HİLMİ DEMİR - DERYA YANIK
Bildiğimiz üzere İstanbul Sözleşmesi'nin amacı aile içi şiddeti mümkün olduğunca engellemeye çalışmak. Bu sözleşmeyle beraber nelerin önüne geçmeyi, neleri düzeltmeyi hedefliyoruz?
HİLMİ DEMİR: Adından da anlaşıldığı gibi sözleşmenin temel amacı kadınlara ve kız çocuklarına yönelik şiddeti önlemek. Tabii bu arada şiddet neden aile ya da ev içinde şiddet olarak tanımlandı, aile dışında kadın şiddete maruz kalmıyor mu diye sorulabilir. Bunun nedeni kadına yönelik şiddetin daha çok eş, abi, baba ya da birlikte yaşadığı (burada sadece nikahsız beraberlik anlaşılmamalı, imam nikahlı birliktelikler de buna dâhildir) aile bireyleri tarafından gelmesidir. Polis Akademisi'nin yaptığı araştırmaya göre; katillerden yüzde 63,5'i eş, yüzde 32'si ise erkek akrabalardır. Kadınların öldürüldüğü mekânlar ise yüzde 72,8 oranla evleridir. Bu da ev içi şiddete karşı kadının neden korunması gerektiğini açıklıyor. Sözleşme kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin tüm mağdurlarının korunması ve bunlara yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politika ve tedbirler öneriyor. Bu çerçevede zaten 6284 sayılı kanun çıkartılarak yürürlüğe girmiştir. Elbette kanunun uygulamadan kaynaklanan bazı aksaklıkları olduğu söylenmektedir. Ama neticede mükemmel bir kanun yoktur ve her kanun metni tartışılabilir.
DERYA YANIK: 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul'da imzaya açıldığı için kısaca İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen metin, uzun bir giriş bölümünde temel yaklaşımını ortaya koyduktan sonra 1'inci maddesinin ilk fıkrasında sözleşmenin maksatlarını sıralar. Buna göre; "Bu sözleşmenin maksatları şunlardır: a) Kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak; b) Kadına karşı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirmek de dâhil olmak üzere, kadınlarla erkekler arasında önemli ölçüde eşitliği yaygınlaştırmak; c) Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin tüm mağdurlarının korunması ve bunlara yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politika ve tedbirler tasarlamak; d) Kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti ortadan kaldırma amacıyla uluslararası iş birliğini yaygınlaştırmak; e) Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin ortadan kaldırılması için bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi maksadıyla kuruluşların ve kolluk kuvvetleri birimlerinin birbiriyle etkili bir biçimde iş birliği yapmalarına destek ve yardım sağlamak."
Görüldüğü üzere sözleşme amir hükümler düzenleyerek taraf devletlere "şunları şunları yap" demek yerine bir konsept sunuyor ve her bir taraf devletin kendi iç hukukunda gerekli düzenlemeleri yapmasını, yasal değişiklikleri, alt yapı gerekleri gibi sözleşmenin amacı doğrultusunda yapılması gereken her türlü iş ve eylemin yerine getirmesini talep ediyor. Bu anlamda sözleşme bir "yasa"dan çok tavsiye metni niteliğinde. Ancak elbette sözleşme tümüyle takipsiz bırakılmamış, taraf devletlerin sözleşme uyarınca iç hukuklarında yapıp ettiklerini izlemek üzere bir izleme organı kurulmasını da (GREVIO) öngörmüştür. Nitekim bizim ülkemizde de kadına yönelik ve aile içi şiddetin önlenmesi için 6284 sayılı kanun düzenlenmiştir. Bu anlamda uygulama metnimiz İstanbul Sözleşmesi değil, 6284 sayılı kanundur.
2011 yılında imzalanan bu sözleşme neden 9 yıl sonra bu kadar tartışılıyor?
