Bir yasağın hikâyesi: Bilgi Üniversitesi
O dönemde Bilgi Üniversitesi'nin Dolapdere'deki kampüsüne girebilmek için okulun karşısında öğrencilerin arabalarını park ettiği özel otoparkın görevlilerinin yağmurluklarını, çizmelerini, eldivenlerini koydukları oldukça pis bir kabinde başımızı açıp-kapıyorduk. Burası öğrencilere ait bir kabin değildi, otoparkın kullanımındaydı ve öğrenciler burada ya şapka/peruk takıyor, ya başlarını açıyorlardı. Hep düşünmüştüm, Bilgi Üniversitesi imkânları olan bir okuldu, başörtüsü yasağını uygulamamak için okul yönetimi en başından beri elinden geleni yapmıştı. O halde neden kapının girişine müsait bir yere insani standartlarda bir kabin konmuyor, öğrencilerin hiç olmazsa steril bir ortamda başlarını açıp kapamaları sağlanmıyordu? Bu soruyu en kuvvetli şekilde, bir gün başımı açarken ansızın kabine giren bir adam sordurdu bana. Ürpermiştim. Sanki mahrem bir iş yaparken basılmak gibi… "Neden kapıyı vurmadınız?" diye sormuştum. Aldığım cevap: "Seni mi bekleyeceğim, size bu kabini verdiğimize şükredin…" olmuştu. Pis, kokulu, normalde adım atmayacağım bu kabine mecbur bırakılmıştık…
Bu konuyu okul idaresine götürmeyi teklif eden bir yazı yazıp, gelen giden başörtülü arkadaşlar okusunlar diye kabine astım. Sindirilmişlik öyle bir işlemişti ki içimize, başörtülü arkadaşlar daha ziyade bana tepki vermişlerdi: "İtiraz edersek bu hakkımızdan da oluruz!" demişlerdi. Bunun üzerine tek başıma gitmiştim binadaki üniversite yetkilisine: "Biz sizin nerede başınızı açıp kapayacağınıza karışamayız" demişti ve konu kapanmıştı. Varlığını, okulun öğrencilerinin arabalarını park etmesine borçlu olan otoparkçının merhametine kalmıştık…
Yıllar sonra bu soruyu o dönemde mütevelli heyette olan bir okul yetkilisine sordum: "Gerçekten yapılabilecek hiçbir şey yok muydu? Bir kabin koymak, içine bir ayna yerleştirmek, öğrencilere temiz ve steril bir ortam sağlamak bu kadar zor muydu?" Çok şaşırdı, "Elbette değildi" dedi, anladım ki, o dönemde hem başörtülü kızlarda taleplerini iletmedeki siniklik, hem de karşı taraftaki umarsızlık çok basit sorunlarımızı çözümsüz kılmıştı.
"Böyle okuldan çıkamazsın"
Bu eski mütevelli heyet üyesi ile Bilgi Üniversitesi'nde başörtüsü yasaklarının uygulandığı yıllar hakkında biraz sohbet ettik. Okul, en başından beri başörtüsü yasağını uygulamamak için sonuna kadar direnmişti. Aslında yasak ve katsayı sorunu Bilgi'nin bir anda başörtülü ve imam hatip lisesi mezunu öğrenciler tarafından tercih edilmesine sebep olmuştu. Konuştuğumuz mütevelli heyet üyesi 2000 yılında bir gün bir telefon aldıklarını anlatıyor: "Telefonun ucunda bir şahıs, bin kadar öğrenciye burs vermek istediklerini söylüyordu. İlgilendik, geldiler, görüştük. Dindar bir vakıf, imam hatip lisesi öğrencilerinin katsayı mağduriyetini gidermek için Bilgi Üniversitesi ile iş birliği yapmak istediklerini söylüyordu. Diğer okullarda başörtüsü gerginliği vardı, Bilgi Üniversitesi'ni bu sebeple tercih etmişlerdi."
