Bölüm I
Whatsapp mesajını yazan Lacivert Dergi'nin Genel Yayın Yönetmeni idi.
"-Montesquieu'yü tanır mısın?" diye sordu.
"-Şu bizim kuvvetler ayrılığını ortay a atan, siyaset sosyolojisini kuran, karşılaştırmalı hukuk ve yönetim araştırmalarını icat eden 18 Ocak 1689'da doğup 10 Şubat 1755'te ölen Fransız düşünürü Montesquieu'yü mü?"
Amacım GYY'yi bilgi taarruzu ile etkilemekti elbet. Ama olay umduğum gibi gelişmedi:
"-Evet, o Montesquieu! Ama bir siyasal düşünür olarak değil, melankolik hiciv yazarı olarak. İran Mektupları'nı okudun mu?"
İnsanın kısmeti kesildiği zaman, soru, en az beş kitabını okuduğunuz bir Fransız filozofunun adını bile bilmediğiniz kitabından gelir! Ne yapabilirdim? Biraz geç yanıt vererek ve bu arada o mektuplardan birkaçını okuyup, "Evet okudum!" deme imkânı bulabilirdim.
İran Mektupları (orijinali adıyla Lettres Persanes) 1721'de yazılmış; yayınlanmış. Bizim Montesquieu o zaman ne baron, ne de Montesquieu! Bildiğimiz Charles. Ailesinin adıyla Charles de Secondat. Yasaların Ruhu, Roma'nın Üstünlüğü ve Sebepleri, "L'Esprit des lois"nın Savunması gibi kitaplar ve La Brède ve Montesquieu baronu sıfatı çok sonra gelecek. Lakin Brède baronun yeğeni olarak dünyaya gelen, bir eli balda, bir eli kitaplarda olan Charles, okulda iken o hukuk ve siyaset felsefelerine vücut verecek olan fikirleri oluşturmaya başlamışmış. Bu arada 'ulusal melankoli' denen bir şey gözlemlemiş. Öyle ki, yaptığı melankoli tanımı, hem daha sonra yazacağı Düşüncelerim kitabına girmiş, hem de Diderot'nun Ansiklopedi'sine:
"-Üzerinde yaşadığımız küre o kadar yoğun ve o kadar mükemmellikten uzak ki, bunun karşısında hissettiğimiz acz, zafiyet ve hoş görememe hali bizi melankolik yapıyor."
İnsan, yaşadığı ortam ve insanlık hakkında bu kadar temelden bir eleştiri getiriyorsa, o zaman yapacağı şey nedir? Sosyal eleştiri kitabı yazmak. Adam olacak her çocuk gibi, filozof olacak Charles da bir tarafından belli olduğu için, güya İran'dan Avrupa'ya geziye gelmiş, dört-beş Farisi'nin ağzından 161 adet mektup kaleme almış. O tarihte 'mektup roman' modası var Avrupa'da. Charles, elinin altındaki bütün kaynakları kullanarak o zamanın Osmanlısı'ndan, İran'ından, Afganistan'ından bir kişiler ve kişilikler harmanı yapıyor ve o şahısların ağzından, Fransız toplumunu kendi çevresinden başlayarak soylulara, din adamlarına, dindarlara, dinsizlere varıncaya kadar kendine ters gelen ve melankoli veren her şeyi yazıyor.
Yazıyor yazmasına ama kitaba adını koymuyor. Kitap o zamanın moda deyimi ile 'taze ekmek gibi' satılıyor. Bu kadar şöhret (ve para) sahipsiz mi kalsın? Charles, ikinci ve sonraki baskılara imzasını atıveriyor.
Bölüm II
Bu noktada bu muhabiri, Umberto Eco'yu da sarmış olan melal sarıyor. GYY'den derginin Melankoli sayısının tezgâha konmasına daha bir süre olduğuna göre birkaç gün izin vermesini rica ediyorum ve ver elini Gaskonya…
Coğrafyanız lisedeyken ne vaziyetteydi bilemeyeceğim ama Fransa'yı gözünüzün önüne getirin; üçte iki aşağı inin, İspanya sınırına yaklaşın. Bordeaux şaraplarının üretildiği bölgeye geleceksiniz. Bu bölge halkının kendilerini bütün Fransa'da belli eden bir peltek aksanı vardır ve bir de çok cimridirler. Hadi 'aşırı tutumlu' diyelim. Çünkü Baron de Montesquieu'nun Gaskonya'da kıtlık zamanlarında birçok cömertlik öyküsü vardır. Bir de Baron de Montesquieu'nun istediği zaman Gaskonya aksanını bırakıp gerçek bir Parisli gibi konuştuğu söylenir.
