Lacivert Yazı İşleri: Sol yerliliğini kaybetti ve bir daha yakalayamadı

Sol yerliliğini kaybetti ve bir daha yakalayamadı
Giriş Tarihi: 5.10.2015 16:16 Son Güncelleme: 15.10.2015 12:07
Lacivert Yazı İşleri SAYI:17Ekim 2015
Türkiye'de sol çevreleri en iyi tanıyan isimlerden biri olan Halil Berktay ile solun yerliliğini konuştuk. Yerlilik kıstaslarının zaman içinde değiştiğine dikkat çeken Berktay, doğası gereği yerelden çok evrenselin bir tezahürü olan sol ideolojinin her topluma hitap etme iddiasında olduğunu ancak özellikle Türkiye'de halkla bütünleşemediğini söylüyor.

Evrensellik ve yerellik bir ikilem midir? Bu kavramlara nasıl bakmalıyız?

Evrensel ile yerelin buluşması son 400-500 yılda belirginleşti. Temelinde, Batı'nın diğer kültürler ve uygarlık daireleri ile karşılaşması yatıyor. Bugünün dünyasında, Batı'nın kültürel hegemonyası yüzünden kültür hiyerarşileri ekseninde düşünmek bize garip gelmiyor. Hâlbuki dünya hep böyle dikey değildi. 400-500 yıl önce, daha yatay bir dünya söz konusuydu. Her biri kendi nişine oturmuş kültür ve uygarlık dairelerinin yan yanalığı şeklinde organize olmuş bir dünya vardı. Kesintisiz değil aralıklı bir şekilde uzanıyor; biraz temas ediyor ama bu temaslar her biri üzerinde kökten dönüştürücü bir etki yapmıyordu. 'Kim daha güçlü' diye sormak abesti, çünkü bu uygarlık daireleri içinde yükselen devlet veya imparatorlukların her biri, kendi nişi içinde 'en güçlü'ydü. Efektif eylem yarıçapları ve dolayısıyla kendi dışlarına uzanma, erişme kapasiteleri sınırlıydı. Osmanlı devleti, örneğin, Anadolu-Rumeli çekirdek alanının da biraz ötesinde, batıda Belgrad'dan doğuda Bağdat'a kadar uzanan bir bölgeye hakimdi ve zaten kendisinin bir dönem 'cihan' diye önemsediği alan da burasıydı. Bu nişlerin içine oturmuş imparatorlukların hangisinin kültürel kavramlarının veya düşünce sistematiğinin diğerlerine üstün olduğunu sormak da abesti. Çünkü bunlar da yan yana var olan, birbirlerine biraz dokunan ama çok fazla çatışmayan paradigmalardı.

Bu yatay paradigma Avrupa'nın yükselişi ile bozuluyor ama…

Evet, bildiğiniz gibi, bu kültür ve uygarlık dairelerinden sadece biri zamanla diğerleri üzerinde yükselmeye başlıyor. Yan yana tümseklerin yatay dünyası içinden bir tümseğin yükselip bir dağ haline gelmesi, diğerlerini giderek daha fazla onun eteklerinde topluyor. Ve sonuçta, o yatay dünya yerini dikey bir dünyaya bırakıyor. Hiyerarşik olarak örgütlenmiş, birinci-ikinci-üçüncü liglere ayrışmış, artık kim en güçlü ve/ya en zengindir sorularını rahatlıkla sorup, en basiti BM istatistiklerine göre cevaplandırabileceğimiz bir dünyaya geliyoruz. Batı'da oluşup yayılan, adına modernite dediğimiz yeni tür bir uygarlık, bu yatay düzeni bozuyor; deyim yerindeyse diğer bütün kültür ve uygarlık dairelerinin kapısına dayanıyor; şu veya bu şekilde açarak, bazen zorla kırarak içeri giriyor ve insanoğluna, ilk defa içerde var olan ile dışarıdan gelenin bu kadar ânî, radikal, muazzam ve şiddetli çatışmasını yaşatmaya başlıyor. O zamana kadar bütün yerelliklerin ayrı ayrı yazıları, mimarileri, müzikleri, dansları, görsel dilleri varken, en basit örnekle resim sanatında Batı Rönesans perspektifi norm haline geliyor ve başka her şeyi aşağıya itiyor. 19'uncu yüzyılda Çin'den, Japonya'dan, İstanbul'dan öğrenciler kalkıp Fransa'nın resim atölyelerine gidiyor. Osmanlı'nın yüzlerce yıllık modernite öncesi edebiyat biçim ve normları, bir zaman geliyor kendini faraza Batı tarzı roman yazma arzusuna bırakıyor. İlk Tanzimat romanlarında ne büyük acemilikler olduğunu hepimiz biliyoruz. Fakat sonuçta, Batı normları evrensel olarak kabul ediliyor. Yerel/yerli normlar ise ikincilleşerek aşağı itiliyor, küçümseniyor, ilkellik sayılıyor. Özetle, 'çağ dışı' el zanaatları gibi terk ediliyor, unutuluyor, kullanılmaz oluyor.

