Mustafa Akar: Muhacirlerin vatanı: Türkiye

Muhacirlerin vatanı: Türkiye
Giriş Tarihi: 1.9.2015 15:22 Son Güncelleme: 8.9.2015 11:38
Mustafa Akar SAYI:16Eylül 2015
Muhacirler Osmanlı’dan itibaren sosyal sınıf olarak toplumun en alt tabakasında yer alırlar. Fakat bu toprakların ruhunda var işte. İslam kültüründe yer alan muhacire iyi davranmak düsturu özümsenmiş ve bugünlere kadar gelmiştir. Türkiye’nin dünden bugüne muhacirlere karşı gösterdiği ahde vefa, modern zihnin anlayabileceği bir şey değil. Nagihân ol şâra vardım
Ol şârı yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım
Taş u toprak arasında
Hacı Bayram-ı Veli

Askerliğini Hatay'da yapan dedem, kente ilk vardığında beraber yolculuk yaptıkları diğer askerleri gözden yitirir. Arkadaşlarını bulamayınca tek çare kalmıştır; birliğin yerini sormak. Fakat kente beraber geldikleri zabit başı, birbirlerini yitirmeleri halinde -zamanın şartlarından mıdır bilinmez- birliğin yerini sormak için cami cemaatinden birilerini bulmak gerektiğini söyler. Dedem vakit namazı için bulduğu ilk camiye yönelir. Namazı kıldıktan sonra cemaatten karşılaştığı kişilere birliğin yerini sorar. Cemaatin arasında Türkçe bilen yoktur. Genelde Arapların namaz kıldığı camidedir çünkü. Koşa koşa sokağın öbür yanında gördüğü diğer camiye koşar. Bu sefer de o caminin cemaatinin çoğunun Kürtçe konuştuğunu fark eder. En sonunda sokaktan geçen bir vatandaşa sorar, o kişi de sivil bir inzibat çavuşu çıkar. Tüm bu yanlış anlamalar sonucunda birliğine varır ama gel gör ki, beraber seyahat ettikleri zabit başı dedeme çok kızmıştır. Böylece dedemin dört yıl sürecek usta askerliğinin ilk günü hapis cezasıyla başlar. Dedem o sonsuz askerlik anılarını anlatmaya başladığında en çok bu anısında güler ve şöyle derdi: "N'olacak işte, İngiliz soyunun değil ya bu torpaklar, muhacir torpağı." Türkçesi gayet düzgün olan dedemin "muhacir torpağı" demekte diretmesi, sebebini bilemesem de çok hoşuma giderdi.

Muhacir kelimesini ilk o zaman duydum sanırım. Bir de Bosna'ya giden bir akrabamızın evlendiği muhacir kızı. Adı neydi unuttum elbette. Yalnız aklımda şu kalmış: O kız hangi eve misafir gelse öyle özenle ağırlanırdı ki anlatamam. Anneme bunun sebebini sorduğumda aldığım cevap ise şuydu: "Oğlum o muhacir kızıdır. Gurbet ellerde yetim mi kalsaydı?"

Muhacir kelimesiyle tanışmam, aynı zamanda kelimeye Türklerin verdiği anlamla tanışmamla eş zamanlıdır. Onlar bu vatanda muhacirse, biz kimdik? Ev sahibi olarak onlara biz bir kapı açmıştık, evet. Peki, onlara kendi evlerinin kapılarını kim kapatmıştı? Yeryüzünde başka bir millet var mıydı, muhaciri kendi ülkesinde evinde hissettirmeye çalışan? Bu Ensar ruhu nasıl böyle bozulmadan yüzyılları devirip his ve gönül dünyamızdaki tahtına oturmuştu?

Arapça kökenli kelime, tehcire yani zorunlu göçe uğramış, bir yerden başka bir yere göç eden kişiler veya göçmenler için kullanılıyor daha çok. Trakya bölgesinde 'macır' diye telaffuz edildiğini de duymuştum bir yerlerden.