HİLMİ DEMİR: İstanbul Sözleşmesi kutsal bir metin değil, bu açıdan tartışılmasını yadsımak doğru değil. Ama tabii sözleşmenin imzalandıktan 9 yıl sonra tartışmaların odağı hâline gelmesi oldukça düşündürücü. Metin uzunca bir süre kadına yönelik şiddetin önlenmesi için Türkiye'nin aldığı çok önemli bir inisiyatif olarak kamuoyuna duyuruldu ve üzerine büyük bir konsensüs oluştu. Fakat nedense özellikle 2018'in ikinci yarısından sonra birden bire tüm kötülüklerin anası olarak üstelik metinde olmayan hususlar metne yüklenerek tartışılmaya başlandı. Bunun nedenleri üzerine hem sosyolojik olarak hem de bir yönlendirme ve manipülasyon olup olmadığı bakımından düşünmek gerekir. Sorun metnin tartışılması değil, metin üzerinden yürütülen ideolojik ve ötekileştirici dil. Metnin ülkedeki aile kurumunun yaşadığı krizlerin tek sebebi olarak gösterilmesi, cinsiyetsizliği meşrulaştırdığı, evlilikleri bitirdiği gibi hiçbir sosyolojik temeli olmayan bir üslupla eleştirilmesi biraz zihinleri bulandırıyor çünkü sosyal değişimlerin bir kanun metniyle bir anda gerçekleşmediğini, uzun süreçler gerektiren bir kültür dünyası içinde gerçekleştiğini her mürekkep yalamış okurun bilmesi gerekir. Hâl böyleyken eğer birileri aile gibi kurumsal bir yapının bir gecede bir kanunla değiştiğini iddia ediyor ve bu kanunu önemseyen muhafazakâr kadınları şeytanlaştırıyorsa amacının akademik ya da entelektüel bir çaba olmadığını çok açık söyleyebilirim. Peki, nedir derseniz elbette ben niyet okuyamam. Gördüğüm bu karşı çıkışın bir metinden daha öte anlamları olmalı. Yoksa hiç kimse bu kadar ciddi bir çarpıtmayı göze alamaz.
DERYA YANIK: Tartışmaların önemli bir sebebi sözleşmede yer alan kavram ve düzenlemeleri yanlış ya da eksik yorumlamaktan kaynaklanıyor. Bir de sözleşme üzerinden Türkiye'de sosyal ve siyasal sonuç elde etmek isteyenler var. Bu tartışmaları elbette tümüyle haksız ve yersiz kabul etmek mümkün değil. Yeni ihtiyaçlar, değişen toplumsal şartlar çerçevesinde yeniden ele alınır, gerekiyorsa değişiklikler yapılır hatta gerekiyorsa tümüyle ilga edilir. Bu anlamda İstanbul Sözleşmesi de herhangi bir hukuk metninin taşıdığı değerden daha fazla anlama sahip değil. Burada bizim için asıl olan kadına yönelik ve aile içi şiddetle mücadelede alınan mesafenin kaybedilmemesi, gelinen noktadan geriye düşülmemesidir. Bu anlamda elbette sözleşmenin amaca ne kadar hizmet ettiği konuşulmalıdır. Ancak maalesef yanlış tartışma başlıkları sözleşmeyle ilgili asıl konuşmamız gereken hususları hep perdeledi. Burada şunu da belirtmemiz gerekir. Dünyada eşcinselliği bir ideolojik aygıta dönüştüren, dayatma hâline getiren bir LGBT lobisinin olduğunu biliyoruz. Bu lobi, kadın ve insan haklarına dair her kavramı bir şekilde kendi lehine ve kendi ideolojik alanını genişletmek için manipüle etti veya etmeye çalıştı. Bu tecrübeler elbette bizleri bu manipülatif çabalara karşı hassas hâle getiriyor. Hepimiz ailemiz ve çocuklarımızın geleceği adına doğal olarak endişeleniyoruz. Bu endişeyi çok kıymetli bulmakla birlikte aşırı ve gerçeklikten kopuk olması da beraberinde başkaca problematikleri taşıyor. Burada bir dengeyi tutturmamız gerekiyor.
İnsanlar bu sözleşmede neyi anlayamadı ya da yanlış anladı?
DERYA YANIK: Sözleşmeyle ilgili tartışmalı birkaç başlık var ve bizim kanaatimizce bu başlıklarla ilgili endişelerin önemli bir kısmı yorum hatalarından kaynaklanıyor. Sözleşmenin kadına yönelik şiddetin temel sebeplerinden biri olarak kabul ettiği "toplumsal cinsiyet" kavramı bunlardan biri örneğin. "Toplumsal cinsiyet" kavramını, biyolojik cinsiyetin reddedilmesi, biyolojik cinsiyetten kaynaklı kadın ve erkek farklılıklarının inkârı (cinsiyetsizleştirme) şeklinde yorumlayan bir kesim var ülkemizde. Oysa sözleşmenin 3'üncü maddesinde yer alan "Tanımlar" başlıklı bölümde toplumsal cinsiyet ve kadına karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin ne olduğu çok açık biçimde tanımlanmış. Buna göre, "toplumsal cinsiyet, herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler olarak anlaşılacaktır." "Kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet" ise, bir kadına karşı, kadın olduğu için yöneltilen veya kadınları orantısız bir biçimde etkileyen şiddet olarak anlaşılacaktır." Madde metninde de görüldüğü üzere, sözleşme biyolojik cinsiyetleri ya da bunlara bağlı farklı fiziksel özellikleri değil; biyolojik cinsiyet farklarından bağımsız olarak toplumlar tarafından cinsiyetlere yüklenen olumsuz nitelemeleri reddediyor. Bu anlamda şunun da altını çizmek lazım; sözleşme toplumsal cinsiyet rollerinin de tamamını reddetmiyor, kadına yönelik şiddete meşruiyet sağlayan, buna zemin hazırlayan toplumsal cinsiyet etkisinin kaldırılmasını öneriyor.
