Ahlaken ve vicdanen yerli yerinde olmayan her şey zulümdür. Ve zulüm insanın kendisine yabancılaşmasıdır esas olarak. Bizim de başımıza gelen kopuşun temelinde zulüm olduğu için başkalarına her yabancı dediğimizde, her keskin ve mutlak bir ayrıştırmaya gittiğimizde, kendi nefsimize zulmediyoruz. Yerli olmak her şeyden önce vicdanın terazisini adalet denilen birimle tartma mahareti anlamına geliyor. Yerli olmanın esas birimi: Her şeyin yerli yerinde olması niyetidir.
Seksenli yıllara rastlayan ve İstanbul'da 'yabancı' tabir edilen bir lise ve üniversitede geçen öğrencilik hayatım boyunca gerek çevremizin gerek öğretmenlerimizin bize çizdiği rotanın ana izleği 'Batılıya benzemek' idi. Biraz bilerek, biraz bilmeden Batılılarla farklılıklarımızı değil hep benzerliklerimizi görmeye çalıştık bizler de. Çünkü asıl amaç, Batı'ya doğru gitmekti. Batılıya yaklaşmakla ve ona benzemekle mümkün olacaktı bu.
İki asırdan beri siyaset ve kültürel hayatımızda hâkim olan zihniyet bu benzeme sosyolojisini bize ideolojik olarak da kabul ettirmişti. 2000'lere geldiğimizde ise Batılılaşma hevesi bir nebze aşıldı, demode oldu. Bize bu istikameti gösteren ve zihinlerinde tek tip bir modernleşme algısı geliştiren kanaat önderleri, hocalar, profesörler hayal kırıklığı içinde savrulmaya başladılar büyük ölçüde. O kadar ki, 'hayat tarzı' tabiri çok uzun bir süre bu toplumun en popüler ideolojik ve kimlikçi kavramlarından biri dahi oldu.
Ön yargılarıyla, peşin hükümleriyle kendi yaşadıkları topraklara ve buranın kültür ve geleneğine uzak kalmayı seçtiler. Bu itiraz ve kabullenmeme hali bir kimlik veya ideolojik sorun olarak da kalmadı; adalet duygumuzu zedelemeye dek vardı. İşte o vakit yerli ve yabancı kavramlarına coğrafya, kültürler, ideolojiler üzerinden değil de zulüm ve adalet ekseninden bakmak gerektiğini idrak ettim.
Şimdi onarım, restorasyon ve tadilatlar döneminde kör topal ilerliyoruz. Bir yandan da vahşi kapitalizmin her şeyi birörnekleştiren zevkine şehircilikten sanata hayatın her alanında esir düşüyoruz. Ama kendini hızla kendi içine hapseden Avrupalıya nazaran büyük bir genişleme arzusu var bizde. Hem göğsünü genişletme, hem ufkunu. Bu arzu sosyolojisinin yerlilik ekseninde pek çok yeni terimle anlamlandırılmaya ihtiyacı var. Özellikle de evrensel değerler açısından. Bir başka deyişle, yerli olanın evrensel niteliklerini yeniden keşfetme döneminde Batılı terminolojinin ürünü olan söylemlerle kendi sosyolojimizi anlamlandırma çabasının yetmediğini fark etmeliyiz.
Bundan yedi sekiz yıl önce gençliğimin 'başkenti' Paris'te iki ay geçirdim. Artık Paris sokaklarında dolaşırken hiç de benzeme telaşında değildim. Epey farklı bir Paris'ti bu kez karşılaştığım. Bize 70'li ve 80'li yıllarda öğretilenin aksine, hiç de çoğulcu bir hayat akmıyordu. Müslüman göçmen nüfusunun yaşadığı bir semtte, bir Fransız'ın evinde kalıyorduk. Bir duvarında yakın dönemin siyasi tartışmasını temsil eden bir afiş asılıydı: 'Non a la Turquie.' Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne alınmasını istemeyenlerin kullandıkları bir 'Türkiye'ye hayır' sloganıydı bu ve bizim de böyle bir ev sahibimiz vardı. Bunu bizden saklama ihtiyacı dahi hissetmemişti.