Dışarıdan gelenin yahut evrensel olanın, gayrimilli, kötü, mütecaviz ve mütehakkim olduğuna dair bir algımız var. Bu her zaman böyle midir?

Doğru, ilk bakışta böyle bir çıkarsama yapabilir; her şeyi kolayca emperyalizm-antiemperyalizm eksenine oturtup yerelliğin mağdur, mazlum ve dolayısıyla iyi olduğunu söyleyebilirsiniz. Hemen eklemeliyim, bu çok tekyanlı ve indirgemeci bir bakış açısı olur. Dışarıdan gelenin, evrensel olanın, gayrimilli ya da dışımızda olanın otomatikman kötü olduğunu farz etmediğimin kuvvetle altını çizmek isterim. Evet, 'biz' Batı dışı toplumlar son 500 yılda Batı'nın büyük taarruzuna uğradık, fakat bir, o yerellik de bir dikensiz gül bahçesi, bir yeryüzü cenneti değildi. İki, buradan çıkış yolu "O halde eski geleneklerimize şimdi çok daha sıkı sarılalım, o tahrip edileni geri getirmeye çalışalım" olamaz.

Peki, bugün milli kültürümüz, yerel kültürümüz dediğimizde, bu, aynı zamanda bir öze dönüşü de içermiyor mu? Bugünün dünyasında bu kavramlarla ne anlatmak istiyoruz?

Hayır, böyle değişmez bir 'öz' yok ve dolayısıyla o 'öze dönüş' de mümkün değil. Bizim bugün 'milli' ya da 'yerli kültürümüz' dediğimiz şey, daha elli yıl öncesiyle bile aynı değil; o zaman milli/yerel kültür veya değerler diye baktıklarımızdan çok farklı, çünkü hiçbir şey statik kalmıyor. Yerel, yerli, milli, lokal, adına ne diyeceksek; o kategoride toparlamaya çalıştığımız realite de sürekli değişim içinde. Ömer Seyfettin'in Primo Türk Çocuğu hikâyesinin kahramanı, Paris'te okumuş Kenan adında, son derece alafranga, başarılı bir mühendistir. İzmir'e döner ve Mösyö Vitalis diye bir İtalyanın yanında çalışırken onun kızı Grazia ile evlenir. Türklüğü ilkel, kaba saba bulur; hatta taşındıkları Selanik'te Mason locasına katılmıştır. Lakin İtalya'nın Libya'yı işgali (1911) Kenan'da muazzam bir uyanışa yol açar. Birdenbire o zamana kadarki var oluşunu milli kimliğe bir ihanet olarak görür. Sonunda, oğlu Primo ile sıkı birer İttihatçı ve Türk milliyetçisi olup çıkarlar. Kenan, Selanik rıhtımındaki uyanış sürecinde o ana kadar görmediği şeyler görmeye başlar: Maalesef ne kadar az insan fes giyiyor, buna karşılık ne kadar çok insanın başı açık veya şapka giyiyor! Buna kızar, hayıflanır. Demek, 1911 yılında Ömer Seyfettin için fes, milli kimliğin vazgeçilmez bir parçası; başı açık veya şapka giyiyor olmak ise hainliğin, 'renksiz'liğin, tatlısu frenkliğinin simgesidir. Yabancı karısı olmak da öyle bir şeydir. Hikâyenin sonuna doğru Kenan, karısı Grazia ile hesaplaşmaya girdiğinde -ki bu, tam bir Doğu-Batı hesaplaşmasıdır-Kenan karısına son derece otoriter, ataerkil bir şekilde şartlarını dikte eder: Benim karım olarak kalmak istiyorsan İstanbul'a döneceğiz, bütün akrabaların ve ailenden kopacaksın, evimizde tek kelime İtalyanca konuşulmayacak, Türkçe öğreneceksin ve çarşafa gireceksin… Yani Kenan'ın ihanet yolundan çıkmak ve milli kimliğe dönmek açısından benimsediği kültürel paket, Mosyo Vitalis'in bir zamanlar kendisine reva gördüğü muamelenin aynadaki aksi gibidir ve karısının mutlak manada 'çarşafa girmesi'ni içerir. Batılı 'dış'ın karşısına böyle bir 'yerli iç'i diker. Her şey bir yana; bunların ne kadar kısa ömürlü, gelip geçici bir 'iç'i ifade ettiğini ayrıca izaha gerek var mı? Ayrıca Kenan, aradığı 'millî kimlik'te, neden kadının göreli özgürlük ve eşitliğine hiçbir yer bulamıyor da mutlak tâbiyet istiyor? Şunu anlatmaya çalışıyorum: 1911'in bir İttihatçıya göre milli kimlik paketi başka; 1930'ların Kemalist milli kimlik paketi başka; bugünün olası milli kimlik paketleri gene çok başka şeyler.

