Gurbetin, hasretin, belirsizliklerin ve yabancılığın melankolisi, enerjisini sadece fiziki varlığını sürdürebilecek bir yere kadar aşağılara çekiyordu. İş bulunmasıyla geçici bir canlılık yaşadı ama anladı ki nerede bulunuyorsa, onu mutlu edecek yer öteki yerdi artık. Köyünde olmak vardı şimdi…
Size Kırgızistan'dan Türkiye'ye geleli henüz bir yıl olmayan Perçem'den söz etmek istiyorum. Dört çocuk annesi ama görünüşüne baksanız, üniversiteye yeni başlamış dersiniz. Kocası Kırgız-Özbek çatışmaları sırasında çeşitli siyasi suçlamalarla tutuklanmış. Genç kadın kocasına yardım ve yataklık etmek suçlarından kendisi hakkında da dava açılabileceğini duyunca İstanbul yolculuğu için harekete geçmiş. Zaten işsizlik ve parasızlık yüzünden zihninde hep dolanan bir planmış bu. Onunla yaşlı bir akrabamızın evinde karşılaştım, yazlıkta anne babalarıyla birlikte kalmaları mümkün olmayan evlatlar can yoldaşlığı ve hizmet için Perçem'i getirmişler.
Memleketlisi hatta köylüsü Altınay gelip buldu onu. Gurbet ellerde dilini konuşan biriyle karşılaşmak Perçem'i çok mutlu etti. Ülkesinin, köyünün, ailesinin sadece zihninde dolaşan bir hayalete dönüşmesini engellerdi belki getirdiği taze haberler. Altınay mutfakta kısık sesle fakat ardından atlı koşturuyormuş gibi hızlı bir akışla anlattıkça anlatıyordu. Köyden, bu seneki mahsulün bolluğundan, annesinin tek başına çırpınışından söz ettikçe Perçem'in içini neredeyse onu ölümden hayata döndüren bir doluluk kaplamıştı. Hemşerisine rastladı diye sevinçten eli işe varmamak şöyle dursun, tersine bu yaşlı insanlara ellerinin emeğini fazlasıyla bağışlamak istiyordu görüşmenin onuruna. Bir yandan hızla haşlanmış tavuk butlarını sosa bulayıp tepsiye diziyor, bir yandan ısladığı pirincin suyunu koyup ocağa yerleştiriyordu. Ne yaptığını bilmeden, bir Kırgız tatlısının hamurunu bile kızartmaya başlamıştı.
Çocukların sağlıklarının iyi olması annesinin fedakârlığıysa, okuldaki başarıları da kız kardeşinin gayretiydi. Dosta düşmana karşı sağlam durmak için annesi yolladığı mektupları kadın meclislerinde yüksek sesle okuduğundan daima iyi şeyler yazması gerekirdi. Bazen hayalleri gerçek gibi yazmak zorunda kaldığından, bitip tükenmeyen Türkiye arzusu depreşiyordu özellikle de genç Kırgız kadınlarda. Çalışmaya, iyi para kazanmaya, güzel elbiseler almaya dair hayal deryası...
Aceleyle çalıştıkları evlerdeki durumu konuştular. Altınay genç bir ailenin yanında çocuklara bakıyordu, şimdi birlikte yazlığa gelmişlerdi, sözleşmede olmadığı halde evdeki bütün işleri de yaptırmaya çalışıyordu evin kadını. Ne kadar çalışsa yatılı olduğundan uyku hariç tüm zamanını hasretmesini bekliyor, ne zaman bir kahve içimi otursa gözüne batıyordu.