Daha sonra okula 100 kadar öğrenci okula başlıyorlar, hepsi oldukça başarılı çocuklar. Derken, 2001 ekonomik krizi patlıyor. Çocuklara burs veren vakıf bir gün gelip, kriz yüzünden öğrencileri finanse edemeyeceklerini söylüyor ve hepsini yüzüstü bırakıyor. Herkes şaşkın. Okul çareler üretmeye çalışıyor. Karşılıklı burs programı gibi bir şey düşünülüyor. Yani okulda okuyan öğrenciler mezun olduktan bir müddet sonra aldıkları bursu ödeyecek. Hatta çalışan öğrenci uygulaması getiriliyor, öğrenciler mağdur edilmesinler diye… Konuştuğumuz yetkili o dönemde öğrencilerin kendilerine bu sözleri veren vakfa değil, okula tepki verdiklerini şaşkınlıkla hatırlıyor. "Vakıfla kavga edin dedim, yapmadılar… Bize ulaşan çocukları okuldan atmadık ama karşılıklı burs olayından korkanlar oldu, imza atmaktan çekindiler, kızlardan okulu bırakıp Avusturya'ya gidenler oldu."
28 Şubat mağduru öğrenciler ve okul yönetimi arasında bu ilk gerilim. 2002 yılında Fatih Altaylı'nın Hürriyet gazetesinden Bilgi Üniversitesi'ni açıkça ihbar etmesi ile başörtüsü konusunda baskılar başlayınca gerilimler çeşitleniyor. Bir gün, okula dışarıdan ders vermeye gelen İsmail Cem'in dersinde başörtülü bir öğrencinin oturduğu fotoğrafın Hürriyet'te yayınlanması son darbe oluyor. Ağır baskı ve teftiş altında kalan okul, yasağı uygulamaya mecbur oluyor. Daha sonra bu kavganın aslında dönemin Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül ve Bilgi Üniversitesi arasındaki bir gerginliğin ideolojik rövanşı olduğunu söyleyenler de oluyor. Peki, nasıl oluyor da yıllarca uygulanmayan yasak, bir haftada bir gazetenin etkisi ile uygulanmaya başlıyor? Bilmiyoruz… Ama ortada bir gerçek vardı ki, Bilgi Üniversitesi'nin direnci bu şekilde kırılıyor ve yasağı uygulamaya başlıyor.
Bilgi Üniversitesi'nde yasak başladığında üçüncü sınıfta olan bir öğrenci o günleri şöyle hatırlıyor: "Biz bu okula başörtüsü yasağı olmadığı için gelmiştik. Ansızın hiç kimse bir açıklama yapılmadan üçüncü yılımızda vize döneminde yasak uygulanmaya başlandı. Tek söylenen şey: YÖK böyle istiyor! Yasaktan sonra okula giriş çıkışlarımız sorun oldu. Bazen kapıdaki görevlilerin bize gösterdikleri gayri insani muameleler daha girişte moralimizi bozuyor ve derslere konsantre olmamızı zorlaştırıyordu."
Yasak bir kere gelmeye görsün, bütün barışçıl ortamları kirletiyor, huzur bozuyor ve etkisi bir sarmal gibi büyüyerek devam ediyordu. Bir başka öğrenci o günleri şöyle anlatıyor: "Rektörlük bize bunun kendi isteklerinin dışında gerçekleşen ve adil bulmadıkları ama uygulamak zorunda oldukları bir yasak olduğunu söyledi. Bunun dışında herhangi bir yardımları olmadı. Yasak uygulandı. Üst düzey yöneticiler, rektör, rektör yardımcıları ve mütevelli heyeti, mütemadiyen yasağın karşısında olduklarını ve bu haksızlıktan hiç hoşlanmadıklarını söyleseler de çok az öğrenci onlarla doğrudan muhatap olabiliyordu. Öğrencilerin doğrudan muhatap olabildikleri alt düzey yöneticiler, öğrenci temsilcilikleri, rektör sekreterleri, güvenlikler, çok sert muamelelerde bulunuyorlardı ve bu zaten bir üste çıkmayı engelleyen bir şeydi."
Öğrenciler bu okulu yasak olmadığı için seçmişlerdi ve kandırılmışlık hissi ile karışık bir öfkeleri vardı. O dönemlerde okulun idaresinde olan bir başka yetkili ise öğrencilerin kimseye yöneltmediği öfkelerini kendilerine yönelttiğini hatırlıyor, hatta muhafazakâr erkek öğrencilerin hiçbir şey yapmadığının altını çiziyor. Evet, muhafazakâr erkek öğrencilerin kız öğrenciler için yapmadıkları acı bir gerçek… Ve evet, belki Bilgi Üniversitesi'nde kız öğrenciler diğer okullarda bulamadıkları muhatapları buldukları için biraz daha seslerini yükseltebiliyorlardı. Ama her şeyden evvel 'öğrenciydiler' ve aslında bu yüksek ses, Bilgi'nin vadettiği özgürlük ortamında çıkıyordu.