Muhacir kelimesiyle tanışmamız Balkan Savaşları'ndan itibaren 1930'lara kadar uzanıyor. Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk ve Yugoslavya gibi ülkelerden Türkiye'ye göçenler için kullanılıyor daha çok. Muhacirler başta Trakya olmak üzere Marmara bölgesine yerleştirildiler. Ha bir de 'Adalılar' diye tabir edilen bir muhacir kitlesi de var. Adalılar kelimesi, Yunanistan'ın Girit ve Midilli ile diğer Ege adalarından göç edenler için kullanılıyor. Günümüzde artık muhacir kelimesi göç yoluyla ülkeye gelmiş tüm göçmenler için kullanılır oldu.

Muhacirler Osmanlı'dan itibaren sosyal sınıf olarak toplumun en alt tabakasında yer alırlar. Fakat bu toprakların ruhunda var işte. İslam kültüründe yer alan muhacire iyi davranmak düsturu özümsenmiş ve bugünlere kadar gelmiştir. Muhacir, muhacirun, hicret eden... Aklıma hemen Ashab-ı Suffe geliyor. Mescid-i Nebevi'nin kuzey duvarındaki hurma dallarıyla çevrili gölgeliğe Suffa, burada kalan Müslümanlara da Ashab-ı Suffa denirdi. Bu sahabilerin Medine'de meskenleri yoktu. Efendimizin muhacirleriydiler. Ekseriya oruçlu bulunurlardı ve Peygamber Efendimizi dinler, O ne derse onu eksiksiz yaşamaya ve yapmaya gayret ederlerdi. Hem gurbette idiler hem de dünya gurbetinin izi, remzi idiler. İhtiyaçları sahabeden zengin olanlar tarafından karşılanan ve günlerini ilim tahsil etmeye vakfeden Suffa, gerektiğinde gazalara da katılırdı. Bugün elimizde Asr-ı Saadet ile ilgili kaynakların büyük kısmı Suffa talebelerinden bize ulaşmıştır. Suffa'nın baş talebelerinden biri olan Ebû Hüreyre Hazretleri kendisinin çok hadis rivayet etmesini garip bulanlara karşı şu cevabı vermiş:

"Benim fazla hadis rivayet edişim garipsenmesin. Çünkü muhacir kardeşlerimiz çarşıdaki, pazardaki ticaretleriyle, ensar kardeşlerimiz de tarlalardaki, bahçelerdeki zirai işleriyle meşgul bulundukları sırada Ebû Hüreyre, Peygamber Efendimizin mübarek nasihatlerini hıfzediyordu."

Anadolu'nun ilk muhacirleri

İslam bu anlamda bir gurbet dinidir dersek yanlış bir şey söylemiş olmayız sanırım. Efendimizin Medine'de otururken Mekke'yi özlemesi bile düşündükçe insanı hüzünlendiren bir duygu. Peygamber Efendimiz bir haber geciktiği zamanlarda Yedi Askı şairlerinden Tarafe'nin şu şiirini mırıldanırmış sürekli:

"Günler yakında sana ne olacağını gösterir/Ve kendisine yol azığı vermediğin kimse sana haberler getirir."

'Dünyada garip bir yolcu gibi ol'manın sırrı bu toprakların ruhunda saklı. Anadolu'nun kapılarını manevi rüzgârlarını peşine takarak bize açan Horasan Erenleri, özellikle 13'üncü yüzyılda dünya üzerinde görülmemiş yüksek bir kültürü Anadolu'nun toprağına ekleyerek bir vatanımızın olmasını sağladılar. Moğol yayılmacılığının doğu topraklarını işgal ettiği günlerde, Horasan'la İran Azerbaycan'ına sığınan Hoca Ahmet Yesevi'nin talebeleri 13'üncü yüzyılın ilk yıllarında Anadolu'ya yöneldiler. Onlara Anadolu'nun ilk muhacirleri diyebiliriz. Yesevilikle birlikte bu topraklara sözlü geleneklerde yaşayan bir kültür de taşındı. Âşıkpaşazade Anadolu'ya gelen toplulukları şöyle anlatır:

"Ve dahi bu Rûm'da dört tayfa vardır kim anılır misafirler ve seyyahlar arasında: Biri Gaziyan-ı Rum ve biri Ahiyan-ı Rum ve biri Abdalan-ı Rum ve biri Bacıyan-ı Rum." Anadolu Ahileri özellikle kentlerde iktisadi örgütlenmeyi gerçekleştiren Ahilerin öncüleriydiler. Anadolu Bacılarının da Horasan'dan geldiklerini, Anadolu'nun fethedilmesinde gaziler, ahiler ve abdallarla birlikte etkin bir rol oynadıklarını okuyoruz tarihte. İşte bu Anadolu Erenleri bir insanı kurmakla bir şehri kurmak arasında fark gözetmeyen bir irfan estetiğine sahiptiler.

