Ayşe Sözen Usluer: Yeşil sermaye öcüsü ve Müsiad

Yeşil sermaye öcüsü ve Müsiad
Giriş Tarihi: 18.02.2015 15:11 Son Güncelleme: 20.02.2015 11:47
Ayşe Sözen Usluer SAYI:10Şubat 2015
28 Şubat’ı anlamak için öncelikle onun iktisadi boyutuna bakmak gerekir. İktisadi boyut, 1996’da kurulan Refah-Yol hükümetinin laikliğe tehdit oluşturduğu iddiasından veya 31 Aralık gecesi Sincan’da düzenlenen Kudüs gecesi gibi irtica patlaması olarak sahnelenen senaryolardan çok daha temel ve kalıcı bir karşılığı olan boyuttur. Amerikalı ünlü akademisyen Adam Przeworski, 'şehirdeki tek oyun' demokrasi oluncaya dek demokrasi serüveninin tamamlanmayacağını söylemişti. Toplumun tüm aktörlerince benimsenmiş ve sürdürülebilir bir demokrasiydi kastettiği. Türkiye demokrasisi ise 1960'dan beri demokrasi oyununu şehirde tanklar yürütmek suretiyle oynuyordu. O günlerden 2000'lerin başına kadar laikliğin ve demokrasinin teminatı adı altında darbeler ve askerî müdahaleler Türkiye demokrasisini karakterize eder olmuştu.

1960 darbesi, 71 muhtırası ve 80 darbesinden sonra 28 Şubat 1997'de meydana gelen postmodern darbe sahte demokrasi oyununun son perdesi oldu. Ancak 28 Şubat, 60, 71 ve 80 müdahalelerinden farklı olarak 'sivil iradeye askerî müdahale' örneği değil; Tanzimat'tan bugüne toplumda oluşmuş kültürel, siyasi, iktisadi ve zihinsel ikiliğin bir tezahürü ve bu ikiliği asker-sivil toplum-bürokrasi-medya ve sermaye iş birliği ile derinleştirme çabasıydı.

Ekonomik determinizm olarak algılanmasını istemem ama sermayenin el değiştirmesi, üretim ve tüketim imkânlarının, diğer bir ifade ile pastadaki payın, daha fazla ortakla paylaşılması postmodern darbenin en temel parametresini oluşturdu dersek çok büyük bir hata yapmış olmayız. Doğrusu 28 Şubat'ı anlamak için muhakkak iktisadi boyuta bakmak gerekir.

İktisadi boyut, 1996'da kurulan Refah-Yol hükümetinin laikliğe tehdit oluşturduğu iddiasından veya 31 Aralık gecesi Sincan'da düzenlenen Kudüs Gecesi gibi irtica patlaması olarak sahnelenen senaryolardan çok daha temel ve kalıcı bir karşılığı olan boyuttur. Çünkü bu iktisadi boyut hem sermaye sahiplerinde hem de toplumda sınıfsal yapı bozumuna sebep olmuştur. Seçkinlerin paylaşımda bulunmak istemedikleri sosyoekonomik imkânların toplumun katmanlarında yaygınlaşması ve bunun toplumsal statüye yansımaları ile doğrudan ilgilidir. Yani bir bakıma seçkinlerin direncidir. Statükoyu koruma ve sürdürme gayretidir. 28 Şubat baronlarının dindarların iktisadi faaliyet alanlarını engelleme çabası, bir nevi Avrupa aristokrasisinin siyasetten sanata, ekonomiden yeme içme ve giyim kültürüne kadar kendilerine tahsis edildiğini sandıkları alanların burjuva hareketleri ile orta sınıfça benimsenmesine karşı gösterilen direnci temsil eder.

