Lacivert Yazı İşleri: Gurbet ancak edebiyet ile buluşunca sonlanır

Gurbet ancak edebiyet ile buluşunca sonlanır
Giriş Tarihi: 1.9.2015 16:11 Son Güncelleme: 8.9.2015 12:11
Lacivert Yazı İşleri SAYI:16Eylül 2015
Müslüman toplumlarda dünya geçiciliği, gurbeti nitelendirdiği için esas hayat öte taraftadır. Onun için orası özlenmesi gereken, kavuşulması gereken bir yerdir. Hâlbuki bir Batılı için bu büyük bir travmadır. Yani bir insanın ölümü istemesi, gerçek hayatın bu dünyanın dışında olabileceğini düşünmesi mümkün değildir. Çünkü onların kafasında öyle bir şey yok. Göç, Avrupa'daki etnik ve dinsel azınlıklar, aile, beden gibi birçok konuyla ilgili bilimsel araştırmaları bulunan Prof. Dr. Kadir Canatan ile gurbetin seküler ve metafizik anlamlarını, Avrupa'ya göçen Türkiyeli Müslümanlar üzerinden dönüşen gurbet algısını konuştuk. Batı dünyasının gurbet düşüncesini yitirdiğini vurgulayan Canatan, Müslüman toplumlarda gurbet duygusunun 'öte dünya' ile bağlantılı olduğunu söylüyor.

Bir çalışmanızda göçün sosyolojik manada sadece mekânsal bir hareketlilik değil aynı zamanda toplumsal bir hareketlilik de olduğunu belirtiyorsunuz. Bununla anlatmak istediğiniz esasen nedir?

Göç, bir yerden başka bir yere hareketlilik demek. Bu anlamda daha çok mekânla ilgili bir kavram. Özellikle coğrafyacılar mekân merkezli çalıştıkları için göç olayını da bir mekân değiştirme olayı olarak görüyorlar. Hâlbuki biz sosyologlar bunun sadece bir mekân değişimi olmadığını, toplumsal bir hareketlilik anlamına geldiğini de söylüyoruz. Bu birkaç anlamı içeriyor. Birincisi; insanlar bulundukları yerlerden başka bir yere gittiklerinde bir köksüzleşme yaşıyorlar. Kendi köklerinden kopuyorlar. Bu bir krizdir aslında, yani daha sonra kentte de yurt dışında da tekrar bu kökleri arayış, bu köklerle bir bağlantı kurma talebi, isteği ortaya çıkacaktır. Çünkü bir insan kendi köklerinden koptuğu an bir belirsizlik dünyasında hisseder kendini. Onun için bu belirsizlik içinde kalmak istemez, mutlaka kökleriyle bir ilişki kurmak ister. İkincisi; şehre geldiğinde veya dış göç bağlamında yurt dışında başka bir ülkede yaşıyorsa toplumsal konumunda da bir değişiklik olur. Mesela dış göçe katılanların büyük bir çoğunluğu kırsal kesimde temelde çiftçi olan, toprakla bütünleşmiş olan insanlar ama yurt dışına gittikleri zaman tarımsal alanlarda bir toprak üzerinde çalışmıyorlar artık. Bir meslek değişimi yaşıyorlar, büyük fabrikalarda işçi statüsünde çalışmaya başlıyorlar ki bu bizim Anadolu insanı için çok yeni bir şey. Her zaman kendi kendinin işçisi olmuş olan insanlar bu özgürlüklerini kaybediyorlar. Yani göçle birlikte yaşanan toplumsal hareketlilik onları yeni birtakım kısıtlara da boyun eğmeye sevk ediyor. Artık fabrika düzeni içinde çalışmak zorundalar. Belli bir saatte işe başlamak belli bir saatte bırakmak zorunda, fabrikada çalışırken belli kurallara uymak durumundalar, oysa köyde yaşayan bir insan çalışma saatini kendi başlatıyordu, istediği saatte bırakabiliyordu, bazen çalışmak istemediği zaman çalışmıyordu. Ama fabrika düzeninde böyle bir şansı yok. Bir başka şey de bu meslek değiştirme ile birlikte aslında dikey bir sosyal hareketlilik yaşanmış oldu. Yani daha önce imkânları kısıtlı olan insanlar yeni imkânlar elde ederek sınıfsal bir sıçrama da yaşıyorlar. Yeni bir sınıfın üyesi oluyorlar bu şekilde, yani toplumsal sonuçları olan ciddi bir olay göç dediğimiz şey. Bu durum özellikle dış göç bağlamında düşündüğümüzde toplumsal sonuçları kestirilemeyen bir olay olarak karşımıza çıkıyor. Başlangıçta düşündüğümüz plan ve projeler süreç içinde değişiyor, erteleniyor, bambaşka biçimler alabiliyor, çünkü bu içine girdiğimiz süreç artık bizim kontrolümüzde olan bir süreç değil. Onun için Avrupa'ya giden ilk kuşak üç beş yıl çalışıp geri döneceklerini düşünüyordu ama bugün bakın aradan 60 yıl geçmiş durumda ve hâlâ ordalar.

