Keşfedilen kimlik: Avrupalı Türk Gençlerin Türkiye’deki Dinî Eğitim Tecrübelerinin Düşündürdükleri
Yurt dışındaki Türklerin desteklenmesi yalnız sözü edilen kurum tarafından değil aynı zamanda Batılı ülkelerdeki Türklerin başta din görevlisi olmak üzere dinî ihtiyaçlarının karşılanmasında etkin bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından da öncelikli bir konu olarak gündeme alındı. Bu amaçla, Diyanet İşleri Başkanlığı Batı ülkelerinde yaşayan Türklerin Türkiye'deki üniversitelerde ilahiyat eğitimi alabilmelerine imkân tanıyan önemli bir proje başlattı. 'Uluslararası İlahiyat Programı' olarak bilinen bu eğitim imkânına, yaşadığı ülke vatandaşı olan ve 25 yaşını aşmamış Türk kökenli her lise mezunu başvurma hakkına sahip oldu. İlk olarak 2006 yılında başlatılan ve halen altı ilahiyat fakültesinde 15 ülkeden gelen 750 civarı Türk kökenli öğrencinin dâhil olduğu proje, Avrupa'nın son dönemdeki önemli meselelerinden biri haline gelen imam yetiştirme konusuna alternatif bir yaklaşım sunuyor. Hem bu alternatifi hem de sözü edilen programın Türk kökenli Avrupalı öğrencilerin kimlik algıları üzerindeki etkilerini ele alacağım bu yazıda, Türkiye'deki eğitim sürecinin nasıl beklenmeyen bir şekilde öğrencilerin Avrupalılık kimliğini keşfetmelerine yol açtığını ortaya koymaya çalışacağım.
Avrupa'nın imam sorunu
Son yıllarda Avrupa'da yoğun bir tartışma yürütülüyor. Yaşanan terör hadiseleri ve gençlerin son zamanların terör fenomeni olan DAEŞ'e katılımındaki artış, 'radikalizme yönelişte imamların rolü' tartışmalarını beraberinde getiriyor. Müslümanları Avrupa toplumlarına bir türlü entegre olmamakla suçlayan ve entegrasyonun önündeki temel engelin aslında İslam'ın kendisi olduğunu iddia ederek konuyu sosyoekonomik ve siyasi bağlamlarından çıkarıp sadece dinî-ideolojik çerçevede değerlendiren Batılı-İslamofobik yaklaşım, dinî kavram, kurum ve rollerin radikalizme yönlendirici etkisini zımni ya da açıktan onaylıyor. Böylece zihinlere yerleşen haliyle entegrasyona engel olan, radikalizme yönlendiren, içinde olduğu toplum değerlerine yabancı ve diyaloğa kapalı bir din adamı imajı Avrupa kamuoyunu ve karar alıcılarını yönlendiriyor. Örneğin Paris'te vuku bulan Charlie Hebdo saldırısının hemen ardından, Şubat 2015'te Avusturya yeni bir yasa yaptı. Müslüman dinî örgütlerin yurt dışından finans desteği almasını diğer dinî gruplara uygulanmayan şekilde yasakladı ve imamların Avusturya'da yetişmelerini (bu amaçla Viyana Üniversitesi'nde bir ilahiyat programı kurulması öngörüldü) ve Almanca konuşabiliyor olmalarını zorunlu hale getirdi. Böylece yaklaşık 100 yıl evvel İslam'ı ilk tanıyan Avrupa ülkesi olan Avusturya, radikalizmi engellemek ve Avrupalı bir İslam anlayışını tesis etmek gibi gerekçelerle dinî özgürlükleri kısıtlamış olurken diğer Avrupa ülkeleri için de örnek gösterildi.
Aslında Avrupa'da İslam'ı anlatmak ve Müslümanların dinî hizmetlerini karşılamak üzere gönderilen din görevlisi sorunu yalnız Avrupalıların değil Avrupa'da önemli bir Türk nüfusuna sahip olan Türkiye'nin politika yapıcılarının da farklı bir perspektiften ele aldığı bir sorundu. Gittiği yerdeki sosyokültürel ve dinî yapının bilgisine sahip olmayan, hizmet vereceği insanların yaşadığı ülkenin dilini bilmeyen ve dolayısıyla karşılaşacağı dinî topluluğun sorunlarına çözüm bulmak bir tarafa, yaşadığı kültür şokuyla baş etmek zorunda kalan imamlar, kısıtlı bir süre için geldikleri toplulukta yeterli ve ideal olan hizmeti veremez durumdaydılar. Türkiye'den bambaşka bir sosyoloji içinde yetişen gençlere nüfuz edemeyen bu din görevlisi profili karşısında tam da bu sorunu çözmeye yönelik önemli bir adım olan Uluslararası İlahiyat Programı geliştirildi. Böylece herhangi bir Batı ülkesinde yetişmiş, bulunduğu ülkenin diline vakıf ve vatandaşlık haklarına sahip gençlerin, anavatanın İslam anlayışını öğrenip özümseyerek dönecekleri ülkelerde sözü edilen sorunlarla karşılaşmaksızın dinî hizmette bulunabilecekleri öngörüldü. Henüz sonuçları üzerinde konuşmak için erken olsa da bu haliyle bile programın hem göçmen nüfusunu entegre edememekle dertlenen Avrupalılar için hem Avrupa'daki nüfusunun ihtiyacını karşılayamamak endişesine sahip Türkiye için ve hepsinden önemlisi Avrupa'da yaşayan Türk nüfusu için umut verici neticeler doğurma potansiyeline sahip olduğunu belirtmek gerekir.
