Duyguları yaşama kapasitesine sahip her birey erken çocukluk döneminde ebeveynlerinin kasıtsız yanlış müdahaleleri yüzünden karşılanmamış duygusal ihtiyaçlarla yetişkinliğe adım atar. Birçoğumuz bu ihtiyacın varlığından, gündelik yaşantıya etkilerinden, yakın ilişkilere yansımalarından bihaber yaşamaya devam ederiz. İçimizde yaşayan ve ‘yakın ilişki’ esnasında yaralanan bu çocuk yine ancak yakın ilişki tesis edildiğinde iyileşme imkânı bulur. Tam da bu noktada, evlilik hayatı çözümlenmesi gereken çocukluk deneyimlerinin bir aktarımı olarak karşımıza çıkar. İmago teorisine göre her birey çocukluk yaralarını saracak eşler arar.
Aşk hakkında yazacaklarım, beklenen romantizmi karşılamamakla birlikte, bilinçaltı düzeyde rahatsızlık uyandıracak imgelemlerin oluşmasına ve buna bağlı olarak da bilinçli zihninizde yoğun inkâr ve rasyonalizasyon aktivitelerine yol açabilir.
Düğünlerin ve mütebessim çehrelerin, sonunda aşkı bulmuşların, tarifsiz duygulara duçar olduğunu iddia edenlerin ve aslında kimsenin dillendirmeye gerek olmadığını düşündüğü yoğun kaygıların revaçta olduğu bir mevsimdeyiz. Gelin hanımların ve damat beylerin, eşten dosttan sıklıkla duyup da, tam anlamıyla doğru yanıtı verdiklerine tatmin olamadıkları, çünkü sorunun yanıtı kadar kendisinin de çok cüretkâr olduğunu sıklıkla düşündükleri bir sual olacak: Doğru kişi olduğuna emin misin?
İşte bu kilit noktadan yola çıkarak tercihi bize bırakılan, bir başka deyimle romantik aşk usulü yapılan evlilikler ve ardı sıra yaşanan çatışmaları İmago teorisi bağlamında ele almayı faydalı bulmaktayım. İnsanların, sevgiyi bulmuşlara yönelttikleri 'doğru kişi' sorusu, aşkın bunca yıldır tartışılan gizemli doğasına aralanan bir kapıdır. Seçilen eşin beklenen kişi olduğuna gerek duygusal gerek mantıksal seviyede birçok gerekçe sıralanarak kani olunsa da, işin gerçek yüzüne bakıldığında yapılan tercihin rastlantısal olmadığını görebiliriz. Rastlantısaldan kastımı şöyle açıklayayım: Türkiye bazında ele alacak olursak hem erkek, hem de kadın için eş olma potansiyeline sahip milyonlarca aday söz konusu. Belirli demografik özelliklere göre opsiyonlar daraltıldığında, afaki olarak, adayların sayısını iki basamaklı sayılara düşüreceğim. Her bir adayın tercih edilme oranı aynı iken, aşkın kimyasının devreye girmesiyle, günümüz jargonuyla 'elektrik' alınan ön plana çıkıyor. Onlarca seçenek arasından cımbızlanan bu tercih elbette ki göz ardı edilemeyecek kadar anlamlı.
Platon aşka dair yaptığı çıkarımlarda insanoğlunun ruhsal olarak yoksul ve noksan olduğundan söz eder. Dolayısıyla bu eksiklik duygusu beraberinde zapt edilemez bir tamamlanma arzusu getirir. Platonun aşkı uhrevi ve dünyevi olarak ele alışı, psikanalizde bilinç dışı ve bilince işaret ederek çağdaş psikodinamik kuramcıların aşka dair temel varsayımlarına etki etmiştir. Zihnimizde ipleri elimizde olmayan, erken dönem yaşantılar ile şekillenmiş, bugünkü duygu ve de tepkilerimizi yönlendirmede bilincimize ortakçı çıkan bilinç dışı organizasyonlar, çoğu yaşantıya olduğu gibi aşk deneyimine de etki ediyor.
İmago teorisine göre, bireylerin eş seçimi kişinin sahip olduğu imagonun karşısındaki aday ile ne denli örtüştüğü ile alakalı. Psikanalitik kurama göre imago; çocukluğun ilk yıllarından itibaren bireyde bilinç dışı düzeyde yer etmiş, anne ve babaya ilişkin özellikleri içeren bir resim olarak kabul ediliyor. Yani kendi ebeveynindeki olumlu ve olumsuz özellikler, değerlendirilmesi gereken bir aday belirdiğinde bilinç dışı müdahale ile -aslında tamamen irade dâhilinde yapıldığı sanılan- tercihlerin genel hatlarını çiziyor. Peki, neden kendi ebeveynlerimize benzer eşler seçiyoruz?
Bir şerh koyarak devam etmeyi yazının anlaşılırlığı açısından önemli buluyorum. Bu paragraftan sonra kullanılan 'seçim' kelimesi kasıtlı girişimlerden ziyade bilinç dışının doyurulmamış gereksinimlerini bütünlüğe kavuşturma ihtiyacından ötürü, bireyin uygar kimliğini yönlendirerek yapmasını sağladığı tercihlerdir.
