Yerlilik, yaşadığımız topraklara ve o toprakları süren düşünce biçimlerine bir sevgi sınırı çizmekten öte, bir var oluş savaşıdır. Bu yanıyla bize yerliliğimizi sağlayan sadece bu topraklar ve bu toprakları süren düşünce de değildir. Bir dilimiz ve dolayısıyla bir dinimiz olmasını sağlayan şeydir, bu ayrımı taş gibi ortaya koyan.
Yerli kime denir, yer neresidir? Yerli ve yerel arasındaki fark nedir? Yerli kelimesini her duyduğumda aklıma bir kıymık gibi takılan sorular bunlar. Kuşkusuz 'yerlilik' modern bir kavram. Çünkü hiçbir yerlinin kendine yerli dediğini duyamazsınız. Hele ki, bir kuşak için yerli kelimesi, çağrışımları itibariyle Kızılderilileri işaret eder. Öte yandan, çağrışımın kurduğu irtibat da enteresan. Kendine bu toprakların yerlisi diyenler, her şeyden önce bu kelimeyi bir ideolojik çizgi çizmek anlamında söylemiyorlar. Yerli olmak Batı'ya göre bir yere konumlanmaksa, bu konumlanmanın en geniş coğrafyası Asya'yı işaret ederken, helezonlar çizerek darala darala Türkiyeli olmak, Anadolu toprağına ait olmak ve İslam kalmak'a kadar geliyor.
Kuşkusuz yerlilik kavramının içindeki coğrafya bir sınır çiziyor. Fakat bu sınır sadece coğrafi bir sınır da değil. Kültürel bir sınır, bir estetik sınırını da karşılıyor yerli olmak... Coğrafya ve kültürel kodlar bakımından İslam anahtarının kapısını açabileceği bir bina.
Anadolu, bir fikir inşasının coğrafyasıdır. Ama sadece coğrafya olarak değil, kökleri Osmanlı ve Selçuklu ile birlikte anıtlaşmış bir estetik anlayışının da coğrafyasıdır Anadolu. Bu yere ait olmak, bu estetiğe de ait olmaktır. Anadolu'nun şiirine ve müziğine ait olmaktır. Türkler Anadolu'da başka coğrafyalardan miras olarak aldıkları edebi türleri geliştirerek 'kendimize' ait olan bir şiiri inşa ettiler. Dolayısıyla yerliliği bir yere ait olma psikolojisi olarak tanımlarsak eğer, o yer de gönüllerin inşası ile var ettiğimiz Anadolu'dur.
İsmet Özel'in, "Bu topraklarda bir millet doğmasına sebep olan şey, bu topraklarda bir şiirin de doğmasını sağlıyordu" sözü, yerlilik kavramı açısından çok önemli bir alanı gösteriyor doğrusu. Özel şöyle devam ediyor: "Yunus Emre'yle başlayan bir söylem Türkiye'de bir yandan Divan Edebiyatı'nı bir yandan Âşık Edebiyatı'nı doğurdu, büyüttü, geliştirdi ve bu, Türkiye'de Tanzimat Fermanı'yla beraber başka bir çabaya yerini bıraktı. Türkiye'de hayatımızın manasını bize gösterecek olan şey şiir içinde doğdu. Bu şiir Batı tesirinde Türk Edebiyatı ile bir müddet başka bir imkân haline dönüşme başarısını gösterdi."
Bu müşahhas çerçevenin çizdiği alanın tam ortasında şiir duruyor. Bize bir yer açan, bir yerimiz olmasında önayak olan, bize kendimizi bu topraklarda yerli hissettiren yegâne güç, şiir.
Özel'in Yunus Emre vurgusunun önemi geçekten büyük. Yunus Emre'nin yaşadığı 13'üncü yüzyıla göbek bağımızın kesildiği yüzyıl dersek, abartılı bir şey söylemiş olmayız sanırım. Öyle ki, 13'üncü yüzyılda Arapça ve Farsça eserlerle birlikte, Türkçe eserler de yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Mesela yine bu yüzyılda yaşadığı düşünülen Nasreddin Hoca'nın yazılı bir eseri yoktur ama sözlü gelenekten taşarak bize ulaşan fıkralarının bu yüzyıldan başlayarak yayıldığı düşünülür.
Yerlilik tartışmaları açısından 15'inci yüzyıl özellikle İstanbul'un fethi bu yüzyılda gerçekleştiği için önemli bir zaman dilimi. 15'inci yüzyılın en özgün ve yerli şiirinin temsilcisi ise Necati'dir. Kastamonu'dan İstanbul'a gelen Necati, hem hükümdar ve şehzadelerin yakınında bulunmuş, hem de Anadolu şiirinin en büyük ustalarından biri olmayı başarmıştır. Necati'nin şiiri hayatın gerçeklerine açık bir şiirdir. Türkçeyi doğal yapısıyla kullanan şair, atasözlerine de şiirinde yer vermiştir. "Lâle hadler yine gülşende neler etmediler/Servi yürütmediler, gonceyi söyletmediler."
