Betül Özel Çiçek: Çok yakın, çok uzak: Kadın ve bedeni

Çok yakın, çok uzak: Kadın ve bedeni
Giriş Tarihi: 30.3.2015 17:09 Son Güncelleme: 17.4.2015 10:07
Betül Özel Çiçek SAYI:12Nisan 2015
Aklın zihnî özelliklerinin, aşkın ruhun ve otonom iradenin erkekle özdeşleştirilmesi, kadına da bunların zıddı özelliklerin atfedilmesine sebep oldu: Bedensellik, hissilik, kösnüllük ve boyun eğme. Şimdi bize, insan nesli olarak zamanın bereketini ve ihsanını yakalayabilmek için gerekli olan adım, bu şartlanmışlıklar zincirinin dışına çıkmayı başarabilmektir. Beden meselesini cinsiyet bağlamında ele aldığımızda, öncelikle, "Kadın ve erkeğe dair evrensel hangi önkabuller vardır?" sorusu üzerinde düşünmek gerekiyor. İçlerinde yaşadığımız için evrensel ön kabulleri fark etmemiz bir yönüyle güç bile olsa, bu ön kabullerin ayan beyan ortada olduklarını, varlıklarını inkâr etmemiz de bir o kadar güçtür. Bu minvalde, kadın ve erkeğe dair evrensel ön kabul, dünya üzerindeki hemen hemen tüm toplumlarda kadının erkekten aşağıda, erkeğe nispetle daha değersiz ve erkeğe bağımlı görülmesidir diyebiliriz.

Kadınların iş ve eylemleri, ürünleri, görevleri, sosyal çevreleri toplumsal olarak erkeklerinkilerden daha az saygınlığa sahiptir. Kadınlara atfedilen bazı sembolik değerler yahut bu değerlerin mahiyeti kadına daha az kıymet verildiğine dair yorumlara ve idrake yol açmaktadır. Dahası, kadınların toplumun en üst düzeydeki güçlerinin bulunduğu mevkilere dahil olmasını, hatta bu mevkilerle bir şekilde ilişki halinde olmasını bile hoş görmeyen, mümkün olduğu derecede bu ilişkiyi engelleyen sosyal kurallar, alenen söylenmese bile, tüm toplumlarda görülmektedir.

Bu evrensel ve nispi değersiz görülmenin temelinde yatan nedir? Bunu anlamak için, Sherry B. Ortner'ın 'Is Female to Male as Nature Is to Culture?' (Doğa, Kültür için Ne ise, Kadın da Erkek için O Mudur?) başlıklı paradigma yıkıcı makalesinde ele aldığı iddiaya göz atmakta fayda var: "Kadınlar meselesine geri dönersek, argümanımı şu şekilde formülize ettim: Kültürel anlamda kadının değersizleştirilmesi, basitçe, kadının doğayla özdeşleştirildiği veya sembolik olarak ilişkilendirildiği farz edilerek açıklanabilir. Erkekse, aksine kültür ile özdeşleştirilmiştir. Kültürün amacı ve hedefi her zaman için doğayı kendi içine dahil edip onu aşmak olduğundan, eğer kadın doğanın bir parçasıysa, o zaman kültürün kadını hükmü altına alması, hatta onu baskı altında tutması kültür için 'doğal'dır."

Kadının doğayla eşit görülmesi meselesi günümüz için bir dereceye kadar tartışmalı olsa da, Ortner'ın da dile getirdiği gibi, kadının erkeğe nispetle doğa ile bağlantısı daha fazla ve daha altta bir varlık sınıfının temsilcisi olarak görüldüğü söylenebilir. Bunun altında yatan ana sebebi kadın bedeniyle ve sadece kadına has bedensel özelliklerle bağdaştırmak mümkün. Bedeninin doğurganlık işlevinden ötürü kadın, doğaya erkekten daha yakın ve erkek ile doğa arasında ikincil bir aracı olarak kabul edilir. Kadın, bedensel fonksiyonları öne sürülerek, toplumsal alanda hareketini kısıtlayacak biçimde şartlandırılırken, bedeninin getirdiği fiziksel mecburiyetler toplumsal bağlamda erkek ve kadın üretimleri arasında bir değerler hiyerarşisi oluşturulması için sebep olarak gösterilir.