Peki, burada kuşaklar arttıkça bu kuşaklar arasında gurbet duygusuna bakışta ne gibi değişimler meydana geliyor?

Birinci kuşak için Avrupa her zaman bir gurbet olmuştur. Biz burada geçiciyiz diye düşünmüşlerdir. 80 sonrasında da durum aslında böyledir. Her ne kadar pratik değişmişse de zihinlerinde bu fikir her zaman olmuştur. Onun için sadece erteleme söz konusu olmuştur. Üç beş yılda döneceğiz diyen insanlar bunu ta emekliliğe kadar ertelemişlerdir. Bugünlerde emekli olan insanlar ya dönüyorlar Türkiye'ye veya iki ülke arasında mekik dokuyorlar. Gidip geliyorlar. Ben bu yaşlı göçmenlerin durumunu da araştırdım. Neden dönmek istemiyorlar? Hâlbuki kafalarında bir ütopya var, geri dönüş birinci kuşağın bir ütopyasıdır. Yani ideal gördüğü, her zaman başvurduğu bir çerçevedir. Yaşlılar, sağlık imkânlarının orada daha iyi olduğunu düşündükleri için dönmek istemiyorlar. Bütün çoluk çocuk, torun orada olduğu için onlardan da kopmak istemiyorlar. Ama Türkiye'ye olan özlemi de gidermek için altı ay burada altı ay orada kalıyorlar. En azından tatillerini Türkiye'de yapıyorlar. Şimdi ikinci kuşak Avrupa'ya giderken biz döneceğiz diye gitmediler. Ben mesela kendi şahsımdan hareket edecek olursam, Türkiye'den temelli olarak gidiyorum, bir daha asla dönmeyeceğim diye gittim. Çünkü o yıllarda Türkiye bize gelecek vadetmiyordu ama Avrupa vadediyordu. Herkes Avrupa'ya gitmek için bir fırsat kolluyordu. Dolayısıyla böyle fırsatı olan insanlar Avrupa'da kendi geleceklerini kurmak istiyorlardı. Orada okuyorlardı, meslek sahibi oluyorlardı, evleniyorlardı. Oranın dilini kültürünü belli ölçülerde özümsemiş oluyorlar, dolayısıyla orada bir gelecek kurma fikri baskın oluyor. Türkiye'ye sadece tatillerde gidip geliyorlar, Türkiye'yi bir tatil ülkesi olarak düşünüyorlar. Dolayısıyla kuşak değişimi ile birlikte bu zihinlerdeki gurbet fikrinde de böyle bir değişim oldu.

Gurbette yaşayanların memleketleriyle ilişkileri nasıl devam ediyor peki?