Şöyle sorayım, Osmanlı estetiğine geri dönmek mümkün değil. O halde Osmanlı estetiğinden kopmamış yeni bir estetik üretmek, ya da Kemalist modernitenin getirdiği göreli kuruluk ve ruhsuzluğun yerine acaba tarihimizdeki farklı köklerimizden yeni bir renklilik, zenginlik çıkarmak mümkün mü?

İşte ben tam da bunun hiç kolay bir şey olmadığını söylemek istiyorum. Yani belki buna çok kızabiliriz; evet, bu kadar ciddi kopuşlar yaşanmış olmasına ben de çok üzülüyorum. Ama bazı kopuşları, bazı gelenek değişikliklerini, çok büyük kültürel travmaları, saati geri alarak restore etmenin mümkün olmadığı kanısındayım. Bizim 19'uncu yüzyıl sonu veya 20'nci yüzyıl başındaki, hâlâ eski şiiri, eski mesnevileri, gazelleri, kasideleri, eski hamseleri veya Osmanlı kroniklerini okuyarak gelen bir neslin duyarlılıklarını yeniden keşfedip canlandırmamız; buradan da yeni bir Yahya Kemal çıkarmamız imkânsız.

Modernizmin kuşatıcılığına, yerli/milli olmak gibi endişelerin yanı sıra sol düşünce de bir reaksiyon olarak doğdu, hem de bahsettiğimiz yükselen paradigmanın kendi içinden…