Kadın ve erkeğin üretim ve topluma katkıları arasındaki değer farkını Simoné de Beauvoir, Alexander Pope'ın Essay on Man şiirine atıfla, "Kadın, erkekten çok daha fazla boyutta, türünün kurbanıdır." diyerek açıklar. Birey olarak kadın için doğrudan faydası olmayan hatta çoğu zaman rahatsızlık sebebi olan birçok bedensel özellik, türün devamı içindir. Kadın kişisel ihtiyaçlarından çok türün ihtiyaçları için şekillenen bedene kısıtlıdır. Bu sebeple de Beauvoir'a göre kadın "türe erkekten daha çok bağımlıdır ve hayvani yönü daha aşikârdır." Kadının üretimi doğal ve geçici, erkeğinki ise aşkın ve kalıcıdır. Kadının üretimi fasılasız, gerekli ama değersiz bir tekrarken, erkeğinki hayata anlam kazandıran, dünyayı yeniden şekillendiren, yeni aletler yaratan, icatlar üreten, geleceği oluşturan süreçlerdir.

Kadının üremesi ve üretimi, bu bağlamda, toplum için doğa ile kültür arasında aracı olmasını, ikincil değerliliğini pekiştirir. Kadın, bebeklikten itibaren çocukları topluma hazırlamanın aracıdır. Çocuğun topluma ve kurallarına entegre olabilmesi için onu şekillendiren kadındır. Çocuk, toplumun kurallarına göre biçimlenmeye hazır hale geldikten sonra, toplum için artan kıymeti oranında onu biçimlendirme işi kadından erkeğe teslim edilir. Bu sebeple anaokulu öğretmenlerinin çoğunluğu kadınken, üniversite profesörlerinin çoğunluğu erkektir. Toplum içinde kıymetli görülen işlerin birçoğu da benzer şekilde erkeklere teslimdir. Ortner'ın verdiği örnekleri çoğaltarak ilerlersek, yemek pişirmek, ev içinde kadına ait bir eylemken doğal ama kalıcılığı olmayan, fasılasız bir tekrardır. Kolaylıkla tüketilir ve sadece gündelik değeri vardır. Öte yandan, mesela çoğunlukla erkeklerin uğraştığı şef aşçılık mesleği kıymetli bir yeniden üretim eylemi olarak toplum nezdinde daha üstün bir konuma sahiptir. İdeal formundaki gerçek yemek, şef aşçının yaptığıdır.

Kadın böylece, toplumda bedeni üzerinden yorumlanan ve hudutlanan, doğayla bağlantısı daha fazla görülen ama medeni boyutunun da göz ardı edilmesi başarılamayan, doğa-kültür karşıtlığında aracılık yapan unsur olarak görülür. Toplum içindeki eylemleri doğalla bağlantılı olduğu nispette yapılması beklenen ama değeri az eylemlerdir. Meseleyi bu şekilde formülize ettiğimizde, kadınların neden hâlen bedenle özdeşleştirildikleri ve bedenleri üzerinden değerlendirildikleri sorusunun cevabına da bir yönden yaklaşmış oluyoruz. Öte yandan, insan – doğa ayrımının neden ve ne zaman ortaya çıktığı sorusu da, kadının neden doğayla daha ilintili görüldüğü sorusu kadar önemlidir.

Bu ikiliğin temelini aramaya nereden başlamalı? Sorunun cevabı olarak akla kartezyen felsefe gelse de, neticeden ve bir anlayışın pekişmesinden önce kökenine bakmak istiyorsak yolculuğu biraz uzatıp bir miktar daha geriye gitmekte fayda olabilir. İnsanlık tarihinin bir yerinde, insanlar varlığı ayırdılar, böldüler. Hz. Ali'nin "İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttılar" sözü belki de bir tarafıyla da bu olaya atıftır.
Milattan önce 2000'lerden itibaren, özellikle Babil mitolojisinde, daha önce pek görülmemiş bir zıtlıklar mücadelesi göze çarpmaya başladı. O zamana kadar primal matris olarak değerlendirilen ana tanrıça, artık sadece 'tabiat' ile bağlantılı bir şekilde algılanmaya başlandı. Tabiat, insanın da içinde ve parçası olduğu bir bütün değil; üzerinde tahakküm kurulması, hale yola sokulup yeniden düzenlenmesi gereken kaotik bir güçtü artık. Tanrı Marduk, kendisine hasredilen 'ruh'un karşı kutbunda bulunan tanrıça Tiamat'ı yani tabiatı fethetmek ve düzene sokmak rolünü üstlendi. Eldeki kayıtlar, daha önce böylesi bir insanlık/doğa karşıtlığına, bu ikisinin ayrı kutuplar haline gelmesine çok rastlanmadığını gösteriyor.
Eşyayı zıddı ile düşünme alışkanlığını, fizik ve metafizik ayrımını, yaratıcı ruh ile kaotik doğa arasındaki mücadeleyi tesis eden Babil mitolojisiyle zihin maddeden, ruh bedenden, düşünme hissetmekten, akıl sezgiden, mantık içgüdüden yapısal olarak ayrılmıştır. Bu ikiliklerin madde ötesi olduğu farz edilen kutbuna maddi kutbundan daha yüksek bir kıymet biçilmesi de, daha kıymetli olanın erillikle, daha kıymetsiz görülenin dişillikle tanımlanması da böylece başlamış ve bu olguları bir araya getirilmeleri neredeyse imkânsız kılan bir zıtlığa düşürmüşlerdir.