Bir başka öğrenci ise okula yüklenme sebebini şöyle anlatıyor: "Okulun en güçlü argümanlarından birisi; bu okulda çeşitlilik olduğu, herkesin rahatça eğitimini sürdürebileceğiydi. Bana "Merak etme, kapımıza asker topla tüfekle dayanmadıkça böyle bir yasak getirmeyiz" demişlerdi. Hazırlıktan sonra birinci sınıfın sonlarına doğru bir problem oluştu. Bir gün etüt salonunda toplu halde çalışırken okul sekreterlerinden biri gelip, böyle bir problem başladığını, müfettişlerin okula geleceğini, bu şekilde ortada dolaşmamamız gerektiğini, mümkünse iki üç gün okula gelmememiz gerektiğini, bundan sonra da ne olacağını bilmediklerini söyledi. O günden sonra da zaten kapıya geldiğimizde "Kusura bakmayın hanımefendi, bu şekilde alamayız, ya açın, ya çıkın" diyorlardı. Yönetimle ilişki kurduğumuzda bizim de elimizden gelen bir şey yok, ne yapalım diyorlardı. Hatta son dönemlerde AK Parti iktidara geldikten sonra, şöyle hoş ama acıtıcı bir argümanları da vardı: 'Sizin inancınızdaki insanlar iktidarda. Bak onlar da düzeltemiyorlar, demek ki kabahat bizde değil. Bu da bize gelen bir emir. Bir şey yapamıyoruz' diyorlardı."
Okul ne kadar yasağı uygulamak istemese de yasağı uygulamaya hevesli pek çok görevli vardı. Zaman zaman bu durum tıpkı devlet okullarında olduğu gibi öğrenci avına dönebiliyordu. Bir öğrenci, havanın çok soğuk olduğu bir gün geç vakit sınavdan çıkarken kapıya en yakın lavaboda başını örtüp öyle çıkmaya çalışmıştı. Lavabo ile kapı arasındaki mesafede bir görevli ile karşılaşmasını şöyle anlatıyor: "Görevli, 'Öğrenci misin?' diye sordu. 'Evet' dedim. 'Böyle giremezsin' dedi. 'Girmiyorum zaten çıkıyorum' dedim ve kapıya yöneldim. 'Böyle çıkamazsın' dedi. Ve ben neye uğradığımı şaşırdım. Bu olay yüzünden okuldan bir ay uzaklaştırma aldım ki normalde uzaklaştırmalar en sert uygulanan devlet okullarında bile üç dört uyarıdan sonra veriliyordu. Hiçbir disiplin cezam yokken, salt başörtüsü takarak okulda bulunduğumu kabul ettiğim için bir ay uzaklaştırma aldım."
O dönemde Bilgi Üniversitesi'nde bir festivalde alkol oranını fazla kaçırıp sağa sola sataşan ve insanlara zarar veren bir öğrenciyi öğrenci işleri bizzat disiplin kuruluna şikâyet ettiği halde disiplin kurulu onu 'ceza verirsek kaybederiz, kazanamayız' gerekçesiyle hiçbir ceza vermeden affediyor. Hoca döven bir çocuk sadece iki hafta uzaklaştırma alıyor…
Liberal lütuflar
Bu yaşananlar, 28 Şubat'ın genel bilançosuna bakıldığında çok hafif kalıyor. Peki, o halde bugün Bilgi Üniversitesi'ndeki yasağı hatırlamak neden önemli? Şöyle anlatayım: Öncelikle, yasağa hiç meyilli olmadığını defalarca söyleyenlerin idaresindeki bir kurumda yaşananlar başörtüsü yasağının uygulanma biçimleri için alt sınırı gösteriyor. Yasağı uygulamaya şehvet duyan devlet okullarını varın siz düşünün…
Eh, 'liberal ve özgürlükçü' olmak az bir iddia değil… Lakin kalben ve fikren öyle olunsa da, anlattıklarıma bakınca, toplumsal dayanışma ve eylemsellik noktasında ne kadar empati yoksunu olduğumuz ortaya çıkıyor. Toplum olarak yasaklar karşısında ne durumda olduğumuz, belki de niyetimiz öyle olmasa bile kendimize benzemeyeni ne pahasına olursa olsun 'anlamaya çalışmayışımız' açısından Bilgi'de yaşananlar acı bir örnek teşkil ediyor. Nitekim bugün okul yönetiminde olan kimseler o dönemde kabin meselesinde, güvenlikçilerin ve personelin öğrencilere davranması konusunda eksiklerini kabul ediyorlar. En azından zaten yasak yüzünden tramva ile karşı karşıya kalan öğrenci ile iletişim halinde olan idareci ve güvenlikçilerin 'eğitimden geçirilmesi gerektiğinin' akıllarına bile gelmediğini itiraf ediyorlar.