"Ben prenses muamelesi görüyorum o zaman" dedi Perçem. 80'ini aşmış iki yaşlı insana refakat etmek zordu, onların hoşnutluğunu sağlamak neredeyse imkânsızdı ama tatlı dilliydi beyefendi. Evin hanımının unutkanlık hastalığına yakalanması, üstelik ayağındaki rahatsızlıklar yüzünden fazla hareket edemeyişi, mutfağı, odaları dolaşacak durumda olmaması olası eleştirilerini, müdahalelerini engelliyordu bir nebze. Bu ise Perçem'e rahat nefes aldırıyor, zamanı kendisine de boş vakitler yaratacak şekilde örgütlüyordu. Evin erkeği Tuğrul Bey'de ise eski bir banka müdürü olarak zihni zamanında sürekli çalıştığından hiçbir hafıza kaybı yok. Karısının her gün kim bu kadın, ne işi var evimizde sorularına sabırla cevap veriyor. Uzak diyarlardan onlara bakmaya geldiğini, misafirleri sayıldığını, kızları gibi davranmaları gerektiğini anlatıyor. Sen bakma ona Perçem kızım, bazen beni bile tanımıyor diye teselli ediyor. Fakat hiç kolay değil, seni istemiyorum, ailen yok mu senin, daha ne kadar kalacaksın sözlerine ikide bir muhatap olmak.
Bu işi bulması bir mucizeydi aslında. Ajansın bulacağı işi beklerken başka Kırgızlarla topluca kaldığı evde zaman geçmek bilmemişti. Hatta "Çocuklarımdan ayrılıp neden geldim, ne yapıyorum ki buralarda?" diye amansız bir beyhudelik duygusu kaplamaya başlamıştı içini. Paraları olmadığı halde bir gün iş bulduklarında satın alacakları şeyleri tespit etmek üzere pazarları dolaşan diğer kadınlar gibi vakit öldürmeyi sevmiyordu. Türkçe öğrenmek uğruna yabancılar için açılan bedava kursları tercih ediyordu iş çıkana kadar.
"İlacımı içmedim ben, neden getirmiyorsun ki" diye seslendi Peride hanım. Tuğrul Bey, "Biraz önce içtik ya ikimiz de" dese, ikna edemeyeceğini bildiğinden, böyle durumlarda mükerrer olmasın da zehirlenmesin diye hazırladığı tıpkı ilaç görünümündeki şekerli drajeyi verdi ona. Yoksa aynı şeyi tekrarlayıp dururdu akşama kadar.
'Hepimiz Türküz, konuştuğun dil Türkçe' dense de lehçeler birbirinden çok farklıydı doğrusu. Perçem buradaki dili öğrenmeye azimliydi, susamış birinin testiyi kafasına dikmesi gibi şevkle olmasa da mevcut şartların akışına bırakarak, konuşmalara kulak kesilerek öğrenmeye çalışıyordu. Gelmişken kendini geliştirmeyi de aklına koymuştu koymasına ama gurbetin, hasretin, belirsizliklerin ve yabancılığın melankolisi, enerjisini sadece fiziki varlığını sürdürebilecek bir yere kadar aşağılara çekti sonunda. İş bulunmasıyla geçici bir canlılık yaşadı ama anladı ki nerede bulunuyorsa, onu mutlu edecek yer öteki yerdi artık. Köyünde olmak vardı şimdi.
Üniversite bitirmiş olmak işi geciktirdi. Kimse kirli işlerde yüksek tahsilli bir kadını çalıştırıp da afrasını tafrasını çekmek istemiyor, bu işler için orta öğrenimli birini yeterli görüyor yardımcı arayanlar. Perçem'in aldırdığı yoktu hâlbuki işin mahiyetine. Garsonluk, bulaşıkçılık, bakıcılık, ne iş olursa olsun diye hazırlamıştı kendini.
Altınay'la ön terasta oturup ikindi vakti gülüşerek denize doğru giden insanları seyrettiler. Çocuklar için simitleri, deniz çantaları, yiyecek sepetleri, ayaklarında sandaletleri ile tatilciler arzı endam ediyor. Bikinili kadınlar haşema giyip bone takanlara karışmış hep birlikte geçiş yapıyorlar.
Perçem'le Altınay buluşmanın heyecanı içinde. Gözlerinde ağlamakla alakası olmayan heyecanın getirdiği bir nem bulutu var. İkisi de kot pantolon ve kısa kollu tişört giymiş, saçlarını arkadan toplamışlar lastik bir tokayla. Farklı bir zamana ait çekicilikleri var. Atkuyrukları tepeden değil de boyun hizasından. Yüz hatları, elmacık kemikleri, alınları sert bir ifade verse de gülümseyince eriyip gidiyor bu sertlik.