Umberto Eco, Gülün Adı romanını yazacağı zaman, kalkıp Ortaçağ'dan kalma tarihi bir labirent kütüphanede, keşişlerin yazdığı yakası açılmadık anıları, roman taslaklarını, mektup parşömenlerinin yangınlardan kurtulan parçalarını incelemiş ve bir Ortaçağ cinayetini nasıl aydınlatmışsa… Derler ki, Gülün Adı'ndaki labirent, dünyaya kinayedir ve bir yerinden bakarsan çok geniştir; dönüp geldiğinde daralmıştır ve aslında Eco böyle bir araştırma filan yapmamış; kalemlerin ucunu inceltip, kağıt destesini de önüne çekip başlamıştır kafadan yazmaya…
Fransız milleti Ortaçağ keşişlerinin pabucunu dama attırırdı arşivcilikte ve kütüphanecilikte. Eğer Charles (daha Baron de Montesquieu olmadığı çağlarda) "Farisi seyyahların 161 adet mektubunu buldum" diyorsa bulmuştur. Ve daha dikkatli bir gözle araştırılırsa, muhtemeldir ki, bu mektuplardaki melankolinin geldiği yerde daha çok melankoli vardır. Dünyada melankoli biter mi?
O halde şu Lettres Persanes kitabında bahsi geçen Fars seyyahlar Özbek ve Riko'nun mektupları bu kadar az olmamalı. Yazar da ilk sunuş yazısında; "Bu ilk mektupları, halkın tepkisini öğrenmek için seçtim. Çantamda bu mektuplardan daha bir sürü var; sonra bunları da yayınlayabilirim" demiyor mu?
1711'de İsfahan'daki haremini bırakıp yola çıkan Özbek, Erzurum'a, İzmir'e ve oradan Paris'e ulaşıyor. Edebiyat tarihçilerinin anlatımıyla, "İran'ın mahrem gizliliklerinden uzakta, Paris sokaklarında, göğe tırmanan binalar arasında Fransa'nın namahrem güzelliklerini keşfediyor." Rika ise daha genç ve Özbek'in koruması altında.
Derler ki, bu iki karakter gerçek insan değil 'tip' sayılmalıdır. Özbek, bizzat Montesquieu'dur; Rika da onun yanında bulunan veya koruması altındaki bir gençtir. Biz işe Charles'in içinde daha çok mektup olduğunu söylediği 'çanta' ile başlayalım.
Montesquieu'nun şatosu duruyor ama içindeki çok şey atılmış, müzelere dağıtılmış. Elde kalmış olanlar üniversiteye verilmiş. Demek ki işe oradan başlayacağız.
Dünyanın her tarafında üniversitelerin güzel tarafı, ana kapıdan bir şekilde girdikten sonra kimsenin size "nereye?" dememesidir. İçeri giriyor ve kitaplığı buluyoruz. Kitaplık, aydınlık ve bol camlı bir bina. Depo kısmına inen merdivenleri ayıran kapı ise aralık duruyor! Nitekim kolayca giriyoruz ve henüz tasnif bekleyen belgelerin bulunduğu sandığa ulaşıyoruz.
Şimdi bu bölümdeki söylemlerime bakarak ve bana güvenerek aynı yöntemi kullanacak olan okurlara hemen bir uyarıda bulunayım ki sonra bir sıkıntı çıkmasın: Yazarın yazdığını okuyun, yaptığını yapmayın!
Birkaç sandık sonra aradıklarımıza kavuşuyoruz ve Charles'ın iddia ettiği gibi 161 mektuptan sonrasının bulunduğunu belirliyoruz.
