savaşlardan biridir.

Değerlerin metalaşması

Endüstrileşen bütün insan etkinlikleri, eninde sonunda çürümeye yüz tutar. Bunun modern çağda pek çok örneğini gördük, görmeye de devam ediyoruz. Sanatta, edebiyatta, müzikte, sinemada ve hatta futbolda endüstrileşmenin telafisi zor zararlarını inkâr edemeyiz. Endüstrileşme, iktisadi işleyişten kapitalist çıkar ilişkilerine uzanan bir metalaşma sürecini de beraberinde getirir.

Paraya tahvil edilmemiş hiçbir insan etkinliği kalmayıncaya değin her şey metalaştırılmalıdır. En önemlisi de değerlerin metalaştırılmasıdır. Çünkü hâlihazırda tıkır tıkır işleyen gösterinin tekerine çomak sokabilecek en esaslı tehlike, insanın fıtratında içkin olan değerlerdir. Gösteri bu değerleri de, ya ikonlaştırarak ya da metalaştırarak zararsız yani şuursuz hale getirir.

İkonlar, pazarlama teknikleri açısından oldukça işlevseldir. Gösteri, metalaştıramadığı değerleri ikonlaştırarak popüler birer karikatüre dönüştürür. Bir şeyin karikatürü, o şeyin aslını yok etmek için kullanılabilecek en etkili yöntemlerden biridir. Gösteri, gücünü buradan alır. Bir gerçeği yok etmenin yolu o gerçeğin yanına o gerçeğin bozulmuş, tahrif edilmiş, içi boşaltılmış başka bir benzerini koymaktır. Gerçeği alt etmenin yolu bu yüzden hayalden geçmez. Hayal olsa olsa bize gerçeği, aslı hatırlatan bir uyarıcı hükmündedir. Gösteri, tıpkı tahrif edilmiş gerçeklik simülasyonları gibi, tahrif edilmiş hayal simülasyonları koyar önümüze. Böylece hem gerçeklik hem hayal algımız ustalıklı bir şekilde elimizden alınır.

Popüler kültürün kodları

Popüler kültür, gösteri toplumunun akciğerleridir. Onunla nefes alır, onunla geniş halk kesimlerine yayılma imkânı bulur. Halk ve halkçılık gibi belli bir kültürel altyapıya ve anlam haritasına sahip kelimeler, gösteri sarmalının içinde renk değiştirir. Çünkü kendi renginle görünmene, kendi asli renginle bir kimliği bir varoluşu temsil etmene asla tahammülü yoktur gösterinin. Onun öğrenilmiş ve şeksiz şüphesiz kabullenilmiş hegemonyası altında kendi renginin dışında her türlü renge girmekte sınırsız bir özgürlüğe sahipsindir. Özgürlük evet, Michael Jackson özgürdü mesela. Kendi renginde var olmasına izin verilmeyen bir düzenekte o da çareyi birçok renge bürünmekte buldu. Aslını ve kendi asıl yüzünü unutturan bir çokrenklilik… Aslını yitiren kopya, kopyanın kopyası derken kastettiğimiz tam da bu değil mi?

Belli başlı kelimeler üzerinden fikir yürütürken o kelimelerin taşıdığı anlamlara eğilmekte fayda var. TDK, popüler kelimesini şöyle tanımlar: "1. Halkın arasında yaşayan motiflere, ögelere yer veren, onlardan yararlanan, halkın zevkine uygun, halk tarafından tutulan. 2. Herkesçe tanınan." Mehmet Doğan'ın sözlüğüne baktığımızda ise kelime şöyle tanımlanıyor: "1. Halkça, halkın anlayışına, zevkine uygun. 2. Halk tarafından benimsenen, tutulan." Hemen hemen halk ve halkçılık merkezinde genel kabul görmüş tanımlar bunlar. Bu tanımları okuduktan sonra aklıma acaba Yunus Emre popüler bir şair mi, sorusu geldi. Popüler kelimesinin günümüzdeki algısı göz önünde bulundurulduğunda sanırım bu soruya, evet Yunus Emre popüler bir şairdir, cevabını vermemiz pek de mümkün görünmüyor. Kelimeler ve kavramlar üzerinden algıların ve toplumsal ön kabullerin ters yüz edilmesi tam da böyle bir şey olsa gerek.

Gösteri toplumu üzerine yukarıda uzun uzadıya anlattıklarımız, bir şeyin niçin ve hangi saiklerle popülerleştirildiğinin de gerekçelerini içeriyor bir bakıma. Gösterinin bir parçası olmayı reddeden her şey değişik ayak oyunlarıyla bir şekilde oyuna dâhil edilir. Mesela Yunus Emre'yi, Mevlana'yı oyuna dâhil edemeyen düzenek, onların hayat hikâyelerini, şiirlerini kaba saba bir sevgi, hoşgörü, hümanizma romantizmine bürüyerek pazara sunar. Pazar ve pazara yolu düşen alıcılar ise zaten daha önceden hazırlanmıştır. Alışveriş için uygun koşulların oluşması beklenmektedir. Reklam endüstrisi bunun için vardır. İmajlar çağında her rengin, her desenin, her çizginin, her görselin hitap ettiği bir alt psikolojik zemin mutlaka vardır. Aslolan içindekiler değil vitrindir, ambalajdır. İbrahim Tenekeci'nin cümlesiyle söyleyecek olursak; "Ambalaj, içindekini sollamıştır."

