Haşmet Babaoğlu: O ben miyim burası neresi?

O ben miyim burası neresi?
Giriş Tarihi: 3.09.2015 14:57 Son Güncelleme: 8.09.2015 11:40
Haşmet Babaoğlu SAYI:16Eylül 2015
Haşmet Babaoğlu ile 3 soru 3 cevap... Geçenlerde bir sohbet sırasında şöyle yakındığınızı hatırlıyorum: "İnsana ülkesi hâlâ yurt. Şükür ki, modern insanın yurduyla bağı bütün sıcaklığıyla sürüyor. Fakat eviyle ilişkisi öyle mi ya! Evi sanki sürgün yeri!" O sırada soramadım, şimdi sorayım. Tam olarak ne demek istemiştiniz, biraz açar mısınız?

Konut diyorlar şimdi! Evden değil de, bir başka ülkeden söz eder gibi. Sanki yerimizden yurdumuzdan fırlatılmışız da, oralara 'konmuş'uz. Kuleler, kutular, kafesler… Oysa bizim bütün istediğimiz belki gökyüzüne açılan minik bir pencere; belki mütevazı bir avlu ya da bütün aileyi kucaklayan geniş ve aydınlık bir mutfak… Fakat nerede! Çağın inşaat ve mimari trendleri nasıl bir yerde oturacağımıza karar veriyor. Popüler kültür de bizi onları isteyip sevdiğimize inandırmaya çalışıyor. Onca maddi ve manevi yatırıma rağmen hepsi eninde sonunda bir tür 'kürkçü dükkanı!' Dışardan döndüğümüz yer. 'İçerisi' yani! O kadar! Bazen bir sığınak. Bazen bir sanatoryum, bazen de hapishane. Çare yok, mecburiyetten katlanıyoruz. Hatta kendi kendimize ne kadar güzel olduklarını söyleyip duruyoruz ama bir türlü 'ruhen' yerleşemiyoruz. Çünkü ruh sadece yabancılık çekmediği yeri 'ev' beller. İtiraf etmesi zor ama evlerimize yabancıyız. Sonra ne yapıyoruz, malum: Koskoca evde tek bir koltuk seçip oradan kımıldamak istemiyoruz. Bir koltuk evin ta kendisi olup çıkıyor. Tek o yabancılık duygumuzu alıyor; evi her seferinde yadırgamamıza neden olan duvarları, koridorları, kapıları bize unutturuyor. Uzun sözün kısası, ben modern insanın eviyle ilişkisini biraz sürgünlerin haline benzetiyorum. Sürgün, yabancı bir diyarda geçicidir. Sürgünlüğünün biteceği vakte kitlenmiştir. Orada kalır ama orada yaşamaz! Bu konuyu açtın ya, gel de 'Elem Çiçekleri'nin büyük şairi Charles Baudelaire'yi hatırlama! Her hafta taşınırmış. Çok yorucu bir şey tabi. Arkadaşları bir gün "Yahu, nerede oturmak istediğini söyle, biz orayı bulalım, seni taşıyalım" demişler, "Yeter ki bu işkence bitsin!" Yok, demiş şair, "Ben galiba nerede değilsem orada rahat ediyorum…"

Yabancı gerçekten bize yabancı biri midir? Onunla karşılaşınca ne yaparız?

Paradoks gibi görünebilir ama 'yabancı' çok tanıdık biridir. Julia Kristeva onu şöyle anlatır: "Genzimi tıkayan hınç, berrak olan ne varsa hepsini bulandıran matlık. O ne romantik kurban, ne de hasım. Sadece kimliğimizin gizli yüzü!" Bazen pek merhametli ve terbiyeli olduğunu yakından bildiğim birinin Suriyeli sığınmacılara anlamsızca kötü davrandığını gördüğümde hep bunu düşünürüm. Öylesine 'burası bizim' havası takınır; öyle yersiz ve abartılı bir milliyetçiliğe kapılır ki, kendinden bütünüyle kuşkuda olduğu açıktır. Bir bakıma, varlığı inkâr edilen kardeşle karşılaşmanın öfkesidir bu. Öfke ve düşmanlık bir tür sarhoşluktur. O sarhoşlukla yerimizi, yurdumuzu öyle sahipleniriz ki, nihayetinde dünyanın hepimize gurbet olduğunu; şu küçük hayatlarımızın 'sığınmacısı' olarak yaşayıp gittiğimizi unutuveririz.

İnsanlar nedense kalplerine toz kondurmazlar. Hele son zamanlarda özellikle 'beyazlar' arasında vicdanını yere göğe koyamama tavrı pek yaygın. Fakat bir an geliyor, aynı insanların 'öteki'ni inkâr ve yabancıyı hızla düşmanlaştırmada en önde koştuğunu görüyoruz. Nasıl oluyor da, oluyor?

İtalyan sinemasının ustalarından Passolini, 'seküler küçük burjuvazinin dini' demişti vicdan için. Haklıydı. Ama ne fark eder? Ölçüsü ('yasa'sı yani) olmayanın vicdanı olsa, ne fark eder? İmanı olmayanın birtakım inançları varmış, ne fayda!

Üstelik tam ihtiyaç olduğunda ortalıktan kaybolan bir şey vicdan… Neyse, size bütünüyle yaşanmış bir hikâye anlatayım. Orta yaşlı, güler yüzlü, bakımlı, hoş bir hanımefendi İstanbul'daki resmi mülteci barınma merkezlerinden birinin kapısını çalıyor. Ziyaretinin amacını soran görevliye "Rahmetli annem muhtaçları sevindirmemi isterdi, bugün onun doğum günü" diyor. Eli kolu paketlerle dolu. Yönetici çay ikram ediyor. Biraz sohbet ediyorlar. O sırada misafir hanımın gözleri yuvalarından fırlıyor. Sonra söylenmeye başlıyor: "Burada kara kuru insanlar var, hepsi yabancı."

Yönetici, "Hanımefendi" diyor; "burası mülteci evi. Çok normal değil mi?" Fakat misafir bu sözleri dinlemeden ayağa kalkıp bağırıyor: "Yardım edeceksem, kendi insanlarıma ederim." Paketlerini hiç utanıp sıkılmadan toplayıp hışımla oradan ayrılıyor. Şimdi kamp yöneticisi ve çalışanlarının olaya şaşırdığını sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Hayır! Çok alışkınlar bu tip olaylara. Peki neden bu olayı anlattım? Şundan… Sürekli aktüel siyasi dinamiklere, belirgin sosyal çatışmalara takılıp kalıyoruz… Oysa sıradan insanların zihnine yer eden derin ayrımcılığı, kalbi temiz (!) ırkçı ezberleri kurcalamanın tam zamanıdır.
BİZE ULAŞIN