Bu gurbetçilik fikri yaşamlarının birçok yerinde çıkabiliyor. Birincisi, tatillerini burada geçiriyorlar. Mutlaka burayla sağlam bir ilişkileri var. İkincisi, yatırımlarını buraya yapıyorlar. Yani orada elde ettikleri sermayeyi buraya yatırılıyor. Çok üretken olmasa da, mutlaka ev alıyor, tarla alıyor, traktör alıyor, şehirde bir arsa alıyor, bir bina alıyor… Bir başka konu, günlük yaşamında izlediği gazete ve televizyonlara kadar her şey Türkiye ile ilgili. Mesela bugün hâlâ böyledir. Cami derneklerinde TV izleyen yaşlılara bakın, hepsi TRT izler. Ve sabitleştirmişlerdir, onu değiştirme imkânı da yoktur. Dolayısıyla tümüyle yönelim Türkiye'yedir. Türkiye'nin günlük politikalarını herkes bilir orada. Ama "Yaşadıkları ülkede hangi parti iktidarda?" diye sorsanız, çoğunluğu bilemez. Oradaki siyasi ve sosyal yaşamdan kopuk yaşıyorlar. Birinci kuşak halen böyle. O gurbet düşüncesini kafasında taşıyanlar, sosyal yaşantılarını da böyle dizayn ediyorlar. Üçüncü kuşak için aynısını söyleyemeyiz tabi ki. İkinci kuşakta ise bir dilemma vardır. Yani kısmen Türkiye'ye kısmen oraya yönelik yaşama söz konusu, çünkü ikinci kuşağın hepsi orada doğmamıştır. Türkiye'den de giden insanlar var. Özellikle eğitimlerini orada almış, lise eğitimi yapıp gitmiş insanlarda bu ikili yaşam devam ediyor. Onlarda halen bir gidip gelme söz konusu.

İnternet üzerinden iletişim imkânı, ulaşımın çok kolaylaşması ve hızlanması gibi durumlar gurbet duygusunda ne gibi dönüşümler ve değişimlere sebep oldu? Gurbet o otantik anlamını yitirdi mi?

Şöyle bir şey karşımıza çıkıyor; orada doğmuş büyümüş gençlerde bile, bu hız çağında, işte internet üzerinden, TV üzerinden başka araçlar üzerinden, kendi ülkelerine bir eğilim, bir ilgi var. Ama bu ihtiyacı birinci kuşağın giderdiği gibi gidermiyorlar. Onlar yatırımlarını buraya yapmıyorlar. Her gün Türk TV'si izlemiyorlar. Ama sanal dünya üzerinde ilişki kurabiliyorlar, gazete okuyabiliyorlar, Türkiye ile ilgili gelişmeleri izleyebiliyorlar. Bu şekilde daha çok sanal dünya üzerinden ihtiyaçların karşılanması durumu var. Bugün içerisinde bulunduğumuz teknoloji de bu imkânları onlara sağlıyor. Mesela son yılların önemli bir aktüel konusu, Suriye'ye Avrupa'dan gelen IŞID sempatizanı olarak tanımlanan gençler. Şimdi bunlar neden geliyorlar, nasıl geliyorlar? Oysa onlar orada doğmuş ikinci, üçüncü kuşak gençler. Şimdi bunlar internet üzerinde, öyle bağlılıklar, öyle ilişkiler geliştirebiliyorlar ki o ilişkiler üzerinden yeni bir yaşam rotası da oluşturabiliyorlar. Orada edindikleri bilgilerle, görüntülerle, orada bir yaşam tarzı oluşturabileceklerini düşünüyorlar.

Avrupa'daki insanların gurbet duygusuyla bizdeki gurbet duygusu arasında ne gibi farklar var?