İşte o zaman memleketimden uzakta, gençliğimin merkezinde yıllar sonra anladım ki, bizim için 'yerli' olanın muhtevasında yine bizim topraklarımızda üretilen farklı 'biz'ler de bir o kadar mevcuttu. Birbirimizin zalimi olmadığımız sürece tüm çeşitler yerli bir tınıyla içimizdeki evrenselliği seslendirebiliyordu.
Tıpkı benim gibi yabancı okullarda okumuş, Batılı hayat tarzında yetişmiş, gelenekleriyle ilişkisi bazen güçlü, bazen zayıf, fakat son kertede ne olursa olsun, 'buradaki çoğulcu ruh'tan tecelli etmiş bir yerlilikti bu. İşte Paris'e son gidişimde fark etmiştim ki ne kendine 'Peralıyım' diyen Orhan Pamuk bu 'biz'in yabancısıydı, ne de kendine 'Anadolu çocuğuyum' diyen bir başka yazar.
Gelgelelim bunu anlamayanlar vardı aramızda. Nasıl Avrupa'da üçüncü kuşak Müslümanlar bile infaza uğrayıp 'içimizdeki yabancılar' muamelesi görüyorsa, burada yedinci kuşak yerli de olsanız, eğer yabancı okullardan, Batılı bir hayat tarzından geliyorsanız 'içimizdeki gâvur' muamelesi görmeye devam edebilirdiniz. Bizans'tan beri bu toprakların yerlisi olan Ermenilere elan yabancı muamelesi yapılması gibi.
Herkes yâr olduğunda ağyar kalmaz
2000'li yıllardan itibaren dünyanın doğusuna da epeyce gittiğimden olsa gerek, fark ettim ki, doğuya gittikçe kendimi evimde hissediyorum. Doğudaki pek çok farklı geleneğe uzak olsam da, başka bir aşinalık, bir tür iç içelik ruhuydu bana böyle hissettiren. Yakına gelen içeri giriyordu doğuda.
Batılı ise ayrıştırarak tanımlıyordu her şeyi. Kompartımanlara bölerek algılamaya çalışıyordu. Baktığını ve anlamaya çalıştığını nesneleştiriyordu. Bu yüzden olsa gerek göçmen nüfusunu da ancak kendine benzettiği oranda kabullendi. Hep belli bir mesafe bıraktı arasında. 'Biz' olarak doğmamışsan, 'biz'den olamıyordun Batı'da. Doğu gibi bağrına basmıyordu seni. Baskın olanın tahakkümü her şeye izini düşürüyordu.
Bizler ise 2000'lerdeki demokratik açılım ve çözüm süreçlerinde bu toprakların ruhunda olan iç içe geçmişliğimizin ve karmaşalarımızın hiçbir mutlak tanıma sığmayan niteliklerinin bir cevher olduğunu anlamaya başlıyorduk. Kendimize dönmeye başladıkça büyük ve çoğulcu bir medeniyetin her türlü farklılığı ve çeşidi içine kattığını ve bu anlamda hiçbir şeyi dışarıda/yabanda bırakmadığını fark ediyorduk.
Adalet ekseninde herkes birbirine yabancı denecek denli farklı kalabilir ve ille de biri diğerine benzemek zorunda değildir. Zaten herkesin az çok diğerine öteki olduğu bir yerde kimse yabancı değildir. Böyle bakıldığında yabancı yoktur. Herkes yâr olduğunda ağyar kalmaz. Yani herkes sevgili olduğunda öteki kalmaz. Ve bu yerli olduğu kadar da evrensel/ilahi algı geleneği, bu aşk ve irfan kültürü bu toprakların mayasında ruhumuzu diri tutan tevhid gerçeğiydi.