Avrupa'da Türk, Türkiye'de Almancı olmak
Sosyal bilimlerde etnik azınlıklarla ilgili literatür, kimlik çalışmalarından sosyoekonomik durum analizlerine; inanç gruplarından lobi faaliyetleriyle ülke siyasetlerini etkileme becerilerine varıncaya kadar geniş bir perspektif sunuyor. Türk azınlıklarla ilgili çalışmalardaysa son dönemdeki açılımların etkisi yeterince değerlendirilebilmiş değil. Oysa bu alanda yapılacak çalışmalar yalnız akademik bir eksikliği gidermekle kalmayacak, politika yapıcıların isabetli kararlar alabilmeleri için gerekli bilgileri de sağlamış olacak.
Batı ülkelerinden gelen Türk kökenli öğrencilerin tecrübeleri ise sadece sosyal bilimsel bir araştırma konusu değil, kanaatimce toplumsal hayatımızın işleyişine ve sorunlarına dışardan bakışı sağlayan çok değerli bilgiler içeriyor. Aile büyüklerinden dinledikleri memleket hikâyeleriyle büyüyen, Türkiye'ye vefa duygusuyla bağlı olan, yılda bir ay gelebilmek için bütün bir yıl hasretle bekleyen gençler, eğitim için büyük bir heyecanla geldikleri Türkiye'de bir tür kimlik keşfine çıkıyorlar. Avrupa'da Türklüğüne toz kondurmayan, saç ve göz rengi nedeniyle ya da başındaki örtüsü sebebiyle dışlandığını hisseden gençler, Türkiye'ye geldiklerinde bu defa Avrupa'da alıştıkları giyim kuşamları, Türk dilini kullanma biçimleri ya da bireyselliğe verdikleri önem nedeniyle dışlanıyorlar. Avrupa'daki tecrübelerinin aksine, birbirini tanımayan insanların gündelik karşılaşmalarındaki saygı, hakkaniyet ve sağduyudan yoksun davranışlar gençlerde evvela şaşkınlığa, ardından hayal kırıklığı ve yer yer öfkeye neden oluyor. Böylece anavatandaki yaşayış ve bakıştan yalnız görüntüleriyle değil; aslında çok daha derinlerde, zihniyet planında farklılaştıklarını idrak ediyorlar. Farklı durumlara gülen, farklı ilgi alanlarına ve zevklere sahip olan ve Batı ülkelerinde aldıkları eğitimle belirli bir sistem anlayışını içselleştiren gençlerin bir süre sonra, "Kendimi orada Türk sanıyor, kimliğime toz kondurmuyordum; buraya gelince anladım, meğer Almanmışım/Fransızmışım..." demesi kaçınılmaz oluyor.
Kuvveden fiile
Eğitim için Türkiye'ye gelen gençlerin serüveni sadece bir eğitim yolculuğu değil, aynı zamanda bir kimlik serüveni. Aidiyetlerini tartıştıkları ve yeniden inşa ettikleri bir süreç. Bu sürecin sonunda elde edilen kazanç ise en azından ayakları yere basan, realiteyle bağını koparmamış gerçek bir aidiyet duygusu olacak. Bu duygunun belirlenmesinde en kritik role sahip olanlar ise anavatanda yerleşik yaşayanlar.
Aslında istedikleri fazla bir şey değil; bilakis hepimizin ihtiyacı olan ve bir arada yaşamayı mümkün kılan asgari prensipler: hakkaniyet, saygı, sağduyu ve merhamet... Bir kapıdan geçerken arkadakine de imkân sağladıktan sonra edilecek bir teşekkür, hizmet almak için girilen sıraya riayet, eli poşetle dolu bir yayaya verilecek yol, çocuğu pusetiyle taşımaya çalışan bir anneye verilecek destek, yürümekte zorlanan yaşlı bir amcaya otobüste verilecek yer... Ama en önemlisi de güler yüz... Değil mi ki güler yüzü sadaka olarak tanımlayan bir Peygamber'e inandığını söyleyen milyonlar söz konusu, o halde bu inancı kuvveden fiile dönüştürmek hepimizin amacı olmalı.