Duyguları yaşama kapasitesine sahip her birey erken çocukluk döneminde ebeveynlerinin kasıtsız yanlış müdahaleleri yüzünden karşılanmamış duygusal ihtiyaçlarla yetişkinliğe adım atar. Birçoğumuz bu ihtiyacın varlığından, gündelik yaşantıya etkilerinden, yakın ilişkilere yansımalarından bihaber yaşamaya devam ederiz. İçimizde yaşayan ve 'yakın ilişki' esnasında yaralanan bu çocuk yine ancak yakın ilişki tesis edildiğinde iyileşme imkânı bulur. Tam da bu noktada, evlilik hayatı çözümlenmesi gereken çocukluk deneyimlerinin bir aktarımı olarak karşımıza çıkar. İmago teorisine göre her birey çocukluk yaralarını saracak eşler arar. Eşler, yani ebeveynin yansımaları bilinç dışı düzeyde çocuklukta yarım bırakılan ihtiyaçları tamamlamak için seçilmişlerdir. Bilinçaltındaki ihtiyacımız, bize ilk bakım sağlayan bireyleri hatırlatan kişiler tarafından canlılık ve bütünlük hissimizin iyileştirilmesidir. Romantik aşk, imago teorisinin kurucusu Harville Hendrix'in deyimi ile doğanın anestezisidir. Hayatlarının benzer aşamalarında ruhsal olarak yaralanan iki bireyi birleştiren ve kişisel gelişimlerini devam ettirebilmeleri için onları onaran doğanın bir ilacıdır. Aynı zamanda bu eşler, kişinin çocukluk yaralarını tıpkı anne ve babası gibi kanatacak kişiler olacaktır. Çünkü âşık olmak, bireyin kendi ebeveynindeki kişisel özelliklerin güçlü çekim gücüne kapılmaktır.
Romantik aşkın büyüsü ortadan kalktıktan sonra çiftler eşlerinde çocuklukta ihtiyaçlarını karşılamayan ebeveynlerin olumsuz özelliklerini görmeye başlar. Bireyler birbirlerini eleştirerek mutsuzlukları için hep karşı tarafı suçlu görürler. Her iki taraf da kendi ihtiyaçlarını karşılayacak ideal eşi yaratmak için bir mücadeleye girişir. Birçok kez dinleyerek uyutulduğumuz Batı masalları kadın ile erkeğin kavuşmasını çatışmasız ve uyumlu bir yaşantı gibi algılamamız için elinden geleni yapmış, kadının ve erkeğin bir araya gelişini içsel her türlü gerilimden arınmış bir bütünleşme gibi lanse etmiştir. Ancak romantik aşk perdesinin gözlerden çekilmesi ile birlikte, birliktelikte güç mücadelesi denilen evreye girildiğinde bu çatışmasız ortamın hayali hüsrana dönüşecektir. Bu çatışma, Hendrix'e göre sağlıklı bir ilişki için çiftlere gerek kendi tamamlanmamış ihtiyaçlarını tanıyarak gelişmek için gerekse beraberliklerini bilinçli ve gerçek aşka taşımaları için bir fırsattır.
'Doğru kişiyi' bulduklarını sananların yaşadığı rehavet gibi insanların çoğu sevgi bağının emek vererek geliştirildiğine değil, sevgi nesnesine bağlı olarak geliştiğine inanır. Sevginin içsel bir etkinlik olduğunu gözden kaçıran insan, tek gerekli şeyin doğru sevgi nesnesini bulmak olduğunu düşler. Bulduktan sonra her şeyin 'kendiliğinden gelişeceğine' inanıyor olması, kurmuş olduğu fantezinin pek de iyi sonuçlanmayacağını gösterir. Doğada her şey neden sonuç ilişkisi döngüsünde nasibine ulaşırken, sevginin 'kendiliğinden' olgunlaşacağına inanmak akılcı değildir. Doğru eşi bulduktan sonra yaşanan çatışma, hayal kırıklığı genelde çiftler tarafından yanlış yorumlanır ve ayrılıkların kapısını aralar. Oysa aşkın korunması ve devamı, beceri gelişimi ve kişisel farkındalığın artması ile beraber değişim süreci ile mümkündür. Bu da çiftin arasındaki sevgi bağının -her bir bireyin bilinç dışı güçleri tarafından zorlanan- güç mücadelesinden kurtarılması için özel çaba sarf edilmesini gerekli kılar. Bireyler ancak karşılıklı olarak farklı fertler olduklarını kabul ederek duygusal sembiyozdan ayrıştıklarında, birbirlerini değiştirerek kendine benzetme uğraşlarından kurtulabilirler.
Aşk hakkında edindiğimiz felsefi ve biyolojik bilgiler insanoğluna tanımlamakta zorlandığı fakat yaşarken çocuksu bir heyecan duyduğu aşkın gereksinim boyutu ve işleyişi hakkında deneyimlerimizi anlamlandırabileceğimiz ölçüde bilgiler sunar. Aşkın yaşantısına dair eklektik bir yaklaşım sunan 'imago' ile eşler samimi bir içe bakış kazanırlar. Çocukluk yaralarından kaynaklanan güncel reaksiyonların geçmiş kökenli olduklarını, hem bireyin kendisinin hem de eşinin yargılamaksızın kabul edişi, ilişkide empatik iletişimin kapılarını aralayacaktır. Ezcümle, âşık olurken seçimlerin bilinçaltı yönlendirmelere maruz kalıyor olması, muazzam yaratılıştaki beynin açık kalan yaraları tedavi etmek için sunduğu bir hediyedir ve bu hediyenin şükranla karşılanması, hak edilen aşkın yaşanmasına olanak sağlayacaktır.
KÜBRA NUR UZUN KİMDİR?
İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde Psikoloji lisansı bitirdi. Aynı üniversitede 'Aile Danışmalığı' yüksek lisansı yaptı.