Marx ve Engels tarafından sistematize edilen düşünme biçimi sonuçta, Batı modernitesinin dünya çapında yayılma sürecinin bir parçası oldu. 19'uncu yüzyılda modernite karşısında Batı içinde ve dışında çok çeşitli reaksiyonlar ortaya çıktı. Batı içinde, örneğin Marksizm, aslında son derece modernist olmakla birlikte, özel mülkiyete ve piyasaya dayanmayan alternatif bir modernite önerdi. Batı dışı toplumlarda, kimisi moderniteyi toptan reddetti, kimisi dört elle sarıldı. 20'nci yüzyıl başına gelinceye dek, pek çok Osmanlı münevveri için "medeniyet eşittir garp medeniyeti"ydi. Âkif bunun için "Medeniyyet! dediğin tek dişi kalmış canavar" der ve 'garp' sözcüğünü eklemez bile. "Bizim de kendimize göre medeniyetimiz var/dı" diye düşünmezler. Aynı şey Ziya Gökalp için de geçerli. Aynı şey sosyalist sol için de geçerli. Herhangi bir ülkeye Marksizm daima 'dışarıdan' girer; yerel haksızlık ve isyanlar ne olursa olsun, bunlar kendiliklerinden Marksizme veya bir benzerine sıçramaz; şikâyetçi aydınlar bir yerde Marksist düşünce ile karşılaşır ve "Hah! aradığımızı bulduk" derler; tipik olarak, küçük okuma çevreleri oluşur ve Marksist düşünceyi, felsefe-tarih-ekonomi politik teorisini öğrenmeye çalışırlar; bu, deyim yerindeyse bir 'yerelliği terk etme' ve 'evrensele sarılma' momentidir. Devamında, belki bu aydın mahfilleri bir 'işçi partisi' veya 'sosyalist parti'ye dönüşür; sonra o parti kendini ayırdığı yerelliği tekrar yakalamaya ve halk içinde kök salmaya çalışır; istisnaî olarak başarılı olur, çoğu zaman olamaz. Sol içinde yer alanlardan bazıları yerelliği toptan hor görür; evrenselliğin mutlaklığına, meselâ Marksist teorinin her yerde yüzde yüz geçerliliğine tamamen inanır. Bazıları "koşullara göre modifiye etmek lazım", bazıları "millî Marksizm" veya "millî komünizm"den söz edecek noktalara kadar gider; bunun bir parçası olarak, komünist partisinin 'öncü'lüğü veya hegemonyasını reddeder ve Sultan Galivey gibi, Stalin karşısında bunu hayatıyla öder. Bazıları da bir yerde ben yanılmışım, Marksizm tamamen emperyalist Batı'nın bir konstrüksiyonundan ibaretmiş deyip, tam zıddına, mutlak yerellik olarak algıladığı şeye geçmeye kalkar; Roger Garaudy'nin Fransız Komünist Partisi'ni terk edip Müslüman olması, bir parça böyle bir reaksiyondur aslında. Burada hemen ekleyeyim; sol diye kastettiğim, Marksist veya Marksizmin ana gövdesinden türeyen akımlar ya da düşünüş biçimleridir...

Evrensel ideoloji yayılmasının bir parçası olarak sol düşünce de sık sık yerellik meselesi ile karşı karşıya geldi. Solculuk neden hep 'kökü dışarıda' bir ideoloji olarak algılandı?

Marksizm çeşitli toplumlara köken olarak dışarıdan gelen evrensel bir teori. Aslında liberalizm de öyle ve ikisinin ortak bir yanı var: Bütün insanlığa hitap etmek; bütün insanlık için geçerli bir teori, model ve düşünce normları getirmek iddiasındalar. Bu, politik enternasyonalizmden önce teorik bir enternasyonalizm demek. Kendi teorik enternasyonalizminin taşıyıcısı olarak Marksizm de sonuçta, Batı Avrupa'da ortaya çıkmasının ardından, bu küreselleşme serüveninde gidip çeşitli ülkelerin kapısını çalıyor. Bu ülkelerdeki ilk sosyalist çevreler kendi toplumlarının realitesine bakıp üzerinde çok uzun düşündükleri için yeni gelen teoriyi benimsiyor değiller; doğrudan doğruya o teorinin, o paradigmanın ardındaki enternasyonal momentum nedeniyle benimsiyorlar. Kendi toplumlarıyla ilgili şikâyetleri var; haksızlık, eşitsizlik, en önemlisi geri kalmışlık görüyorlar. Muasır medeniyetler seviyesine erişme diye bir yetişmecilik gündemi peydahlamış bulunuyorlar; böyle çeşitli mağduriyetleri varken karşılarına Marksizm çıkıyor. Üzerine atlıyor, topyekûn benimsiyor ve kendi toplumları içinde bu evrensel teorinin temsilcileri oluyorlar. Bu süreç, doğası gereği yerelden çok evrenselin bir tezahürü.

Yerellik meselesi ne zaman geliyor gündeme?

Sol ve yerlilik sorunu değindiğim genel çerçevenin bir parçası. Evrenseli benimseyerek yerelden çıkmanın ardından, içinde yer aldığı yerellik ve yerlilik ile baş etme, onu yeni baştan tanıma, öğrenme, onu zapt ve raptedebilme serüveni baş gösteriyor. Açık konuşalım: Yerelliğin üstesinden gelebilmenin; o evrensel teoriyle yerlilik ve yerellik içinde nasıl iş yapılır, nasıl yol alınır, bunu öğrenip çözme mücadelesinin çok az başarılı örneği var. Marksist teoriyle devrim yapmanın, Avrupa içinde tek bir örneği var (Rusya, ama kalıcı olamadı). Keza, Marksist teorinin Avrupa dışı toplumlara uygulanması suretiyle, Marksizmin öngördüğü şekilde devrim yapılmasının da çok az örneği var.