Paralel bir gelişimi, hemen hemen aynı zaman diliminde klasik felsefede de görmekteyiz. Filozoflar da birey ile dünya arasında bir ayrılık ve yabancılaşma üzerinde dururlar ve erkeklik tanımlarını bedenin kayıtlarından uzak ve aklî olarak yaparlar. Platon'a göre, asli ruh erkek olarak cisimleşip vücut bulmuştur. Mükemmele en yakın formdaki ruh, mükemmele en yakın formdaki erkek bedenine iner. Ruh, ancak bedene karşı koyamadığında, onu fethedemeyip yenik düştüğünde, eksildiğinde ceza olarak kadın bedeninde ve sonra eğer kendini düzeltmezse bir hayvan bedeninde reenkarne olur.

Böylece Platon'da kadın değişimle, irrasyonalite ile, mükemmel olmayanla, fiziksel olanla eşleştirilmiştir. Her ne kadar bir ruh için kadın bedenine hapsolmaktan daha kötü kaderler olsa da, kadın, yine de ruhun sahip olabileceği 'mükemmel form'dan bir kademe daha aşağıdadır. Ruh, ancak kendini irrasyonel ve fiziksel olandan özgürleştirip tekrar akılla yönetilmeye başladığında eski üstün haline geri dönebilir yani erilliğini yeniden kazanır.

Babil mitolojisinin ve klasik felsefenin paradigma imgeleri Yahudi-Hıristiyan geleneğini de derinden etkilemiştir. Neo-Platonculuğun ve Yahudiliğin mirasçısı Hıristiyanlık, savaşçı erkek tanrı imajı ile aklın bedene üstünlüğünü bir araya getirmiştir. Hıristiyanlığın klasik doktrini, göklerin kurtarıcı kralı ile değişmez varlığın aşkın logosunu birleştirerek antik dinî bilincin dürtülerinin bir sentezini oluşturmuştu. Maddeyi olumsuzlayıcı bu inanışlar modern dünya görüşümüzü derinden şartlandırmış bir takım asli ikiliklerle kaimdi.

Zihnin bedenden, öznenin dünyadan yabancılaşması, bireyin kendi içine çekilmesi ve toplumdan uzaklaşması, doğanın ruh tarafından reddi ya da insanın doğaya tahakkümü... Bu ikiliklerin kökeninde antik dinlerden, klasik felsefeden ve Yahudilikten etkilenen klasik Hıristiyanlığın dinî mirası bulunsa da erkek ile kadının birbirinden ayrılması ve yabancılaşması tüm bu ayrımları ve yabancılaşmaları özetleyen temel sembolizmdir. Aklın zihnî özelliklerinin, aşkın ruhun ve otonom iradenin erkekle özdeşleştirilmesi, kadına da bunların zıddı özelliklerin atfedilmesine sebep oldu: Bedensellik, hissilik, kösnüllük ve boyun eğme...

Kadının ikincil konumu ve bu konumun tabiatla kurulan rabıtasını tespit, günümüzde toplumların tabiatla olan ilişkisi ile kadınla olan ilişkisi arasındaki paralellikleri görmemize ve kötü gidişatı engellememize yardımcı olabilir. Kadın cinayetleri, kadına kötü muamele ve reva görülen adaletsizlikler, tabiata karşı tavrımızın da göstergesidir bir yerde. Toplumlar, yüzyıllar boyunca her yolu kullanarak kadın ve erkekleri bu temel ayrımın sınırları içinde hayatlarını yaşamaya ve bu sınırlar içinde kapasitelerini bulmaya derinden şartladılar. Şimdi bize, insan nesli olarak zamanın bereketini ve ihsanını yakalayabilmek için gerekli olan adım, bu şartlanmışlıklar zincirinin dışına çıkmayı başarabilmektir.

BETÜL ÖZEL ÇİÇEK KİMDİR?
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dinler Tarihi bölümünde doktora yapıyor.

BİZE ULAŞIN