Bence bu tam bir ayrışma noktası. Onları birbirinden ayrıt eden bir husus. İki şekilde düşünmemiz lazım. Bizdeki gurbet her ne kadar, bu göç sürecinde 'seküler' bir kavram haline gelmişse de, bir yerde geçici olarak bulunmayı ifade ediyorsa da, bizim kültürümüzün temellerinde metafizik bir çağrışımı da var bu kavramın. Aslında dünya bir gurbettir. Biz bu dünya gurbetinde geçici olarak bulunuyoruz. Bu iki duygu da bizim insanımızda yerleşiktir. Hâlbuki Avrupa'daki sekülerleşme öyle ileri boyutlar kazandı ki insanlar dünyada hep var olacaklarmış gibi düşünüyorlar. Öte dünya diye bir şeyi akıllarının ucundan geçirmiyorlar, bunun insanların yaşamına somut hiçbir etkisi olmuyor. Mesela bir örnek vereyim. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'da yapılan mezarlıklar hep şehir dışına itilmiştir. Bu ölümün, öte dünya düşüncesinin hayatımızın dışına itildiğine dair işarettir. Hâlbuki geleneksel dönemlerde ve toplumlarda mezar ya şehrin içinde bir yerdedir ya hemen yakınında bir yerdedir. Çok uzaklarda değildir. Yine İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa da cenazenin yakılması yaygınlaşmaya başlamıştır. Dolayısıyla artık bir mezarlık oluşturma, orayla bir ilişki kurma, ziyaretleşme, onun hayatımızda ve algı dünyamızda yer etmesi diye bir şey de söz konusu olamıyor. Yani Batı dünyası, gurbet düşüncesini yitirmiş bir dünyadır. Bizde bu hem dünyevi hem de metafizik anlamda hâlâ yaşayan bir olgudur.

Batı dünyası ölüme 'şeb-i arus' denmesini anlamıyor…

Kesinlikle. Bizde ölüm son değildir. Bir hayat değişikliğidir. Bir hayattan başka bir hayata geçiştir. Hatta Mevlana gibi mutasavvıfların deyişlerindeki gibi özlenen bir şeydir. Çünkü gerçek orasıdır. Dünya geçiciliği, gurbeti nitelendirdiği için esas hayat öte taraftadır. Onun için orası özlenmesi gereken, kavuşulması gereken bir yerdir. Hâlbuki bir Batılı için bu büyük bir travmadır. Yani bir insanın ölümü istemesi, gerçek hayatın bu hayatın dışında olabileceğini düşünmesi mümkün değildir. Çünkü onların kafasında öyle bir şey yok.

Gurbet duygusunda din nasıl bir yerde duruyor?

Göçmenlik sürecinde çoğunlukla bir dindarlaşma görüyoruz. Kendi topraklarından, yurtlarından koparılan insanlar bir belirsizliğe, bir müpheme doğru gittikleri için tutunacakları bir dal arıyorlar. Bu genellikle din oluyor. Çünkü insanın hayatında en son bırakabileceği şey dindir. Her şeyine nüfuz eden bir güçtür. Avrupa'da yaşayan, dinle çok fazla ilişiği olmayan seküler Türklerde bile domuz yememe gibi bir eğilim vardır. Hâlbuki bu dinî bir şeydir ama kültürel olarak Müslümanlık onların zihninde bir şekilde devam ediyor. Dolayısıyla din gurbette değer kazanan bir durum oluşturuyor. İnsanlar hayatı daha metafizik bir çerçevede algılamaya başlıyorlar. Din düşüncesindeki gurbet algısıyla, dünyevi anlamda bizim göç sürecinde karşımıza çıkan gurbet algısı birbirini pekiştiriyor. Onun için de din var olduğu sürece bu gurbet düşüncesi bir şekilde yaşamaya devam ediyor. Kimisinde bu somut olarak var kimisinde de metafizik anlamda var.

Kâbe'de kendini evinde hissetme durumu var. Oraya gidildiğinde bütün bu gurbet ve vatan duygusunun bellekten silindiği bir durum söz konusu. Bunu sağlayan şey nedir?