1409'da yazıldığı bilinen Mevlid ise Yunus Emre şiirlerinden sonra Anadolu'da en yaygın olan şiir. Dünya üzerinde Mevlid gibi başka bir metin daha var mıdır bilmiyorum. Doğumlarda ve ölümlerde okunan Mevlid'e kutsal bir değer atfetmemizin en büyük sebebi, Süleyman Çelebi'nin metni yazarken Kur'an ve Sünnet'ten aktardığı hakikatlerdir. Mesela Çelebi Mevlid'e şu mısralarla başlar:
"Allah adın zikredelim evvela
Vacib oldur cümle işde her kula"
Bu mısralarda bütün işlere başlarken Allah adı ile başlamanın yani besmele çekmenin marifeti ifade ediliyor. Daha sonraki beyitlerde ise Allah adı ile başlanan işin sonunun kesik olmayacağı belirtiliyor. Bu ifadeler Peygamber Efendimizin bir hadisini işaret ederken, şiirin çıktığı ve anlatmaya uğraştığı kaynağa götürüyor bizi. Bir yerimiz olmasını sağlayan Mevlid, aynı zamanda bizi Mevlid'in var ettiği yerin insanı kılıyor.
Kuşatıcı bir adres: Yerlilik
13'üncü yüzyıldan başlayarak bizi Türkiye'ye ait kılan Türk şiiri içindeki yerlilik arayışları, sadece kültürel bir mesele değildir. Aynı zamanda siyasi bir meseledir. Bu meselenin özellikle Tanzimat'la birlikte alevlendiğini söyleyebiliriz. Mesela o yıllarda bize ait olan değerlerden uzaklaşıldığı iddiası karşısında sesini en gür çıkaran kişi Namık Kemal'dir. Aslında günümüzde de halen devam eden bu tartışmayı körükleyen tespitlerden birini yapan Namık Kemal, milli kimliğimizden uzaklaşmadan Batılılaşabileceğimize inanmıştır. Namık Kemal'in yerliliği bu anlamda vatanperverlik duygusu içinde bir idealizmle tanımlanabilir: "İnsan vatanını sever, çünkü vatan öyle bir galibin şemşiri veya bir kâtibin kalemiyle çizilen mevhum hatlardan ibaret değil, millet, hürriyet, menfaat, uhuvvet, tasarruf, hâkimiyet, ecdada hürmet, aileye muhabbet, yâd-ı şebabet gibi birçok hissiyat-ı ulviyenin içtima'ından hâsıl olmuş bir fikr-i mukaddestir."
Yerlilik tartışmaları açısından Mehmet Âkif'in yeri ise müstesnadır. Âkif hem düşünceleri hem de şiiri ile çağdaşlarından ayrılır. Türk şiirinde milli, dinî ve ahlaki değerlere gösterdiği hassasiyet Âkif'i tek başına bir ekol yapmıştır. Âkif'in eserleri ile şahsiyeti arasındaki bağlantı ve bütünlük, onu dünyada eşine az rastlanılır bir örnek yapar. Âkif'in yerliliği Namık Kemal'e göre başka bir yerdedir. Fakat Âkif de milli kimlikten uzaklaşılmadan Batı'dan yararlanılabileceğini ifade eder: "Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhamı/Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam'ı."
Türk edebiyatının ve düşünce dünyasının en çok tartıştığı bu konuya İsmet Özel'in Üç Mesele'deki yaklaşımı, meselenin çerçevesini dağıtıyor: "Çağın maddi gücünün esası olan teknolojiyi benimseyelim ama onun ahlaki ve fikri değerlerini kendimizden uzak tutalım. Bu konuda Japonya örneği de dillere pelesenk edilmiştir. İlk bakışta son derece yerinde bir çözüm yolu olarak görünen ve birçok insanın samimiyetle gerçekleşeceğine bel bağladıkları bu yaklaşım aslında meseleyi hiç anlamamaktan doğan bir ifadedir (...) Açıkça ve şuurla kavramamız gereken nokta Batı'nın inancı, felsefesi, bilimi ve tekniğiyle bir bütün olduğu ve reddedilecekse tümden, kabul edilecekse yine tümden kabul edilmesi gerekeceğidir."