Sonuç olarak ortaya şöyle bir şey çıkıyor; evrenselin bir uzantısı olarak kendini var eden sol, bir anlamda kendi toplumunun içinden çıkmış ve kendini onun dışına atmış oluyor. Ondan sonra geri dönmek, o toplumda kök salmak ve iş yapmak problemiyle mi karşılaşıyor?

Evet, bu sola özgü bir yerellik problemi. Birincisi, toplum esas olarak sınıflardan oluşur ve bu tayin edicidir diyor; ikincisi, toplumu tanıma ve kurtarma reçetesini belirli sınıflara gitmek etrafında inşa ediyor. Biz bir sosyalist veya komünist partisi kurarız; bu sınıfı/sınıfları hedef alırız; ısrarla onlara çıkarlarının bir sosyalist devrimden yana olduğunu anlatırız; onları kazanır ve mobilize ederiz; onlarla bir devrim yapabiliriz. Bu, başta ahlâkî bir tercih olarak doğar ama bir noktadan sonra bilimsellikle, tabii yanlış ve sahte bir bilimsellikle süsleniyor. Çeşitli Marksistlere sorarsanız, aslında pekâlâ tanımaktadırlar toplumlarını… Sınıf üzerine; küçük köylülük, işçi sınıfı, toprak sahipleri, milli burjuvazi üzerine nice el kitapları yazılmıştır. Marksist teori nesiller boyu sosyalist solculara sınıfları görmelerini emrettiği için sınıfları görürler. Ve maalesef, akrabalık, aile bağları, kültür, yerel gelenek, din, mezhep, inanç dünyası, folklor, bunları hemen hiç görmezler. Biraz abartılı olacak ama, bunlara karşı başından beri kör bir tavır içinde bulunuyorlar. Zaman içinde tahlil edecek, öğrenecekler; şurada şu mezhep ve şu aşiretler vardır diyecekler, ama bunların toplumsal dokunun ne kadar önemli unsurları olduğunun ve siyasette nasıl hesaba katılacağının farkında değildirler.

İndirgemeci bir sosyoloji ile değerlendiriyorlar yani…

Yakup Kadri'nin Yaban romanındaki Kemalist zabitin o köye yabancılığı, kendisini yaban, dışarıdan gelen birisi olarak görmesi, köylünün de onu öyle görmesi hali var ya; Marksist solun pek çok ülkede kendi toplumuna bakışı bundan çok farklı değil. Bu indirgemeci yaklaşıma bir de mutlak çatışmacı yaklaşım ekleniyor. Özellikle Türkiye'de Marksist teori "Bu toplumu bir arada tutan nedir?" sorusunu sormuyor. Soruyorsa da, sadece "hâkim sınıfların ideolojik hegemonyası ve/ya devletin şiddetidir" diye cevaplıyor. Durkheim ve Weber sosyolojisinin sorduğu bazı soruları sormuyor Marksizm. İnsanlar neden ve nasıl bir arada var oluyor? 'Biz' kavramı nasıl oluşuyor? Dediğim gibi, son derece sathi cevaplar veriyor çünkü derdi toplumun bir arada durması değil, kavga, çatışma, sınıf mücadelesi. Yani toplumun bir arada durması kötü bir şey aslında Marksizme göre. Bir yerde Marksizmin derdi toplumu parçalamak. Şu anlamda: toplumun bir kesimini alıp diğer kesimine vurarak devrim yapmak. Ama bundan bazen kaos ve çöküş de çıkabileceğini pek düşünmüyor.

Geri kalmışlık paradigması ve ezilen sınıf savunması arasında bir çelişki yok mu?