Bölüm III
İsfahanlı seyyahların (veya Montesquieu'nün) mektupları Türkçeye üç ayrı kişi tarafından çevrilmiş ve iki ayrı yayınevi tarafından yayınlanmış. Ahmet Tarcan ve Uğur Yönten'in çevirisini Ark Kitapları, Berna Günen'in çevirisini İş Bankası Kültür Yayınları yayınlamış. Tarcan ve Yönten'in çevirisiyle ilk mektubu örnek olarak sunayım ki, daha sonra benim çevirdiğim mektupların orijinalliği ile ilgili fikriniz olsun:
Birinci Mektup: Özbek'ten İsfahan'daki arkadaşı Rustan'a
Kum şehrinde yalnızca bir gün kaldık. Azize'nin mezarı başında dualarımızı yapıp yolumuza devam ettik. Ayrılışımızın 25'inci günü, Tebriz'e vardık.
Ben ve Rica, büyük fedakârlıkla ilim peşinde koşmak ve bilim aşkı için asude bir hayatın nimetlerini bırakıp giden ilk İranlılarız. Dört başı mamur bir krallıkta doğup büyüdük ama hiçbir zaman bu krallığın sınırlarının bilgilerimizin sınırı olduğuna ve Doğu güneşinin sırf bizi aydınlatmak için doğduğuna inanmadık.
Bu yolculuğumuz hakkında neler konuşulduğunu bana yaz, ama lütfen bana yağ çekme, fazla alkışlara hiç itibar etmem. Mektubunu, bir süre kalacağım Erzurum'a yolla.
Tebriz. 15 Sefer 1711
Montesquieu, mektupları Farsçadan Fransızcaya çevirttirmiş ama tarihlerdeki ay isimlerini olduğu gibi bırakmış!
Gelelim bizim bulgularımıza. Orijinal kitapta 161'de kesilen mektuplara devam edelim:
Mektup 162: Özbek'ten İsfahan'da Mirza'ya:
Sevgili Mirza;
Paris bütün Avrupa'nın merkezi olduğu cihetle her gün bir köşeden haber alıyoruz. Stockholm adıyla kuzeyde bir kent var. Bu kentte garip bir adet varmış. Burada insanlar kendilerine eziyet eden, hatta işkence eden, hatta esir edip bir yere kapatan kişilere âşık olurlarmış. Buradan aldığım bir habere göre, Ahmed adında bir şeyh kendisini hapislere attıran bir başka şeyhe âşıkmış mesela. Bir zamanlar kendisini hapislerde süründüren insanların üslubuna kadar, bütün cedel marifetlerini benimseyip, onları bu kez işkenceci şeyhe karşı mücadeleye giren beylerbeyine karşı kullanmaya başlamış. Bu Stockholm melankolisinin esir alanla esir alınanın esaret boyu geçirdikleri samimi, yakın, özel, kişisel, gizli, içli dışlı, sıkı fıkı sürenin bir sonucu olduğu söyleniyor. Bu kuzeyliler garip insanlar doğrusu.
Gözlerinden öperim.
Mektup 163: Özbek'ten İsfahan'da Mirza'ya:
Hep buraların garipliklerini anlatır oldum ama bitmiyor ki gariplikleri. Bu hafta da bir grup üniversite hocası bizi yemeğe götürdü; hepimizden önce gitmiş orada oturan birini görünce, hocalar "Bu adamda FOMO var" dediler. Bir şeyleri kaçırma korkusu imiş bu. Bunu, bazı ceridelerde yazar-çizer olarak çalışan bazı kişilerin şehir muhafızlarının bir cerideciyi bir sebeple yakalayıp içeri atması üzerine, topluca muhafızların dairesine gidip "Bizi de alın, bizi de alın" diye bağırmaları üzerine keşfetmişler. Bir tür asrî melankoli olsa gerek.
Hocalar dikkatle bakınca görmüşler ki, bu kişilerden bazılarında esasen içeri alınmamış olmaktan dolayı bir tür utanç var arkadaşlarına karşı. Mesela çalıştığın ceridenin çaycısı bile gözaltında; sen değilsin! "Benim neyim eksik?" diye bağırıp çağırmaya başlıyorsun. İçinden de biliyorsun ki şu yazdıkların ve çizdiklerinle seni tutuklamaları mümkün değil; çünkü sen aslında tutuklanmaktan korkuyorsun ve onun için acayip dikkatli yazıyor ve çiziyorsun, ki yasaları ihlal etmiş olmayasın. Ama toplantılarda filan söylediğin hep bu: Şimdi sıra bende. Şimdi beni tutuklayacaklar.