Anadolu'nun Türk vatanı haline gelmesinde Yesevi dervişlerinin önemli bir rolü oldu bu anlamda. Muhacirlerin vatanı olan Türkiye'nin temelleri atılırken, Yesevi dervişleri Anadolu insanına yaşama gücü ve inancı sundular. Halkın bozgunlarla yıkılmaya yüz tutan inancını yükselttiler. Birlik ve beraberlik dediğimiz, belki de Türkiye'de en çok duyduğumuz o kelimelerin yanına direnme gücünü de eklediler ve halkın maneviyatını yükselttiler. Halkın yaşayışına müessir olan sufiler, geldikleri bölgelerde olduğu gibi tekkeler ve zaviyeler kurdular. Bu çaba sayesinde hem iskân politikası başarılı oldu hem de savaşlar dini bir muhteva kazandı. Özellikle Ahilik, iktisadi hayat üzerinde vazgeçilmez bir etki sahası edindi kendine. Sanat ve ticaret hayatı gelişti, edebiyatımız zenginleşti.

Çoğunlukla Moğol zulmünden kaçarak Anadolu'ya gelen bu sufiler arasında Sadreddin Konevî, Muhyiddin İbn Arabî, Ahi Evren, Hacı Bektaş-ı Veli, Mevlana Celaleddin-i Rumî gibi manevi kutuplar da bulunuyordu. Bu isimlerin bir araya getirdiği kültür, hem fikri anlamda, hem de kültür ve edebiyat sahasında halen yararlandığımız bir zenginliği oluşturdu. Anadolu halkı sufiler sayesinde bir yaşam ruhu kazandı; birlik ve beraberlik bu sayede yeniden tesis edildi.

Anadolu bu anlamıyla tam bir sığınak vazifesi gördü. Bu, dün de böyleydi bugün de böyledir. Günümüzde artık türkülerde uçan 'allı/telli turnalar' kuş bilimciler tarafından flamingo olarak adlandırılsa da, bu topraklarda o kuşun adı 'telli turna'ya dönüşür. Suriyeli, Bosnalı, Iraklı, Bulgar… Irkı ne olursa olsun Anadolu'nun derin havzasında göçmen ya da muhacir olarak kendilerine biçilmiş kaderin bir tarafına eklenirler. Bugün binlerce göçmenin ülkelerini işgal ettiğini söyleyen Sosyalist Yunan hükümeti, ekonomik krize bir de mülteci krizinin eklendiğini söyleyerek Batı'dan yardım istiyor. Avrupa, Ortadoğulu mültecilerin çok az bir kısmına yardım elini uzattı. Sadece bu sene Akdeniz sularına yüzlerce mültecinin cesedi gömüldü. Çoğu da bulunamadı. Türkiye'nin dünden bugüne muhacirlere karşı gösterdiği bu ahde vefa, modern zihnin anlayabileceği bir şey değil.

