Sahici iletişim kurabilmek için, aynı dili konuşuyor olmak gerekli, çünkü bir dilin seslerden veya yazılı sözcüklerden oluşan bir üstyapısı,bir de kültürel altyapısı vardır.
Bir röportajınızda "Ben muhacir mahallesindenim. 1912 Balkan göçünden bu yana aynı kabristana gömülebilme lüksüne erişmiş tek karı koca benim annemle babamdır" demiştiniz. Makedonya'dan Anadolu'ya uzanan bu göç hikâyesini kısaca sizden dinlemek isteriz…
Bir hesaba göre 3,5, bir başka hesaba göre 5 milyon Müslüman Türk'ün telef olduğu Balkan göçünün kısa hikâyesi olmaz, kısaltılırsa, indirgenir. Nitekim, indirgenmek şöyle dursun, çarpıtılan hatta fiilen yok sayılan bir trajedidir ki anlatmaya yürek dayanmaz. Düşünün ki, Osmanlı, aslında bir Balkan İmparatorluğu'dur. Bu bağlamda, Selânik bize Bağdat'tan yakındır; 187 cami, 76 havra, 20 civarında kilisesi olan bir Türk şehriydi. Sarayova'yı, 'Sarajevo' yapan umursamazlığın kurbanıyız, ne çare. Bana gelince, İstanbul'un fethinden 50-60 yıl önce, 1390'larda Sultan Yıldırım Beyazıt'ın Manastır Sancağına yerleştirdiği Karamanlı Yörük Türkmenleri'nin soyundanım. Hacı Bektaş Veli'nin 40 yiğide 40 kılıç kuşandırıp suyun öteki tarafına gönderdiği şeklindeki esatiri benimseyenlerden. Anlayacağınız, kimi sancak, kimi uç beyi ailelerden geliriz. Viyana kuşatmalarından Plevne'ye şehitlerimizin hesabı yoktur. Ermeni tehcirine haklı olarak yazıklanırız ya, 1911-12 Balkan Savaşları'ndan sonra beş-altı yüz yıllık vatan toprağımızı bırakıp, göçmek zorunda bırakıldık. Ailemizin erkekleri muhtelif muharebelerde düştükleri yerde gömüldüler, elimizde madalyaları kaldı. En konforlu taşıtınız kağnı olunca, Prizen'den İstanbul uzun yoldur. Eşkıyası, milisi, tecavüzü, gaspı derken, dediğim gibi annem-babamdan gayri mezarının yeri bilinen yoktur. Necati Cumalı'yı, Ömer Seyfettin'i okumak lâzım. Diyorum da, kim okuyacak, kim ibret alacak!
Türkiye her zaman muhacirlerin ülkesi oldu. Bugün Suriyeli mülteciler konusunda en ağır yükü de yine Türkiye çekiyor. Batı'nın hümanizm tezinin burada yine çöktüğünü söyleyebilir miyiz?
'Batı' hiçbir zaman merhameti, iyilikseverliği, bir tez olarak benimsemedi ki, çökmüş olsun! Bakın, "İsa'nın hakkı İsa'ya, Sezar'ın hakkı Sezar'a" düsturunu Hz. İsa'nın Kutsal Kitap'taki bir sözüne mal eden bir dinin mensuplarından bahsediyoruz. 'Sezar' dediğim, bildiğimiz Julius Sezar değil, 'kayser' yani eski Yunanca 'ceasar'dan bozma 'imparator' anlamında. Papalar ve uzantıları, beşerin bu dünyadaki halleri ile uğraşmazlar. İmparator vb. despotlara, 'insanlık adına' karşı durmakla yükümlü de sayılmazlar. Bize gelince, devasa bir cihan imparatorluğunun küçücük bir yarım adaya doluşmuş haliyiz. Hangimizin bugünkü sınırlarımız dışında yaşayan akrabası, soydaşı yok ki?! Türkiye'nin muhacir ülkesi olması tabiidir. Batı'nın 'hümanizma'sına gelince, kelimenin Türkçede 'iyilikseverlik' anlamında kullanılıyor olması zaten en büyük yanlışlarımızdan birisidir. 'Humanism', malum, Avrupa aydınlanması sürecinde Allah'ın insan hayatı üzerindeki belirleyiciliğini reddeden, insan-merkezli kâinat görüşünü belirleyen ideoloji. Böyle bir ideolojide 'Allah rızası' kavramı yoktur ki, türdaşlarına merhamet etsinler.