Modern Türkiye'nin kuruluşundan bugüne toplum siyasi olarak, Batılı eğitimden geçmiş, seküler ve çağdaş değerlerle donatılmış elit bir popülasyon tarafından idare edilmek istendi. Ekonomik hayat ise küçük bir grup olan şehirli sermaye sahiplerine bırakıldı. Ancak birkaç aile olarak sayılacak bu elit grup yıllarca sanayide ve iş dünyasında ayrıcalıklı statüsünü 'devlet korumacı' politikalarla ve bürokrasinin himayesinde sürdürdü. Özellikle 70'lerin ithal ikameci politikaları ile bu seçkinler grubu, kapalı ekonomiden yana oldular ve iddia ettiklerinin aksine Batılı ekonomik modele kendi çıkarları uğruna ket vuracak şekilde mevcut düzeni sürdürmek istediler. Ancak 1980'lerden itibaren Özal dönemi açık ekonomi modeli ve küçük ve orta ölçekli işletmelerin doğrudan devlet desteği almaya başlaması ile Anadolu sermayesi yükselişe geçti. Böylece İstanbul merkezli şehirli ekonomi elitlerinin iş hayatındaki yeni paydaşları sahnedeki yerini almaya başladı. Coğrafi olarak çevrede konumlu, siyasi olarak merkezde olmayan, sosyal olarak ise seçkinler arasında yer almayan bu gruplar 1980'ler ve 90'larda oluşan neoliberal dalganın da etkisiyle önemli bir fırsat yakaladı ve yeni bir kalkınma modeli geliştirdi. Daha önce entegre sanayiye yönelik devlet atılımları bu kez küçük ve orta ölçekli iş dünyasına yöneldi. Bu ise özellikle Anadolu'da ticari hayatı canlandırdı, toplumun sosyoekonomik seviyesini yükseltti.

İktisadi baskılar ve MÜSİAD örneği

Özellikle aile tasarruflarına dayalı Anadolu sermayesinin girişimci ruhları bundan sonra Anadolu Kaplanları ve yeşil sermaye olarak anılmaya başladı. Hatta bu çerçevede Anadolu müteşebbislerinin tekil sermaye sahibi olarak kalmak istemedikleri için bir araya gelerek kurdukları bir işadamları derneği olan MÜSİAD (Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği), normalde herhangi bir ülkede önemli bir ekonomik atılım olarak görülüp övünç kaynağı olacakken Türkiye'nin kendine has politik ve sosyal konteksti içerisinde bir tehlike olarak algılandı.

1990'ların ikinci yarısına gelene kadar frenlenebilir güç olarak görülen bu sermayenin 1990'larda İslami hareketlerin de politik alanda yükselişe geçmesi ile karşılıklı beslenme alanı bulduğu düşünüldü ve kurdukları kurumlar, 28 Şubat sürecinde hedef tahtasına oturtuldu. Bu dönemde rakip işadamları derneği olan TÜSİAD ise 28 Şubat sürecine doğrudan dahil olmasa da dolaylı olarak süreci destekledi, dönemin hükümeti aleyhine açıklamalarda bulundu ve irticayı tehdit olarak gösteren pekiştirici söylemler geliştirdi.

1996 yılının Haziran ayında Milliyet gazetesinin "Ordudan yeşil sermayeye ambargo" diye atılan manşetinin altında bir liste sunuldu. Bu listelerle toplumun önemli bir kesimine bazı mallar ve ürünler kötü gösterildi, karalandı. Belli sektörlerde satışı engellenerek ticaret yapma özgürlükleri engellendi. Dindar sermaye sahiplerinin şirketleri ve fabrikaları maliye ve sigorta müfettişlerince defalarca incelemelere tabi tutuldu, haksız yere sorgulandı ve hüküm giydirildi. Dost Sigorta davası olarak bilinen davada sermaye sahipleri defalarca gece yarısı baskınları ile evlerinden alındı, gözaltında tutuldu, sorgulandı. Şirketleri, uğratıldıkları 1,5 milyon dolarlık zarar nedeni ile kapatıldı. Sadece ekonomik alanda faaliyet gösteren ve siyasi hiçbir angajmanı olmayan MÜSİAD başkanı Erol Yarar ve yardımcısı Ali Bayramoğlu TCK'nın 312'nci maddesi nedeni ile haklarında hapis cezası talebiyle yargılandı. MÜSİAD üyelerinin kendi aralarında yapmış oldukları sivil eğitim toplantıları polis kameraları ile kayıt altına alındı, toplantılara gelen polisler aracılığı ile yasal olmayan bir şekilde izlendi ve toplantılara katılanlara bu yöntemle gözdağı verildi. Öyle ki, bu yaratılmış korku imparatorluğunda MÜSİAD'ın 1997 yılında 2823 olan üye sayısı 2002 yılına kadar 1800'e düştü. Yani üyelerinin üçte birini kaybetti. Dost Sigorta'nın ortaklarından Mustafa Tekelli o günleri şöyle anlatıyor: "Polis amirleri bize dedi ki, size bir şey yapmayacaklar ama sizi şirketinizden ikrah ettirecekler ve şirketinizi yok edecekler. Buna dolaylı ceza diyorlarmış. Siz canınızı kurtardığınıza sevinirken, asıl hedef olan şirketiniz elinizden alınacak. Gerçekten de ben mahkeme süreçleri bittiğinde ortaklarıma dönüp 'gelin Dost'u (Dost Sigortayı) kurtaralım' dediğimde ortaklarım bana 'Bırakın Mustafa bey, biz Dost'u değil postu kurtaralım' dediler."