Türkiye avucunun içi

Modern düşünce üç sacayağı üzerine kuruludur. Ulus devlet, bireycilik ve pozitivizm. Modern ulus devletlerin dayattığı yaşam biçimi olan bireycilik ve dini-kültürel değer olarak o yaşam biçimini şekillendiren pozitivizm içinde bir muhacirin yaşam hakkına asla yer yok. 90'lı yıllarda çevrilen distopya filmlerinin birçoğunda köleliğin yer değiştirerek hastalıklı insan kitlelerine evrildiğini görürüz. Bir tarafta mükemmel bir ütopya. Gıpta edilen bir yaşam biçimi. Teknolojinin eğrisel olarak neredeyse son çizgisine kadar gelişmişliğine rağmen, öbür yanda bu şehirlerin kanalizasyonlarında yaşayan bir de dışlanmış hastalıklı kitleler vardır. Ve film boyunca hastalıklı kitle, sağlıklı kitlenin yaşam alanını gasp etmeye çalışır. Distopyada gösterilen hastalıklı kitle Amerika'yı yıllardır düşündüren göçmenlerdir. Bu durum bizim de filmlerimize ve romanlarımıza başka bir şekilde sinmiştir. Özellikle 70'li yılların başında ortaya çıkan köy edebiyatında çizilen halk tipi tam da bu anlamıyla sorunludur. Köyün imamı muhakkak 'dalavereci'dir. Halk akılsızdır ve ağalığın kölelik düzeni altında ezilmektedir. Senaryolarının bir kısmı Aziz Nesin'in yazdıklarından uyarlanan Kemal Sunal filmlerini düşünelim. Yıllardır tekrar tekrar yayınlanan bu filmlerde bir güldürü unsuruna dönüşen köyden kente gelmiş insan tipi, köyünden çıktığında alıklık derecesine varacak kadar saftır. Şehre gelir ve şehrin kara düzeni altında ezilir. En sonunda kendisi de bir 'ezen'e dönüşür. Özellikle belli bir çevre tarafından yayınlanan şehir kültürü kitaplarında ise başka bir Anadolu imajı çizilmekte artık günümüzde. 'Taşra sıkıntısı' denile denile ötekileştirilen, hikâyesi kültürel iktidarı ilgilendirmeyen kitle ise Anadolu'nun gerçek sahibi olan, sahici insanlardır. Anadolu'nun gerçek hikâyesi cami avlusunda akşam namazına kadar bekleşen ihtiyarlardadır, bir kıraathanede birbirine askerlik anılarını anlatan insanlardadır, evine misafir ettiği komşularına gurbetteki torunlarından bahseden teyzelerdedir. Bu liste uzar da gider. Ortadoğu'da bir deyim vardır. Cezayir için 1 milyon şehit toprağı derler, mesela Moritanya için 1 milyon şair ülkesi… gibi. Türkiye de milyonlarca muhacirin, göçmenin vatanıdır. Yunus Emre'nin başka başka şehirlerde onlarca mezarının olması bize bir şeyler söyler. Üstelik Yunusumuzun mezarı sadece Anadolu'da da değil, Balkanlarda da en az beş ayrı yere atfedilir. Biz sevdiğimiz insanların mezarını bile yanımızda gezdiririz. Süleyman Şah karakolunun göçünü düşünelim. Tam da bu anlamda Yunus Emre'nin mezarlarından, Süleyman Şah'ın yolculuğuna kadar elimizde bir harita oluşur. Bu haritayı mesela Metin Eloğlu, 'Türkiye'nin Adresi' şiirinde şöyle tarif eder: "Yani Türkiye'yi bulmak kolay, Türkiye avucunun içi/Ama gerçek yerini kimselere belletmeyeceksin."

Muhacir, göçmen, sürgün… Bu toprakların ruhunu oluşturan denklem. İstiklal şairimizin bir Arnavut olması, modern şiirimizi başlatan ikiliden Ahmet Haşim'in Bağdat'tan, Yahya Kemal'in Üsküp'ten gelmiş olması... Menderes'ten Erbakan'a Türk siyasetinin dönüm noktalarındaki şahısların Türkmen olması değildir bu toprakları muhacirlerin vatanı yapan. Anadolu'ya hep bir yerlerden gelinmiştir ve Anadolu bugün elimizde kalan son toprak parçasıdır. Ve bugün de kullandığımız 'muhacir torpağı' sözü Türkiye'yi sevmenin en güzel nedenlerinden biridir. Ne demişti Cemal Süreya: "Yunus ki sütdişleriyle Türkçenin/Ne güzel biçmişti gök ekinini/Düşman müşman girmeden araya/Dolanıp bütün yukarı illeri/Toz duman içinde yollar boyunca/Canından sızdırmıştı şiiri."

MUSTAFA AKAR KİMDİR?
Şair ve yazar.
BİZE ULAŞIN