Yine bir başka tartışmalı kavram "cinsel yönelim" ifadesidir. Bu ifade sözleşmenin 4'üncü maddesinin 3'üncü fıkrasında geçmekte ve tam metin şu şekilde: "Taraflar bu Sözleşme hükümlerinin, özellikle de mağdurların haklarını korumaya yönelik tedbirlerin, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hâl, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin edeceklerdir." Madde metninde açıkça şiddet mağdurunun kimliğine bakılmaksızın korunması gerektiği, herhangi bir ayırımcılığa maruz bırakılmaması gerektiği vurgulandığı hâlde, burada "cinsel yönelim" ifadesinin kullanılmasıyla eşcinselliğe meşruiyet sağlandığı, hatta hukuki bir statü kazandırıldığı, eşcinsellerin aile hukukundan kaynaklı başkaca taleplerde de (örneğin evlilik) bulunmasının yolunun açıldığı ve benzeri eleştiriler yapılmaktadır. Oysa sözleşme sadece şiddetin önlenmesi bağlamında değerlendirilmeli, hükümleri de bu çerçevede yorumlanmalıdır. Bir hukuk metni ancak vaz ediliş gerekçesi ve iyi niyet kuralları çerçevesinde yorumlanmalıdır. Aksi hâlde metinde olmayan, düzenleme amacını da içermeyen anlamlar yüklediğinizde hiçbir hukuk metni bu yanlış yorumlamalardan kendini kurtaramaz. Her metin bağlamından koparıldığında bir tehdit olarak algılanabilir.
Bir başka tartışılan konu ise "geleneğin kökünün kazınması" iddiasıdır. Bu da yine eksik ve yanlış yorum neticesinde varılan bir sonuçtur. Sözleşmenin 12'nci maddesinin 1'inci fıkrasında bu husus şöyle yer alır; "Taraflar kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır." Burada "kökünün kazınacağı" belirtilen durum kadınların daha aşağı düzeyde olduğunu dayatan, kadın ve erkek eşitsizliğine meşruiyet sağlayan geleneksel değer yargılarıdır.
Yine bir başka tartışmalı konu ise Sözleşmede "partner" kelimesi ile kabul edilen durumun evlilik dışı ilişkileri özendirdiği, buna meşruiyet sağladığı yönündedir. Sözleşmenin bir uluslararası metin olarak Avrupa Konseyi üyesi ülkelerde görülen şiddet vakalarına karşı bir önleyici tedbirler manzumesi olduğunu unutmayalım. Nitekim bazı Avrupa ülkelerinde nikâhsız birliktelikler de mevcut ve hatta yaygındır. Hâl böyle olunca bu tür durumlarda da karşılaşılacak şiddet vakaları da koruma kapsamına alınmıştır. Kaldı ki bizim ülkemizde de yakın geçmişe kadar yaygın olan "imam nikâhıyla evlilikler" kültürel olarak son derece meşru ve helal olduğu hâlde hukuk karşısında hiçbir geçerliliği olmayan evliliklerdi. Bu anlamda baktığınızda imam nikâhıyla evli bir çift de sözleşmenin kabul ettiği şekliyle "partner"dir.
Bu sözleşmenin "cinsiyetsiz toplum inşası" gibi bir hedefi olduğu ve aile kurumunu yok edeceği söyleniyor. Tüm bu ve buna benzer eleştiriler hangi maddelere dayandırılarak söyleniyor? Sözleşmenin içeriğinde böyle tehlikeler var mı gerçekten?