Yahya Kemal ise Albert Sorel'in tarih görüşünden ve Bergson felsefesinden etkilense de, bir dönem Nev Yunanilik fikrini savunsa da, Tanzimat'tan itibaren başlayan tartışmaya katılmış ve kendine mahsus bir sanat anlayışına ulaşmıştır. Yahya Kemal'in yerlilik düşüncesine katılışı Tanburi Cemil Bey ile olmuştur. Tanburi Cemil Bey şaire sadece müziği değil, vatan kavramını da sevdirmiştir. Bir dostunun Acıbadem'deki köşkünde bir musiki meclisinde Cemil Bey'i dinledikten sonra vatanı başka türlü görmeye ve sevmeye başlayan şair, 1955'teki bir röportajında şunları söyler: "Biz Itri'den İsmail Dede'ye kadar olan musikimizi kendi tabiatı içinde aynen muhafaza etmeliyiz. Çünkü mimarimiz, şiirimiz, yazı sanatımız gibi fevkalade bir eserdir ve millidir. Onu şimdiden sonra da çocuklarımıza öğretmeliyiz, çaldırmalıyız, dinletmeliyiz." Yol Düşüncesi şiirinde, mezarda, o şafak sökmeyen zindanda bile Itri'nin Neva-kâr'ını dinlemeyi tahayyül eden Yahya Kemal, aruzu Türkçeye tatbik ederek, bir Türk aruzu diyebileceğimiz vezin şekline ulaşmıştır. Bu anlamda hece ölçüsü Yahya Kemal'le birlikte doğmuştur.
Necip Fazıl'ın yerliliği, Mehmet Âkif ve Yahya Kemal'e göre çok daha kişisel bir serüvenin sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Türk şiirinin belki de en mistik şairi Necip Fazıl, mutlak varlığı arama buhranlarından toplumsal meselelere kadar ulaşmıştır. Necip Fazıl, şairliğinin yanı sıra bir politika teorisyeni olarak karşımıza çıksa da, yerlilik fikrini her zaman 'vicdan muhasabesi'nden başlayarak ele alır: "Asıl yerlilik; 'vicdan muhasebesi'nin hakkını gerçekten verdiğinde zuhur edebilecek çok daha kuşatıcı bir adres."
Necip Fazıl'ın Sünnilik ve tasavvuf üzerinden kurduğu yerlilik bağlantısı, Sezai Karakoç'a gelindiğinde farklılaşır. Karakoç'un Diriliş fikri olarak tanımladığı düşünce, Âkif'in İslamcı fikirlerine çok daha yakındır. Karakoç, Âkif'in Abduh ve Afgani ile kurduğu münasebetini yükselen değer olarak Hint ve Mısır'la kurulan bir bağlantı olarak tanımlar ve Âkif'in bu isimler üzerinden eleştirilmesine karşı çıkar. Karakoç'un Diriliş düşüncesi, Yunus Emre'den Mehmet Âkif'e, Mevlana'dan Şeyh Galip'e uzanan geniş bir daire çizer. Karakoç, İkinci Yeni'nin bir şairi olarak tanınsa da, aslında bir fikrin ve davanın şiirini yazmaya her zaman sadık kalmıştır. Karakoç'un medeniyet fikri ise bir bütünlüğü, kapsayıcılığı içinde barındırır. Din ve kültür de o dairenin içine girer, sanat, estetik ve şiir de. Karakoç'un kapsayıcı medeniyet düşüncesi bununla da kalmaz, o medeniyet fikrini ta Hz. Adem'den itibaren başlatır. Medeniyet tektir, o da çıkış itibariyle vahiy kaynaklıdır. Dolayısıyla Diriliş düşüncesi içindeki millet kavramı da, tüm Müslümanların bir millet olduğunu vazeder. Karakoç, medeniyet tanımı bakımından tam da burada Necip Fazıl'dan ayrılır, Âkif'e yakınlaşır. Bu yakınlaşma şiirsel açıdan da onu Mehmet Âkif-Yahya Kemal çizgisine çeker. Yaşadığı dönemden çok önceki şairlerle olan bağlantısı hem fikrî hem de şiirsel açıdandır.
Niceliksel açıdan Sosyalist, İslamcı ve Türkçü olarak üç ayrı döneme ayrılan İsmet Özel ise üç farklı düşünce biçiminde bile hep yerli kalmayı başarmıştır. Son dönemde Özel'in "Türkiye niçin vatan?" sorusuna verdiği cevap, Türkiye'deki yerlilik arayışlarının da geldiği noktanın en güzel yorumlarından biridir: "Türkiye dârü'l-İslam olduğu için vatan." Yerlilik, bu açıdan yaşadığımız topraklara ve o toprakları süren düşünce biçimlerine bir sevgi sınırı çizmekten öte, bir var oluş savaşıdır. Bu yanıyla bize yerliliğimizi sağlayan sadece bu topraklar ve bu toprakları süren düşünce de değildir. Bir dilimiz ve dolayısıyla bir dinimiz olmasını sağlayan şeydir, bu ayrımı taş gibi ortaya koyan.