Elbette, bütün bunlarla birlikte, en azından bazı Avrupa dışı ülkelerde, kendi toplumuna, kendi yerliliğine, içselleştirilmiş bir Avrupamerkezcilikle ilkel ve geri diye bakma tavrı benimseniyor. Ki Türkiye'de Marksist sol bunu Kemalizmle paylaşıyor tabii. Pek fark yok bu açıdan. 19'uncu yüzyılda Tanzimat elitleriyle başlayan bu tavır, İttihatçılar ve Kemalistlerin yanı sıra Marksistlerle de devam ediyor. Çünkü Marksistler de tamamen bu gecikmişlik ve geri kalmışlık duygusunu yaşıyorlar. Ben Türkiye'de Marksizmin ilk nesillerini ve sonra da uzun süre sosyalistlerin, komünistlerin büyük çoğunluğunu harekete geçiren esas düşünsel dinamiğin, yoksul ve ezilen halkın çektiği acıları paylaşmak değil, geri kalmışlığı alt edip moderniteye yetişmek olduğu kanısındayım. Sosyalizmi moderniteye, muasır medeniyet seviyesine yetişmenin, İttihatçı veya Kemalist varyantlarıyla milliyetçi modernizmden daha efektif, daha hızlı, daha radikal, daha ihtilâlci bir yolu olarak gördükleri için Marksizme sarılıyorlar. Üçüncü faktör de, bu sınıf-dışı birleştiricilikleri kurcalamamanın ötesinde, bir yerden itibaren bunları gerilik, ilkellik, cahillik diye görmeye başlıyorlar. Zorla kırılacak, ezilecek ve bastırılacak bir geriliğin unsurları olarak görüyorlar. Bu, solun Kemalizmle ittifak noktası.

Ama Türkiye'de de solun bir halkçılık söylemi var. Türkü söyleme, Karacaoğlan'ı, Şeyh Bedrettin'i hatırlama böyle bir çabanın ürünü değil mi?

Evet, 'halksızlık' korkusu ve halkla bütünleşememe endişesi hep var ve bunu çeşitli kültürel, simgesel, entelektüel araçlarla aşmaya çalışıyorlar. Halkın dışında kalmışlık duygusunu ne kadar ciddi olarak yaşadıklarını ben içeriden biliyorum. Eski bir solcu aileden geldiğim için ben bunu babamların neslinde çok çeşitli örneklerle gördüm. Babam Erdoğan Berktay, 1951-1952 TKP tevkifatında tutuklanmış eski bir TKP üyesiydi. Çok şiir bilir ve severdi ve belki kendini en çok özdeşleştirdiği mısralar, 15'inci yüzyıl Fransız şairi François Villon'un ünlü bir baladındandı: "Çeşmenin yanı başında susuzluktan ölüyorum / Ateşler içinde yanıyorum, titremekten dişlerim vuruyor / Yabancı bir diyarda gibiyim, kendi ülkemde..." (Ortaçağ Fransızcasıyla: Je meurs de seuf auprès de la fontaine / Chaud comme feu, et tremble dent a dent; / En mon pays suis en terre loingtaine).

Bir yandan, küçük bir sol entelektüel azınlık olmanın doğurduğu yalnızlık hissi var. Öte yandan, sağdan gelen bir kökü dışardalık, yabancı ajanlığı, Sovyetler Birliği ajanlığı gibi geniş bir suçlama yelpazesi... Sol düşünce zaman içinde bunlara nasıl tepki verdi?

"Hayır, biz kökü dışarıda değiliz, biz aslında son derece milliyiz, siz aslında gayrimillisiniz" diye cevap verme ihtiyacı doğdu zamanla. "Amerikan emperyalizmini destekleyen ve ülkeye sokan sizlersiniz, NATO'ya üye oldunuz, Kore'ye asker gönderdiniz; milli olan ise biziz, Mustafa Kemal gibi tam bağımsız Türkiye diyen sadece bizleriz" şeklinde söylemler gelişti. Buna bağlı olarak, bazen sınıfsal ayırımları da aşmaya çalışan çeşitli 'millî sarılma' denemeleri sahneye çıktı. Hikmet Kıvılcımlı, örneğin, Fatih'i benimseyip 'devrimci' diye takdim etmeye koyuldu; Osmanlı ordusuna 'halkın ordusu' diye övgüler düzdü (çünkü kendisi, bugünkü devlet ordusuyla 'halk ordusu' diye darbe yapma peşindeydi). Bunun yanısıra, kültürel planda halkı iyi tanıdığını ve onunla kaynaşıp özdeşleştiğini iddia edebilmek için folklora, türkülere, halk oyunlarına özel olarak sarılan bir söylem gelişti. Burada da Karacaoğlan'dan çok isyancılar öne çıktı: Köroğlu, Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal. Yunus Emre, tarikatımsı bir parti mistisizmine model teşkil etti. İslâm, Selçuklu ve Osmanlı tarihindeki çeşitli isyanları Marksist tarihçilikle açıklamanın ötesinde, bunlar aynı zamanda modern Marksizmin habercileri gibi görüldü (Zenc isyanı, Babailer, Şeyh Bedrettin, Börklüce Mustafa, Torlak Kemal gibi). Nâzım'ın Şeyh Bedrettin Destanı'yla ne yapmaya çalıştığını politik-ideolojik bakımdan iyi anlamak lazım. Bu bir yerlilik iddiası aslında. Türklerin millî gururu vardır ve burada aranmalıdır derken, Türkiye'de Marksizmin 'kökü dışarıda' değil halkın gerçek damarlarından gelen ve oradan feyiz alan bir şey olduğunu ispatlamaya çalışıyor. Bu, köylü isyanlarını tahlil etmek değil, onlarla özdeşleşmek meselesi. Sağda gördükleri gelenek devamlılığına rakip bir gelenek devamlılığı inşa ederek, yerellik ve yerlilik iddiasını tahkim etme çabası diyebiliriz.