DERYA YANIK: Hiçbir sağlıklı aile bir hukuki düzenleme sebebiyle bozulmaz. Zira hukuk sonuçları düzenler. Sözleşme özelinde baktığımızda, ortada bir sorun yoksa, şiddet vakası yoksa, aile içinde güven ve huzur iklimi hâkimse zaten bu sözleşmenin düzenleme alanının muhatabı olmak söz konusu değil. Sözleşmenin şiddeti daha da artırdığı iddiasının da spekülasyondan öte bir anlamı yok bize göre. Hangi aklı başında insan bir sözleşme içeriğine kızarak eşine ya da çevresindeki kadınlara şiddet uygular Allah aşkına? Şiddet sebep ve dinamikleri psikolojik, sosyal, kültürel pek çok alanda değerlendirilmesi gereken, komplike çözüm yolları bulunması gereken bir olgudur. Bunu sadece bir sözleşmenin varlığına bağlamak gerçekçi olmadığı gibi bizi bir çözüme de götürmez. Önce sorunu doğru tespit edip onun üzerinden sonuçlarını ve çözüm yollarını konuşmalıyız diye düşünüyorum.
HİLMİ DEMİR: Sözleşme, üçüncü bir tür oluşturmaya ya da LGBT eğilimlerini hukuk normu olarak belirlemeye veya teşvik etmeye yönelik herhangi bir hüküm taşımıyor. Bu sözleşmenin eşcinsel yönelimlerin meşrulaşmasına sebep olduğu iddiası üzerinden yürütülen propaganda inanın daha fazla LGBT reklamı yapıyor. Bugün parayla yaptırılamayacak reklam İstanbul sözleşmesine karşı çıkanların anlamsız biçimde metne yükledikleri LGBT iddiaları sayesinde yapılır oldu. Google trend'den test edebilirler. 2018 yılına kadar kimsenin aklına gelmeyen LGBT bu tartışmalar sayesinde Google trend'de hızla yükseldi. Bir diğer noktada "toplumsal cinsiyet" meselesi. Sözleşme hukuki ve akademik metinlerin genelinde olduğu gibi içinde geçen kavramların tanımını 3'üncü maddesinde yapmıştır. Bu maddenin c fıkrasında; "toplumsal cinsiyet", herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler olarak" tanımlanmıştır. Bu cinsiyetin yok sayılması değildir. Erkek ve kadın olarak doğarız ama "erkek adam hovardalık yapar", "kadın erkeğin elinin kiridir", "kocandır hem sever hem döver" diye öğrettiğiniz şey işte bu cinsiyete yüklediğimiz anlamlardır. Metin bu yanlış anlamlara karşı çıkmaktadır. Dolayısıyla metinin geri kalanı konuşulmuyor bir iki kelime ile kıyamet koparılıyor.
Avrupa ülkelerinin bir kısmı bu sözleşmeyi istemiyor, bazıları da iptal ediyor. Bu da insanlarda soru işareti oluşturuyor sanırım. Bu konuda neler söylersiniz? Diğer ülkeler neden kabul etmiyor?
HiLMi DEMiR: En son Polonya örneği var değil mi? Öncelikle İstanbul Sözleşmesi, yalnızca sözleşmeye taraf devletlerin vatandaşı olan kadınlar için değil, sığınmacı ve hukuki durumu ne olursa olsun göçmen kadınlar için de koruma sağlıyor (m.59, 60, 61). Sözleşmenin 60'ıncı maddesi, toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin sığınma nedeni olarak kabul edilmesini öngörüyor, toplumsal cinsiyet temelli iltica başvurularını düzenliyor. İşte Polonya'nın ve sözleşmeden çıkmak isteyen devletlerin derdi tam da bu. Bildiğiniz gibi Avrupa Adalet Divanı, Polonya, Macaristan ve Çekya'nın, yeniden yerleştirme programı çerçevesinde alması gereken mültecileri kabul etmediği için AB yasalarını çiğnediğine karar verdi. Polonya hem mülteci almaya karşı direniyor hem de mültecileri geri gönderiyor. Bu nedenle İstanbul Sözleşmesi'ni sığınmacı kadınlar için bir çerçeve sözleşme kabul ettiğinden ve Polonya'ya yükümlükler yüklediğinden çıkmak istiyor. Söylem sözde cinsiyetçi yönelimler ve aile değerlerini savunmak olsa da asıl amaç mültecilere karşı sert politikalarını deldirmemek. İstanbul Sözleşmesi'ne karşı çıkanların Polonya örneğini vermeleri bu açıdan oldukça düşündürücü… Faşist ve ırkçı politikaları savunan ve mültecilere karşı sınırlarını kapatan ve mülteci kabul etmemek için bu sözleşmeden çıkan bir ülke bizim örneğimiz olabilir mi?