Buraya geleli beri hiç denize gitmemişti Perçem. Dört çocuğun her birinin hasreti ayrı kavuruyordu kalbini. Annesine sorumluluğu yüklemesi, kız kardeşine karşı minnet altında kalması, herkese müdana etmesi omuzlarını büküyordu. Kocasının hasreti ise daha derinlerdeydi, film şeridi gibi bütün yaşanmışlıklarını geçiriyordu geceleri kapalı gözlerinin önünden.
Onu kendileriyle birlikte sofraya oturtan, daima halini hatırını soran Tuğrul Bey, kendilerinin de 50 yıl önce filmlere konu olacak kaçışla bir Asya ülkesinden geldiklerini anlatmıştı. Ay ışığında gerçekleşen bu sohbetin ardından bir daha hiç böyle konuşmadılar, kızı tarafından yüz göz olup da otoritesini sarsmaması için uyarılmıştı muhtemelen adamcağız. Sonraki günler günaydın, iyi geceler, yemeğini yedin mi, salatalıkları suladın mı, ne istiyormuş kapıdaki adam gibi zorunlu konuşmalar dışında bir muhabbet geçmemişti aralarında.
Altınay bir aya kadar memlekete gidecek. Onunla bir mektup ve küçük bazı hediyeler yollayacak. Oturttu bir sandalyeye bahçenin gözden ırak köşesinde. Bir bardak çay tutuşturdu eline. İkisine de bir söz gelmemesi için mektubu çok acele yazması lazım.
Buradaki hayatı seyrediyordu sadece. Bedeninin içine dâhil olduğu yaşantı ruhunu içine almamıştı henüz. Bazen arzularının diri olduğunu hissediyor, denize yürüyen kalabalığa karışıp gidecek gibi oluyordu ama biliyordu ki bu buzlu camın ardından gördüğü şeylere ulaşmanın, insanlara sesini duyurmanın kısa vadede imkânı yoktur. O zaman görüntü bulanıklaşıyor ve ellerin ayakların sepetlerin birbirine karıştığı bir yumağa dönüşüyordu.
Kız kardeşinden gelen son mektubu çıkardı, çocuklardan topluca söz ettiği kısımları hızlıca atladı, isimlerini anarak her birinden özel olarak bahsettiği yerleri tekrar tekrar okudu bütün sıcaklığı içinde duyumsayarak. Mektubu zarfa koyup naylona sardı, çantasının fermuarlı gözüne yerleştirdi. Hepsinin ruhu emniyet içindeydi şimdi, satırlardaki ruhları hiç kimse alamazdı ondan.
Buraya Kilyos diyorlar, İstanbul'a yakın. Çok güzel bir sahili var. Fakat bu güzel yerin ne gecelerine ne de gündüzlerine dokunamıyorum bile. Bana ait değil, zaman tamamen benim dışımda akıp gidiyor. Böyle mi yazsaydı. İçi geride bıraktıklarıyla, toprak, ev, ova, yüzler, yaşantının kokusu… İşte bunlarla doluydu. Yanında çocuklarının havaalanındaki son bakışlarını getirmişti.
Konuşmasından, tipinden yabancılığı belli olsa da insanlar kardeşçe ve sevecen davranıyordu aslında. Düşmanca bir yaklaşımla hiç karşılaşmamıştı Allah için. Yabancı diye mimlenip de kötü bir muameleye maruz kalmamıştı şimdiye kadar. Nereden geldiniz diye soranlar olurdu en fazla. Taciz yaşamıştı yaşamasına ya, hangi kadın tacize uğramıyor ki?
Bir satır yazamamıştı daha, Altınay gitmem lazım diyordu. Peride Hanım da ne zaman gidecek bu kadın, evimi ele geçirdi, senin bir ailen yok mu diye söyleniyordu...
YILDIZ RAMAZANOĞLU KİMDİR?
Yazar.