Bir konuşmanızda 'Akli hicret' diye bir kavramdan bahsediyorsunuz. Yani Batı'dan Doğu'ya hicret. Sizin hicretiniz nasıl gerçekleşti?
Daha önce müteaddid defalar açıkladığım gibi rahmetli Ali Şeriati, benim ata ruhlarımdan birisidir. Yıllar evvel onun Hacc risalesinde betimlediği "kişinin evinden çıkması, çevresini terk ederek, pak topraklara ulaşması /bu suretle/ çektiği yabancılıkların bitmesi, kendisini bulması" şeklindeki dönüşümün benim düşünsel serüvenimle örtüştüğünü düşünür, umut ederim. 'Akli hicret' diye nitelendirdiğim budur. Seküler terminolojideki matematik-istatistik-ekonometriden yola çıkıp, felsefe tarikiyle, ilahiyata ve nihayet edebiyata ulaşma serüvenim... Kendini bulmak, arınmak, pak olmak bağlamında, Japonların ahlâk kodu Buşido'ya yakınlığım da bundandır. Uzun ve meşakkatli bir yoldu ama felsefe bilgisi olmadan ilahiyat ilminde derinleşmenin mümkün olmadığını idrak etmiş bulunmaktayım, çok şükür.
Babanızın görevi sebebiyle liseyi Japonya'da okuduğunuzu biliyoruz. Dönüp baktığınızda o yaşlarda Japonya'da okumanız sizde 'gurbet'e dair ne gibi fikirler oluşturdu? Mesela bir ateşe ailesinin 'gurbet' hissiyatı nasıldır? Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
Japonya'daki eğitime çok şey borçluyum. Beşere dair hiç bilmediğim pek çok şeyi çocuk yaşta öğrenme imkânını Allah'ın lütfu saydım, hâlâ da sayarım. Heyecandan nefesim kesilerek okula giderdim. Sözünü ettiğiniz gurbet duygusunu hiçbir zaman acı verici ya da sakatlayıcı bir ruh hali olarak yaşamadım. Ne Tokyo'da, ne de çok daha uzun süre kaldığım Amerika'da. Nihayet yaşanması gereken bir süreçti, Türkiye yerli yerinde duruyordu ve her an kavuşmak mümkündü. Ateşe ailesinin gurbet hissiyatı diye kayda değer bir psikolojik durum olduğunu da düşünmüyorum. Mesela asker ailesi iseniz, tayin edildiğiniz yere gider, görevinizi yerine getirir, başka bir garnizona geçersiniz. Bu arada çocuklarınızın, hatta torunlarınızın her biri bir başka şehirde doğar. Özellikle sahiplendiğiniz, nostalji biriktirdiğiniz kentiniz olmaz. Ha, özlediğiniz şehirler yok mudur, vardır elbet, ama dediğim gibi özleminiz yıkıcı değildir. Ankara, Karaköse, Erzurum, Kars derken, ilkokulu beş ayrı mektepte okumuş biriyim ve bu durumun zenginleştirici olduğunu düşünürüm.
Bize gurbette olduğumuzu hissettiren mekân, insan, dil gibi birçok dinamik var malumunuz. Burada özellikle sizin de üzerinde ısrarla durduğunuz 'dil' konusuna değinecek olursak, dil-gurbet ilişkileri hakkında neler söylemek istersiniz?