Hiçbir zaman büyük bir medeniyetin sadece kendi benzerleriyle kurulamayacağını idrak etmek gerekiyordu yeniden. Bu medeniyetin ürettiği bin bir meşrep vardı, belki birbirlerine yabancı kalmışlardı ama hepsi bir bütün olarak sonuna dek yerliydi. Osmanlı'yı büyük medeniyet yapanın bu çoğulcu niteliği olduğunu, içimizdeki yerlileri (Ermeni, Rum, vs.) kovduktan sonra kendi çeşitliliğimizi unuttuğumuzu, hatta kendi Müslümanlarımıza bile biraz da bu yüzden tahammül edemez hale geldiğimizi teslim etmek gerekiyordu.
Ki bu gerçeğin içinde ne kadar 'bizden' ve yerli olurlarsa olsunlar Tanpınar'ın, Yahya Kemal'in veya Haşim'in eserlerinde Verlaine'ı veya Rimbaud'yu işitmek de vardı. Yani 'gâvur' da senin bir suretin, sen de biraz başkasısın her zaman!
Hakikatin menşei 'bir'dir
İmdi: Dostoyevski'yi, Mozart'ı veya Kant'ı içine aldığın kadar Eskişehirli Yunus'u, Malatyalı Mısri'yi, Kuşadalı İbrahim'i, Elmalılı Vahip Ümmi'yi, Bolulu Akşemseddin'i, Kastamonulu Şaban-ı Veli'yi, Erzurumlu İbrahim Hakkı'yı, Süleyman Çelebi'yi de alabiliyorsan, güzel bir terkip oluşturabiliyorsun. Hakikatin menşei 'bir'dir, nereden gelirse gelsin. Ancak gerçek hayata baktığımızda bu melezleşme tahakküme dönüşüyor.
'Aydınlanma'nın bize yüklediği bireyci, hümanist varoluş algısıyla kendi geleneğimizden gelen Hakk'ta fena bulma (yok olma) suretiyle tanımlanan varoluş algısı arasındaki fark, ideal bir sentezle bizleri melezleştirmeye müsait değildir sözgelimi.
'Melezleşme'yi, Batı'ya benzemeyeceğimizi fark eden aydınlanmacı zihniyetin bulduğu ılıman bir kavram olarak görüyorum uzun zamandır. Toplumsallığımızın parametrelerini oluştururken farklılaşmanın bir ayrımcılık, uyumsuzluk ve aykırılık olarak görülmesine nasıl mesafeli durmuşsam, 'melezleşelim, anlaşmamızın tek yolu bu' yaklaşımını önerenlere de mesafeliyim. Melezleşmek için reaksiyona giren hep zayıf olanın algısı oluyor çünkü.
Aynı şekilde siyasi anlamıyla söylersek 'ılımlı' bir dönüşümü mümkün kılacak bir karışım da çıkmıyor bu melezleşmeden. Melezleşmek; toplumların hayatında kaçınılmazdır. Küresel dünyada daha da kolay gerçekleşiyor. Fakat kendini bilmemişsen, tanımamışsan, inkâr etmişsen melezleşemiyorsun ki! Kendine yabancı kalmışsan, başkası da olamıyorsun.
Misal; bu melezleşme çabası son 200 yıldır bizler için kendi kültürünü, algı geleneğini inkâra dayandı büyük ölçüde. Itri'yi, Dede Efendi'yi bilmediğin için Descartes'ı da anlayamıyorsun. Ya da daha yenilerin tabiriyle Schopenaur'ı, Heidegger'i vs. Eklektik, temelsiz, etik ve estetikten uzak, tuhaf bir bakış oluşturuyor bu hayatımızda. Mimariden edebiyata, müzikten resme, ortaya koyduklarımızda yetkin bir zevkten bahsedemiyoruz.