Nazım Hikmet'in de Şeyh Bedrettin'de böyle bir derdi olduğunu söylüyorsunuz…

Nâzım'ın Süleymaniye ve Mimar Sinan hakkında pek bilinmeyen köşe yazıları var. Enteresan bir şekilde, bu yazıları da Bedrettin Destanı'yla aynı sırada yazıyor. Mealen, "Ben Süleymaniye'yi zalim bir feodal saltanatın, köylünün alın terini gasp ederek yarattığı bir cami olarak görmeyi reddediyorum. Hayır, Süleymaniye bir cami değildir. Süleymaniye, Türk halk dehasının büyük temsilcisi olan Mimar Sinan'ın yarattığı bir evrensellik mucizesidir" gibi şeyler söylüyor. Süleymaniye'nin cami olmasının kendisinde yarattığı ideolojik handikapı aşmaya çalışıyor. Yerelliğe bir kanca daha atmaya çalışıyor ama iki büyük ideolojik sıkıntısı var; (a) Osmanlı hanedan devletinin feodal baskı ve sömürüsü ve (b) cami, yani İslamiyet ve İslâmî ibadet. İkisine de hayır diyor; böyle hayır demekle oluyor mu bilmiyorum ama diyor işte. Evet, iddiaları abes ama neyin özlemini duyduğu ilginç. Osmanlı geleneğiyle sadece Bedrettin düzeyinde değil, Sinan ve Süleymaniye düzeyinde de bağlantı kurmaya çalışıyor. Fakat Nâzım demişken ekleyeyim, Memleketimden İnsan Manzaraları eşsizdir bu açıdan, hep atlanır. Nâzım bu en büyük başyapıtında 1900-1940 arası Türkiye toplumunun kültürel mahremiyetine bence kimsenin yapmadığı derecede nüfuz ediyor. Çok çeşitli pasajlarıyla tartışırım, Memleketimden İnsan Manzaraları'ndaki bu sosyokültürel gözlem derinliğini. Ama Nâzım bu kültürel mahremiyete vukufunu siyasi teorisi ve politik duruşu ile buluşturmuyor. Aslında Manzaralar'daki ampirik sosyoloji temelinde, Türkiye toplumunu ve yakın dönem Türkiye tarihini başka bir şekilde algılayıp anlatması gerekir ama yapmıyor bunu.

Gerçek bir bütünleşme düşüncesi ve çabası var mı peki?

İçtenlikli bir atılımdan çok bir zorlama olduğunu söylemeye çalışıyorum. Mesela İslâm ile barışmaya çalışırlar ama her zaman kendi terimleriyle. Biri oturur, "Hz. Muhammed tarihin en büyük devrimcisidir" diye bir yazı yazar. Zira Muhammed'in kabul edilebilmesi için illâ Marksist terimlere tercüme edilmesi gerekir. Devrim tartışılmaz bir değerdir; Hz. Muhammed büyüktür, çünkü (o da) devrimcidir. Güya bunu böyle yazarsan Hz. Muhammed ve Müslümanlık ile barışmış olacaksın ve insanlar da gelip seni benimseyecekler. Bir yerde çocuk kandırmak gibidir. Bu tür çabalar her zaman ikiyüzlü ve içten hesaplıdır demiyorum ama, sonuç olarak yereli ve yerliliği tanıma noktasına varamaz. Bence yerlilik 'toplumu içeriden tanıma kapasitesi'dir.