Kâbe, Müslümanların her zaman yöneldikleri bir yer. Günde beş vakit namaz kılan bir insanı düşünelim. Kıble her zaman Kâbe'ye bakıyor. Asıl varılmak istenen yer ve hedef orası. Her gün zihninde canlanan yer orası ve bir gün Kâbe'ye gitme imkânı buluyor... Aslında asıl vatanına ulaşmış oluyor. Bir de orada dünyanın her bir yerinden gelmiş olan Müslümanlarla birlikte olduğunu düşündüğümüzde sanki Müslümanların ortak vatanında bir buluşma gerçekleşiyor. Tabii Kâbe'nin somut bir Hac olayı dışında metafizik çağrışımları da var. Orada adeta Allah ve Peygamber'le bütünleşme söz konusu. Dinin kutsadığı figürlerle insan buluştuğu zaman 'ebediyet' düşüncesini de orada yaşıyor. Ki bu gurbet bir anlamda orada sona eriyor. Çünkü ebediyet ile buluşma, gurbetin sonlanması anlamına geliyor. Bu sanki insanların ölmeden önce ölmeyi yaşaması gibi bir şey.

Uzun yıllar Hollanda'da yaşadınız. Sizin özelinizde gurbet ne anlam ifade ediyor?

Aslında benim kişisel hayatımda gurbet düşüncesi işin başında değil de sonunda ortaya çıktı. Ben 1979'da liseyi bitirip aile birleşimi çerçevesinde yurt dışına gittiğimde hep Avrupa'da yaşayacağım diye gitmiştim. Dolayısıyla o birinci kuşağa ait olan 'geçicilik' düşüncesini hiç yaşamadım. Hep orada görmüştüm geleceğimi. Fakat 2000'li yıllara girerken Avrupa çok hızlı bir değişim sürecine girdi. Bu değişim süreci bana daha önce hiç düşünmediğim bir şey düşündürmeye başladı. Arkamda bırakıp gittiğim ülkemin tekrar dönülebilecek bir ülke olduğunu bana hatırlattı. 2004 yılında ilk kez 'acaba Türkiye'ye dönebilir miyiz?' diye kendi kendime sorular sordum. Ve ailece dönüş kararı aldık. 2005 yılında Türkiye'ye kesin dönüş yaptık. Hatta buraya geldiğimde, 'Acaba ben tekrar Türkiye'yi bırakıp döner miyim?' diye endişeleniyordum. Çünkü ilk birkaç yılın zorlu geçeceğini biliyordum. Ben yaşamasam bile çocuklar zorlanacaktı. Daha önce dönen ve sonrasında tekrar yurt dışına çıkan birçok aileyi biliyorum. Onun için ben ilk iki yıl gitmemek için adeta direndim. Oldukça zorlu iki yıldı. Acaba tekrar gitsem mi dediğim zamanlar oldu. Ama hep bir direnme duygusu vardı içimde. Çünkü bu bir kaçış olacaktı. Tekrar oraya kaçmak istemiyordum, çünkü zaten oradan buraya kaçmıştım. İki yıl sonra bir üniversitede göreve başladım, taşlar yerine oturmaya başladı, burada kaldım. Zaman zaman yurt dışından gelen arkadaşlar oluyor. Yakınlarda birisi Felemenkçe pişman olup olmadığımı sordu. Ona İngilizce "Never!" (asla) diye cevap verdim.

Sizde dönüş fikrinin oluşmasında ne etkili oldu? Ortam mı yoksa kendinizi buraya ait hissetme duygusu mu?