İmajlar çağında Kürk Mantolu Madonnalar

Görselliğin inkâr edilemez albenisi içinde yaşıyoruz. Belki de bu yüzden çağımızda anlama ve algılama düzeylerimizi görseller belirliyor. Bir görsele, bir imaja pekâlâ rahatlıkla temsil hakkımızı verebiliyoruz. Kimlik, aidiyet bağları söz konusu olduğunda da yine görsel imajlar devreye giriyor. Sözün yetmediği durumlarda fotoğraflar yetişiyor imdada. Hatta fotoğraflar tek başlarına kendimizi ifade etmenin en rahat, en pratik yoluna dönüşmüş durumda. Burada üzerinde durulması gereken mesele, bu görsellerin önünde kurduğumuz suni veya sentetik dünya ile yetinmek; bu görsellerin arkasında o görsellere anlam ve ruh katan hayatın bizatihi kendisiyle yüzleşememek; tarzdan hayatın kendisine bir yol bulamamak. Bizi içindekilerden daha çok vitrin ya da ambalaj ilgilendirdiği sürece de bu yüzleşme eylemi pek mümkün görünmüyor.

Bu bahiste aklıma sosyal medyada son hız etkisini devam ettiren Kürk Mantolu Madonna kapakları geliyor. Görselliğin albenisi burada da işliyor. Kitabın kapağının yanında bu görseli tamamlayan kalem, kahve, kahve fincanı, buğusu tüten bir çay bardağı, ayraç vb. değişik nesnelerle zihnimizdeki fotoğraf tamamlanmış oluyor. Bunda ne sakınca olabilir? Bu fotoğrafın arkasındaki dünyaya nüfuz edebildiğimiz sürece bir sakınca yok elbette. Özellikle söz konusu olan yazar, ideolojik tercihlerinden dolayı yok sayılan, kafası odunla ezilerek öldürülen bir yazarsa. Hem niçin mesela bir Kuyucaklı Yusuf veya İçimizdeki Şeytan değil de Kürk Mantolu Madonna? Kürk mantoların ve Madonnaların daha önceden zihinsel dünyamızda yer etmiş karşılıkları olabilir mi sebep? Kahve fincanları ve fiyakalı ayraçların arasında Kürk Mantolu Madonna'yı gördükçe aklıma Sabahattin Ali'nin Mahkemelerde isimli kitabına da alınmış müdafaanameleri geliyor. Kürk Mantolu Madonna bir örnek sadece. Belki daha fazlası var. Bir kapağı kaldırdığımızda arkasındaki çileye, ıstıraba talip olmak… Sanırım en zoru bu ve bizler her seferinde en kolayına kaçıyoruz.

Denizi bilmek mümkün mü?

Popüler kültürü, gösteri ve gösteri toplumu metaforları üzerinden anlamaya çalıştığımız bu yazı şüphesiz meselenin bir yönü sadece. Farklı yönlerden çok daha farklı, sosyolojik, psikolojik okuma alanları açılabilir. Dikkat edilirse kültürden daha çok, popüler kelimesi özelinde bir çözümleme yapmaya çalıştık. Kültür söz konusu olduğunda önümüze seçkinci sanat tartışmalarına değin uzanan bir koridor açılır ki, bunun başka bir düzlemde ele alınması gerekir. Belki üzerinde durmamız gereken nokta, popüler kültürün tıpkı gösteri gibi tahakküm edici ve yayılmacı bir retorikle kendine bir meşruiyet alanı açması.

Bitirirken, akademisyen Ayşe Lahur Kırtunç'un popüler kültür üzerine yaptığı bir çalışmadan şu cümleleri aktaralım: "Popüler kültür çevremizdeki tüm yaşamdır. Nachbar ve Lause popüler kültürü okyanustaki suya, bizleri de suyun içinde yüzen balıklara benzetmektedir. Balıklar suyun içinde bulunduklarının, çevrelerinin tamamen suyla çevrili olduğunun ve hatta bu suyun dışında da başka ortamlar olabileceğinin, nasıl bilincinde değillerse, insanlar da popüler kültür içinde yaşarlar fakat suya her zaman çözümleyici biçimde bakamayabilirler."

Bu cümleleri okuduğumda aklıma Hayâlî'nin o meşhur dizesi geldi: "Ol mâhîler ki derya içredir, deryayı bilmezler." Bizler, içinde yaşadığımız dünyayı anlamak ve tanımak zorundayız. Bize denizi, suyu, suyun içindeki hakikati anlatacak bakışa muhtacız. Elbette aslımızı ve kendi rengimizi muhafaza ederek. Gösteri ve imajlar dünyası havai fişekler gibidir. Tek atımlıktır. Çok çabuk unutulur ve gelir geçer. İşte bu yüzden biz yürüyelim. Çünkü yürümek hatırlamak, dolaşmak ise unutmaktır.

Ahmet Edip Başaran kimdir?
Şair, yazar.

BİZE ULAŞIN