Mektup 164: Rica'dan Tebriz'de Ibben'e:
Güzelim imparatorluğumuzu bırakıp bu Özbek'in peşinde Avrupalarda süründüğüme nasıl pişmanım! Ama artık çok geç. Yazdığım şiirleri de sana yolluyorum. Bunları orada yayınlat; sağlanan satış gelirlerini de diğer kazançlarımın üstüne koy. Yolda, Trabzon'dan İzmir'e kadar bir şaire takıldık. Haftalarca başımızı şişirdi. Yok, yazdıkları şiirleri yayınlatamıyorlarmış; yok yayınlansa bile hemen çok ucuza korsan baskıları çıkıyormuş. Doğru dürüst yayın imkânı bulan da satışların azlığından yakınıyordu; herkes video diye bir şeyin peşine takılmış; artık doğru dürüst kitap okuyan kalmamış! Ne garip ülkeler var yerkürenin üzerinde.
Mektup 165: Özbek'ten Venedik'te Rhédi'ye:
Sevgili kardeşim; Venedik hükümetinin Cenevizlilere karşı topyekûn savaş açtığını öne sürdüğün mektubu aldım. Sen manyak mısın? Venedikliler 1000 yıldır, belki de daha uzun süredir Cenevizlileri kardeş bilirler. Belki birkaç Cenevizli tüccarı, ticarette hile-hurda yaptıkları için içeri atmış olabilirler. Bunu bir gazetede yazmak varken, bildiri yayınlayıp, bütün ülkeyi, bütün halkı öteki halka savaş açmakla nasıl suçlarsın? Sonra da tutmuş ağlayarak mektup yazmışsın, "Herkesi işinden okulundan attılar; beni atmadılar" diye. Sen hakikaten üşütmüşsün. Senin derdin Cenevizlileri savunmak filan değil, içeri girip sözde kahraman olmak! Ama yememişler Venedikliler. Dua et; şükret, salak!
Mektup 166: Faran'dan, Efendisi Özbek'e:
Muhterem efendim; tarifsiz elemler içindeyim. Tavsiyeleriniz doğrultusunda, Tahran Üniversitesi'nde doktora yapmaya başladım ve yüksek önerileriniz doğrultusunda tezimi seçtim ve araştırmamı bitirdim. Lakin kaleme aldığım metin, Alâ Tahsil Encümeni Doktora Zabitanı tarafından reddedildi. Kahroldum. Neymiş? Devlet-i Aliye-i Farisi'nin temel ilkelerini tıngır mıngır ediyormuşum. Yahu ben kim, Devlet-i Farisi kim? Bu melankoli beni intiharın eşiğine getirdi.
Mektup 167: Özbek'ten İsfahan'da Faran'a
Elinde olaydan yıllarca sonra uydurulmuş sahte mektuplardan başka bir belge olmadığı halde Devlet-i Farisi'nin kendi halklarını bile-isteye katliama tabi tuttuğunu öne sürerken düşünseydin bunu. Ağlama şimdi…
Mektup 168: Rica'dan Özbek'e:
Patron, memlekette bizim Halk İştirakiyyun Fırkası yine seçimi kaybetmiş. Gelen mektuplar feci. Fransızlardan bir yardım istesek mi?
Mektup 169: Özbek'den Rica'ya:
Bırak ağlasınlar. Bu adamlar Adnan Şah'tan bu yana seçim mi kazandılar ki şimdi kazansınlar. Bunların bu derdi bitmez; aynı şeyi yaparlar ve farklı sonuç alacaklarını zannederler. Geçen gün tanıştığımız Avusturyalı genç, Aynştayn mıydı, neydi adı? Bu duruma bir isim takmıştı: Aptallık melankolisi mi diyordu. Enayilik mi? Hiç bitmez bunların bu sendromu.
Bölüm IV
Evet, gerçekten daha çok mektup var Baron Montesquieu'nün keşfettiği. Ama şimdilik bu örnekler yeter sanırım.