MÜSİAD'ın 28 Şubat sürecinin failleri için bir tehdit olarak görülmesinde iki önemli faktör vardı: Bir; ekonomi seçkinlerinin statükosu bozulmakta idi. İki; MÜSİAD, kendine dini referans göstermeyi temel prensip saymıştı. Birinci maddenin seçkinci gruplar aleyhine nasıl bozulduğuna zaten değindik. İkinci maddeye gelince, başındaki 'MÜ' nedeni ile zaman zaman Müslüman İşadamları Derneği olarak da anılan MÜSİAD sadece iş adamlarının ve müteşebbislerin bir araya gelerek ekonomik iş birlikleri yaptığı bir platform değil, aynı zamanda ekonomik ve sosyal yaşantı üzerinde tasavvur oluşturdukları çatı bir kuruluştu. Temel almış oldukları bu din referansı ve ailede biriken sermaye nedeni ile Anadolu müteşebbisleri çok zaman Protestan ahlakından doğan Kapitalizm ruhu benzetmeleri ile yorumlanmaya çalışıldı. Yeşil sermayenin doğuşu ve evrilmesi Kalvinizm ya da kapitalizm eleştirilerine de maruz kaldı. Oysa dindar girişimciler İslam'ı referans almaya devam ettiler ve bugün hâlâ İslami helal ve haramlar çerçevesinde bir kısmı banka kredisi bile almadan yatırım yapmaya devam ediyorlar.

Bugün, İslam ve sermaye ekseninde Türkiye'de Müslümanlar lüks ve kapitalizm imtihanını çok başarılı verememiş olsalar da bu sorun; irdelenmesi gereken, üzerinde konuşulup çözümler üretilmesi gereken itikadî ve felsefi bir mesele. Yeni çalışma alanlarında, açılan sektörlerde genişleyen imkânlarla beraber İslam'ın özündeki mütevazılığı kaybetmeden, hadlere uyma zorunluluğunu, doğaya ve insana zarar veren yıkıcı rekabet içinde olmamayı unutmadan üretim yapabilmeyi hedef almak elbette her Müslüman'ın kendine amaç edinmesi gereken bir ölçü olmalı. Bu konu, başlangıçta İslam'ı referans alarak ortaya çıkan bu kurumlar açısından hâlihazırda bekleyen başka bir mesele. Lakin herhangi bir değer üzerine bir araya gelen, barışçıl, demokratik hedefleri olan ve henüz emekleme aşamasında olan herhangi bir derneği salt değerleri yüzünden hedef almak, baltalamak ve baskı kurarak öcüleştirmek 28 Şubat'ın bize sadece ekonomik kayıplar yaşatmadığını ayrıca bizi bize düşman etmek üzerine bir zihniyeti de benimsediğini gösteriyor.

Ayşe Sözen Usluer kimdir?
Bilkent Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi doktorasına devam ediyor.
BİZE ULAŞIN