Bence oradaki ortam. Eğer oradaki ortam 80'li ya da 90'lı yıllarda olduğu gibi devam etseydi dönmeyecektim. Orayı ben aslında vatan olarak görmüştüm. Yeni bir zaman ve dönem içerisinde yaşadığımızı düşünüyordum. Fakat Avrupa çok kültürlü bir yaşama müsait değilmiş. 11 Eylül olayından sonra Avrupa'da bir şeyler değişmeye başladı. Süreç daha önceden başlamıştı ama 11 Eylül bunu daha görünür bir şekle soktu. Biz şu an Hollanda ile ilgili bir rapor yazıyoruz 2014 yılına ait. Geçen yıl yedi tane Türk camisine saldırı oldu. Yapılan araştırmalarda ayrımcılığın giderek arttığı yönünde algılar var. İşsiz olanlar iş bulmakta zorluklar çekiyorlar. Mesela Faslı bir kız aynı işe iki şekilde başvuru yapıyor. Bütün özellikleri aynı, sadece ismini değiştirmiş. Hollandalı olarak yazdığı isim davet ediliyor ama orijinal ismi ile yazdığı yazıya olumsuz dönüş oluyor. Bu çok fazla şeyi anlatıyor. Yıllar önce Utrecht Üniversitesi'nde başörtüsünün yasaklanıp yasaklanmayacağına dair panelde çok ilginç bir tartışma olmuştu. O panele katılan Faslı bir yüksek düzeydeki kişi yasaklanması gerektiğini savunuyordu. Yeşil sola mensup bir isimdi. Ona bir başörtülü öğrenci, "Eğer başörtüsünün yasaklanması problemi çözecekse ben başörtümü çıkartmaya hazırım. Fakat yarın sen sırf Faslı olduğun için ve bu senin isminden anlaşılacağı için ayrımcılığa uğrarsan o zaman bu problem çözülmez" dedi. İşte bugün bu problemi yaşıyoruz.

İnsanın 'bir yere ait olma' ihtiyacı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Önemli olan, insanın bulunduğu yerde kendini evinde hissetmesi. İnsan her zaman çeşitli bağlılıklar içinde oluyor fakat nerede kendini evinde hissederse oraya yöneliyor. Biz 80'li 90'lı yıllarda Avrupa'da kendimizi evimizde gibi hissediyorduk. Toplum gerçekten yabancılara açıktı, belli bir tolerans vardı, bizim eğitim alanında yükselmemizin önünü açıyorlardı. Ben mesela tümüyle oradan aldığım burslarla eğitimimi tamamladım. Ama 11 Eylül'den sonra oluşan atmosferde yabancıları dışlama trendi başladı. Doktoramı orada yapmışım, belirli bir seviyeye gelmişim, adam bana "sen daha entegre olamamışsın" diyor… O zaman ben de şunu düşünmeye başladım; demek ki entegre olmaktan onların anladığı farklı bir şey. Onlar entegre olma lafı altında esasen benim asimile olmamı istiyorlar. Örneğin, bir iş görüşmesinde bana çifte vatandaş olup olmadığımı sordular. Bu onlar açısından problemli bir soru. "Bir kişinin iki pasaportu varsa kendisini buraya dâhil hissetmiyordur" diyorlar. İkinci bir ülkeyi de seçenek olarak görüyor demek ki diye düşünüyorlar. Ve buna tahammül edemiyorlar! Bana, "Madem burada kalacaksın, çalışacaksın, o zaman Türk pasaportunu hâlâ neden taşıyorsun?" diye sordular. Ben de bunun bir imkân olduğunu söyledim kendilerine. Türkiye ile de ilişkilerim olduğunu, gidip geldiğimi, o ülkenin vatandaşı olduğumu söyledim. Bunun üzerine bana, "Sen buraya bağlı ve sadık değilsin" dediler. Demek ki bir sadakat bekliyorlar, ki bu sadakat Hıristiyanlık ve monoteist dinlerin de bir anlayışıdır. Zira tevhidi düşüncede sadakat bir yere olur. Eğer ikinci bir kişiye sadakat varsa bu şirke girer bildiğiniz üzere…

Bu tek bir yere bağlılık aslında modern milliyetçiliğin getirdiği bir algı değil mi?