Peki, bugün Marksizm ne durumda?

Tarihsel kökeni, teorik arka planı ve 20'nci yüzyıldaki (milliyetçi-modernizmle ittifak gibi) tercihleriyle Marksist sol, yerliliği gerçekten tanımak ve o kültürel mahremiyete nüfuz edebilmekten yoksun kaldı. Günümüzde bu, en basiti, AK Parti'yi anlayamamakla tezahür ediyor. 13 yıl geçtikten sonra, bugün bile karşılarında çok ciddi bir toplumsal olay olduğunun farkına varmış değiller. Hâlâ bütün kötülükler Tayyip Erdoğan'dan kaynaklanıyor gibi şeyler icat edip kendi uydurmalarına kendileri inanıyorlar. AK Parti'nin nasıl bir sosyolojiyi temsil ettiğini; bir adım ileri gidersek, AK Parti'nin de aslında mutlak yerel ve yerli olmadığını, ancak yereli çok iyi tanıdığını, evrenselle yerelin ve yerlinin yeniden kaynaştırılması konusunda belirli bir başarıyı temsil ettiğini anlamış değiller.

Buradan hareketle, teorinin esiri olup kendi toplumunu tanıyamamak konusunda başka bir örnek vereyim: Devlet ve iktidar; iktidarın niteliği ve katmanları. Marksist teoride devlet, hakim sınıfların baskı aygıtıdır. Devlet hukuku, polisi, jandarmasıyla seni bastırır ve ezer! Peki, iktidar dediğimiz olay bundan mı ibaret? Bu ne kadar sığ bir kavrayış?! Ben geçtiğimiz 13 yılın iniş ve çıkışları ile siyasi tecrübesine bu açıdan da bakıyorum ve kendi kendime vay, diyorum, meğerse neymiş iktidar, ne kadar çok katmanlıymış! Çünkü bakıyorsunuz, MGK gibi direkt askeri vesayet unsurlarını geriletiyorsunuz, arkasından yargı çıkıyor, bürokrasi çıkıyor, eğitim çıkıyor, medya çıkıyor… Biz solcular sadece mahkeme, 141-142. maddeler, polis ve kontrgerilla ile karşılaştık. Hâlbuki AK Parti'yi alt etme çabası, eski düzeni bütün iktidar katmanlarını sonuna kadar kullanmaya zorladı ve o eski düzenin yeni, varlığını tahmin dahi etmediğimiz katmanlarını ortaya çıkardı. Çok kafalı bir Hydra; birini kesiyorsun diğeri çıkıyor. Eh, bu da benim açımdan bir diğer yereli ve yerliliği tanıma tecrübesi oldu (tekrar, yereli cennet sanmayalım diye hatırlatıyorum). Buna karşılık solun kalıntıları, önlerindeki dersi hiç düşünmeden, Erdoğan'ın ismini sayıklayıp duruyor.

HALİL BERKTAY KİMDİR?
1947 yılında İzmir'de dünyaya geldi. Liseyi Robert Koleji'nde bitirdi. Ekonomi alanında lisans ve lisansüstü eğitimini 1968'de Yale Üniversitesi'nde tamamladıktan sonra Birmingham Üniversitesi'nde tarih disiplininde doktora yaptı. Türkiye'de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat Tarihi ve İktisadi Doktrinler Kürsüsü ile ODTÜ ve Boğaziçi Üniversitesi Tarih bölümlerinde öğretim üyeliği görevlerinde bulunan Berktay yurtdışında, Birmingham Üniversitesi ve Harvard Üniversitesi'nde dersler verdi. Ana Britannica Ansiklopedisi'nin, Europalia sergi projelerinin tarih danışmanlığını yaptı. Esas uzmanlık alanı, 20'nci yüzyıl Türk milliyetçiliği ve milliyetçi historiyografisidir. Bunun dışında, gerek Avrupa ortaçağ tarihinin, gerekse Osmanlı sosyal ve ekonomik tarihinin karşılaştırmalı bir perspektif içinde yeniden düşünülmesi sorunuyla da uğraşan Berktay halen Sabancı Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olarak çalışmakta ve serbestiyet.com'da yazmaktadır.

BİZE ULAŞIN