Gündelik hayatın metafiziği
Baştaki önermeye vardık o halde: Ahlaken ve vicdanen yerli yerinde olmayan her şey zulümdür. Ve zulüm insanın kendisine yabancılaşmasıdır esas olarak. Bizim de başımıza gelen kopuşun temelinde zulüm olduğu için başkalarına her yabancı dediğimizde, her keskin ve mutlak bir ayrıştırmaya gittiğimizde, kendi nefsimize zulmediyoruz.
Yerliyi ve yabancıyı adalet ve zulüm dışındaki birimlerle tanımlamaya başladıkça kavramların içi boşalıyor ve anlam kaymaları baş gösteriyor. Hayatın içinden bilinen bütün pratikler, tecrübe edilmiş bütün tatbiki bilgiler bizi kendimize yabancı kılıyor. Varsın Cuma namazının farz olduğunu bilmesin! Varsın şehit olmanın neye şahitlik anlamına geldiğini, neyi dirilttiğini hiç düşünmemiş olsun: Yerli olmak her şeyden önce vicdanın terazisini adalet denilen birimle tartma mahareti anlamına geliyor. Yerli olmanın esas birimi: Her şeyin yerli yerinde olması niyetidir.
Karşındakine az ya da çok benzemeden, ondan pek fazla etkilenmeden ve hatta ona karşı soğuk, mesafeli, zıt kalarak da onunla iç içe geçmek, buluşmak, bir arada yaşamak mümkün. İlle aynı değerleri paylaşmadan da bu mümkün hatta. Her an gerçekleşiyor zaten bu gündelik hayatın metafiziğinde.
Örnekleri pek çok: Çatışmaya müsait zıt değer yargılarımıza rağmen gönül kırmama çabalarımız ağır basıyorsa, adalet ekseni devreye girmiş demektir. Hak vermesek de bir ortak zeminde buluşma gayreti gösteriyorsak, iyi niyet ve komşuculuk duyguları yine devrede demektir.
Bunca fitne ve nefret çalışmasına rağmen bu topraklarda bir iç savaş çıkartmayı başaramadılarsa: Son kertede hâlâ haklılığımızdan bir tutam özveride bulunabildiğimiz, helalleşmeye yatkın olabildiğimiz, feragat, nedamet, özür gibi pratiklere dayanabildiğimiz için olsa gerek. Yüz yüze bakabilme arzumuz, karşımızdakini alttan alan, itirazları saldırganlaşmadan yapmayı başaran ve ahengi bozmamaya çalışan tutumlarımız hâlâ mevcut olduğu içindir.
İdeologlar, kanaat önderleri, sosyologlar, siyasetçiler, çatıştırıcılar ne derse desin… Tüm yönleri kaldırıp, nereye dönersek dönelim O'nun yüzünde olduğumuza dair kadim/evrensel bir insanlık bilgisini tam olarak unutmadığımız için, tevhid hakikatini idrak etme imkânını da büsbütün yitirmiş değiliz bu topraklarda.
Tevhid ki; insanın evrensel/ilahi hammaddesi. Evet; ruh üflenmiş insan bir tevhid medeniyetidir. Diliyle, kulağıyla, gözüyle, elleriyle... Bütün azalarıyla hak için uyandığında, açıldığında: Kendi Medine'sini inşa etmiş olur. O Medine ise (Medine-i münevvere) nurlanmış şehirdir. Bir başka deyişle, müminin gönlü!
Bir medeniyetin çoğulcu ve büyük olabilmesinin en önemli koşulu adaletle hükmetmesiyse, tevhid medeniyeti bu anlamda bir gönül fethidir. Aslında en 'yerli' mahallimizdir gönül. Ve gönüllere hudut çekilemediği için genişlemeye/fethetmeye, fethedilmeye devam eder, eder, eder... Ta ki tüm yabancılar içine sığsın: Kâinat sığsın.
LEYLA İPEKÇİ KİMDİR?
Yazar.