"Gurbet o kadar acı / Ki, ne varsa içimde / Hepsi bana yabancı / Hepsi başka biçimde/…Ben gurbette değilim / Gurbet benim içimde." Kemalettin Kamu'yu hatırladınız, değil mi? Dünya edebiyatına mâl olması gereken bir şiirdir, insanın kendisini yabancılaması, kendi içinde gurbete düşmesi ancak bu kadar iyi anlatılabilir! Bunu söylerken, 'gurbet' kavramını da tanımlamış oluyorum: yabancılama. Bakın, mekânı, insanı, hatta anadilinizi yabancılayabilirsiniz. Ebeveynlerin çocuklarıyla ya da çocukların ebeveynleriyle sahici ilişki kuramamaları halinde aynı çatı altında gurbet yaşanabilir. 'Sahici' kelimesine mim koyun, lütfen. Sahici iletişim kuramayan basın, televizyon, sinema, müzik, gurbet duygusu yaşatır. Keza, bölge sakinlerinin yabancıladığı bir gökdelen, bir AVM, hatta cami gurbet yaşatır! Öte yandan, sahici iletişim kurabilmek için, aynı dili konuşuyor olmak gerekli, ama yeterli değildir, çünkü bir dilin seslerden ve/veya yazılı sözcüklerden oluşan bir üstyapısı, bir de sözcüklerin referans aldığı kültürel altyapısı, yani, gelenek, görenek, inanç, estetik, ahlâk yargıları vb. kültürel ögelerini yansıtan altyapısı vardır. Siz, "Geliyorum, inşallah" diye teyit ederken, ben, "Nasıl yani, bir sorun mu çıktı?" diye telaşlanıyorsam, bu, aynı üst-yapıyı, farklı referanslara gönderme yaparak kullanıyoruz demektir ki, iletişimsizlik, sizin de, benim de kendimizi gurbette hissetmemizle sonuçlanacaktır. Dil-gurbet ilişkisi böyle bir şeydir ve düşünün ki, yabancı dil şöyle dursun, anadilinizi sular seller gibi konuşuyor olsanız dahi, altyapısına nüfuz edemediğiniz sürece gurbetten kurtuluşunuz yoktur! İddiam odur ki, bugün üniversite gençliğinin anadil bilgisi, ikinci kuşak 'gastarbeiter' gençliğinin Almanca bilgisinden daha üstün değildir!
Çokça atıfta bulunduğunuz Ali Şeriati, insanın dört zindanından bahseder bildiğiniz üzere. Son ve en amansız olanını da 'Ben zindanı' diye tanımlar. Şeriati'nin buradaki vurgusu insanın dünyadaki gurbetlik halini de çağrıştırmıyor mu?
Ali Şeriati veya başka bir düşünürün, 'insanın dünyadaki gurbetlik hali' şeklindeki yorumlarını yadırgadığımı söyleyeyim. Allah'ın eşrefi mahlûkat olarak taltif ettiği ve yeryüzünde halifelik payesi ile onurlandığı insanın 'gurbetlik' çekiyor olmasına pek aklım ermez. Ola ki, İsevilerin dualist dünya görüşlerine yakın bir anlayış olduğunu sezdiğimdendir ama her hâlükârda benim benimseyebileceğim bir insan görüşü değil.
Bir konuşmanızda, yasal olan ve helal olan ayrımı yaptıktan sonra "Yasaların tanıdığı haklardan insanlık ve Allah adına feragat etmenin garipsenmediği bir yeni düzen getirmek zorundayız" demiştiniz. Böyle bir düzende 'gurbet' kavramı da değişir mi?
Benimkinin gerçekleşmesi neredeyse imkânsız, ütopik boyutlarda bir temenni olduğu açık. Uzay bilimcilerine sorarsanız, böylesi bir ilerleme ve reformu gerçekleştirmeye niyet edecek birileri bulunsa bile gezegenin ömrü vefa etmeyecektir. Yine de, hayal edelim derseniz, gurbet kavramı uzun boylu değişmez ama dünyanın daha yaşanası bir yer olacağı muhakkaktır derim.