Bir diğer önemli nokta, insanların kendilerini zaten anlatma noktasında yetersiz kaldığı ortamlarda karşılaştıkları 'anlaşılma' konusundaki yetersizlikler… Öğrencisinin kılık kıyafeti ile ilgilenmeyen hoca, maalesef, aynı öğrencinin yasak karşısındaki 'feveranına' da ilgisiz kalıyordu. Bu çığlığı derse, okula taşımayı bazen gereksiz buluyor, bunu da açık açık söylüyordu. Her gün okul kapısında yaşanan taciz, sinir harbi, sanki öğrencilerin tercihi gibi algılanıyordu. Bu tarz baskıları ülkemizde sol kesim de yaşamış olmasına rağmen herkes kendi hatırası ile yaşıyor, 'bizler ve onlar' bir şekilde hep belirgin kalıyordu.
Bilgi Üniversitesi'ndeki uygulamadan yola çıkarak hatırladığım bir başka husus, mağdur olan insanlarla kurulan iletişimin ne kadar eşitsiz, açıkçası tepeden bir iletişim şekli olduğuydu. Açıkçası o dönemde tıpkı pis bir kabini öğrencilere kullandırmayı lütuf sayan otoparkçılar gibi herkes başörtülü öğrencilere yapılan her şeyi bir lütuf olarak görüyordu. Diyalog kurup anlamaya çalışmak, başörtülü öğrenciyi karşında konuşturmak da az bir şey değildi hani… Bu sebeple kitle derslerinde bazı öğrenciler başörtülü öğrencilere açıkça laf atarken, ses çıkaran olmuyor, bir sosyoloji dersinde başörtülü öğrenciler için 'onlar' sözcüğü rahatlıkla kullanılabiliyordu. Başörtüsü yasağını anlatmak isteyen hoca, sınıftaki İzmirli öğrencileri de göz önünde bulundurarak, yasağın gerekçelerini de dile getirmek zorunda hissediyordu.
Asıl en acı olan şey, yasağı bahane eden pek çok idareci veya güvenlikçinin, öğrenci üzerinde güç egzersizi yapmaya başlamasıydı. Bu güç egzersizine karşılık belki de onları anlamaya en yakın olabilecek sol kesimden gelen hocalar, sadece okula giremeyen öğrencilerine kafelerde ders vermek, kolaylık sağlamak, ödevini teslim etmek için içeriye giremeyen öğrencinin ödevini kapıya gelip almakla yetindiler. Elbette en düşündürücüsü ise bütün bunlara Fatih Altaylı ve Hürriyet gazetesinin bir haberinin sebep olabilmesiydi.
Konunun girift yanı, yasakçı zihniyette olmasa bile, aynı hassasiyetlere sahip olmadığı için hocalar ve dindar öğrenciler arasında zaman zaman doku uyuşmazlığı olmasıydı. Seküler yaşam biçimine sahip kimseler bazen dindar hassasiyetleri anlamakta zorlanabiliyor, yasaklamasa bile anlama, savunma ve ferahlatma konusunda yetersiz kalabiliyordu. Bugün kendi adıma çok dikkat etmem gerektiğini düşündüğüm bir ders kaldı bana Bilgi Üniversitesi'nde yasaklı olarak geçirdiğim dört seneden: Birileri ile aramda doku uyuşmazlığı var diye, 'onlar' benim gibi yaşamıyor, 'onları'(!) yeterince anlamıyorum diye savunduğum değerlerin, inandıklarımın 'lafta' kalması tehlikesi… Adaletsizlikleri 'senin ve benim olanlar' diye ayırmak, kendi yapmadığım şeyin toplumda hiç yapılmadığını düşünmek ve dahası, kendimce kurduğum dünyada bence çok önem arz etmeyen hassasiyetlerin ihlaline karşı el kol bağlayarak sessiz kalmak… Dilerim, Allah hepimize; gönlümüz, fikrimiz, aklımız, elimiz ve dilimizle hemhal ameller nasip etsin…