İşte zaten dinlerin savunduğu bu fikir, günümüzde modern devletin de fikri haline geldi. Modern devlet de birden fazla bağlılığı istemiyor. Benim vatandaşım olan kişi sadece bana sadık kalmalı diyor. İkili, üçlü bir sadakati bir problematik olarak değerlendiriyor. Bu bizim insanımız açısından da zor bir durum. Mesela şöyle bir olay yaşadım; bir cuma namazı sonrası bir arkadaşım hızla yanıma geldi ve cebinden bir kâğıt çıkartarak okumamı istedi. Hollanda vatandaşı olmuş herkese gönderilen standart bir yazıydı. Yazıda diyor ki, eğer Hollanda bir başka ülkeyle savaşırsa askerlik yükümlülüğünü yerine getirmiş dahi olsanız savaşa çağrılabilirsiniz. Yani bir vatandaş olmanın ne anlama geldiğini özetlemişler aslında. Arkadaşım, "Eğer böyleyse ben Hollanda vatandaşı olmayayım, yarın öbür gün Hollanda bir Müslüman ülkeyle savaşa tutuşursa ben ne yapacağım?" dedi. Yani insanlar çok ileriyi de düşünebiliyorlar. Hatta birinci kuşak, pek vatandaşlığa geçmedi. Hep Türk vatandaşı olarak kaldılar. Çünkü başka bir vatandaşlığa geçmenin dinen sakıncalı olduğunu düşünüyordu birçoğu. Biz bunun böyle olmadığını çok anlatmaya çalıştık ama nafile. Çünkü bu insanlar vatandaşlık değiştirmeyi din değiştirme gibi düşünüyorlardı.

Gurbet duygusu sadece ülkeyle değil de geride bırakılan her şeyle bağlantılı biraz sanki. Din de bu geride bırakılanlar içerisinde büyük bir yer kaplıyor. Mesela halkının çoğunluğu Müslüman olan bir ülkeye giden kişi aynı şeyi hissetmiyor muhtemelen gurbet anlamında.

Evet, bu tür tartışmalar da söz konusu. Bazı İslam hukuku metinlerinde rast geldim ben de. 'Göç nedir?' sorusuna cevap olarak şöyle bir şey denilmiş; bir kişi Müslüman bir ülkeye giderse bu göç değildir hukuken. Çünkü İslam hukukuna göre bu kişi kendi vatanı içinde dolaşmış oluyor. Göç, İslam hukukunda 'darül harp' sınırında bir yere gidersen geçerli olan bir şey. Burada bir sınırlandırma söz konusu. Mesela diplomatik veya ticari amaçlı olmak kaydıyla geçici olarak gidilebilir darül harp topraklarına. Ama oraların sakini olarak gidilmez deniliyor. Yani geçerli ve meşru bir sebep olacak. Ama günümüzde İslam hukukunun nosyonları geçerli olmadığı için bu da geçerliliğini yitirdi tabi. Çünkü darül İslam diye bir şey kalmadı. Hilafetin ve şeriatın kaldırılmasından sonra darül İslam kavramı da geçerliliğini yitirdi. Bundan sonra insanlar dünyayı daha seküler bir zihinle tasarlamaya başladılar ve bunun yerine Doğu-Batı, Kuzey-Güney kavramları geçti. Bir de bizim Türkiye Batı'nın bir parçası olarak değerlendirildiği için Batılı bir ülkeye gitmek çok da büyük rahatsızlığa yol açmadı.

Çok teşekkür ederiz hocam…

PROF. DR. KADİR CANATAN KİMDİR?

Nevşehir'in Hacı Bektaş ilçesinde dünyaya gelen Canatan, liseyi Ankara'da bitirdikten sonra üniversite eğitimi için yurt dışına çıktı. Amsterdam Üniversitesi'nde lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamladı. Çeşitli araştırma kurumlarında danışman olarak çalıştı. 1986 yılında Rottherdam Erasmus Üniversitesi'nde Sosyoloji disiplininde doktoraya başladı. 2001 yılında doktor unvanını aldıktan sonra 2005 yılında Türkiye'ye kesin dönüş yapan Canatan, Balıkesir Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak görev aldı. Halen İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölümü'nde görevine devam etmektedir. Sosyolojinin birçok farklı alanında araştırmalar yapan Canatan'ın başlıca eserleri şunlardır: Aile Sosyolojisi, Beden Sosyolojisi, Mukaddime-Klasik Sosyal Bilimler Sözlüğü, Avrupa'da Çok Kültürlülük Entegrasyon ve İslam, İslam Siyaset Düşüncesi ve Siyasetname Geleneği, İbn-i Haldun Perspektifinden Bilgi Sosyolojisi.
BİZE ULAŞIN