Özellikle ezilen milletlerin kendi ülkelerinde kendilerini gurbette hissetmeleri gibi bir durumdan söz edilebilir mi? Türkiye üzerinden bakacak olursanız bu 'kendi memleketinde gurbette olma' halini nasıl değerlendirirsiniz?
Ezilenler şöyle dursun, 21'inci yüzyıl itibariyle bu dünyada kendisini gurbette hissetmeyen millet var mı diye sormak lazım! İskandinav ülkelerine bakın, güya en gelişmiş refah devletleri, alkolizm ve en yüksek intihar sayıları! Japonya, çocuk yapmaktan vazgeçti, nüfusu jet hızıyla düşüyor. ABD'nin haline bakın, son bir yıl içinde polisin sokakta infaz ettiği insan sayısı iki bini geçti! Sanmayın ki hepsi zenci! DAEŞ'e akan onca Avrupalı gence ne buyurursunuz, DAEŞ'in kendisine ne buyurursunuz?! Siz bakmayın, "İnsan insanın kurdudur" derler, rahatın batması durumunu ne ekonomik refah, ne de kiliseler önleyebiliyor. Kiliseler önleyemiyor da, İslam uleması meselâ Boko Haram'ı önleyebiliyor mu, o da ayrı bir durum. Bize gelince, 'gurbette olma durumu'nun bu ülkeyi kendilerine 'yakıştıramayanlar' nezdinde revaç bulduğu bir gerçek! Ruslar, 'zapadniki' derler, 'Batılaştırmacılar' anlamında. Böyleleri, bulabildikleri her fırsatta Rus devletini, kurumlarını, bürokrasisini dünyaya şikâyet eder, böylesine aşağılık/geri/baskıcı bir ülkede yaşamak durumunda kaldıkları için, kendilerini Batı entelijensiyasına acındırırlardı! Birebir karşılıklarının Türkiye'de mebzul miktarda bulunduğunu söylememe gerek yok! Bizim trajedimiz, bu tiplere öykünen 'ezilmiş' kesimin varlığıdır. Onlar da, bulabildikleri her fırsatta pozitif ayrıcalık talep etmekten geri kalmazlar. Rahmetli Özal'ın DPT müsteşarıyken, "Adam alıyorum, iş bilmiyor, iş bileni alıyorum solcu çıkıyor" diye bir sözü vardı, o hesap. Mütedeyyin olmanın ehliyet yerine geçtiği bir süreci yaşıyoruz. Ezileni, ezeni kendisini gurbette saymaya teşne, oysa gurbet kendi içlerinde ve farkında değiller!
ALEV ALATLI KİMDİR?
1944 yılında İzmir'de dünyaya gelen Alatlı, Ankara'da başladığı ilkokulu babasının görevi sebebiyle ülkenin muhtelif okullarında tamamladı. Ortaokul dönemlerinde babasının ateşe militer olarak Tokyo'ya gönderilmesinden sonra öğrenim hayatına Japonya'da devam etti. Daha sonra ailesiyle birlikte Türkiye'ye döndü ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nde ekonomi-istatistik bölümünde lisans eğitimini tamamladı. Ekonomi-ekonometri alanında yüksek lisans eğitimi almak üzere ABD'ye giden Alatlı, doktorasını felsefe üzerine yaptı. Düşünce, medeniyet tarihi, ilahiyat ve edebiyat alanlarında inceleme ve araştırmalarda bulundu. Bir dönem Devlet Planlama Teşkilatı'nda da görev alan Alatlı, California Üniversitesi ile ortak psiko-dilbilim çalışmaları yürüttü. 20'nci yüzyılın son 30 yılında Türkiye insanının ortak ruhunu çözümleyen, yer yer belgesel nitelikli dört kitaplık bir seri olan Or'da Kimse Var mı? ve yine bir dörtleme olan Gogol'un İzinde serisi başta olmak üzere 20'nin üzerinde kitap yazdı, çeviriler yaptı.