Kendisi de kanser hastalığına yakalanmış olan Susan Sontag’ın Metafor Olarak Hastalık - AIDS ve Metaforları isimli iki bölümden oluşan kitabı, hastalıklar ve özellikle de kanser üzerine yazılmış en sıra dışı kitapların başında sayılmaktadır.
Sontag kitapta tüberküloz ve kanser hastalıkları etrafında şekillenen ve birkaç yüzyıldır değişim içerisinde olan söylemleri, tanımlamaları, metaforları ve modern toplumun hastalık algısını inceliyor. Kanserin metafor olarak kullanımları ve kanseri tanımlarken kullanılan metaforlar, bunların edebiyat eserlerinde, siyasetçilerin konuşmalarında, iktisadi ve askerî jargonda yer etmiş örnekleri kitabın büyük bir kısmını oluşturuyor.
19'uncu yüzyılda tüberküloz, 20'nci yüzyıldan sonra da kanser, insanlığın baş düşmanı olarak anılmış, yok edilmesi gereken musibetler olarak görülmüştür. Bu iki hastalık etrafında oluşan mitlerin birçok ortak noktası olmakla birlikte kanser tüberkülozdan çok daha korkutucu bir hastalık olarak algılanmıştır. "Tüberkülozun görece acısız bir hastalık olduğu düşünülmüştür. Kanser ise değişmez biçimde müthiş azaplar veren bir hastalıktır. Aynı şekilde tüberkülozun kolay bir ölüm sunduğu farz edilirken, kanser çekilmez derecede sefil bir ölüm vaat etmektedir. Tüberküloz 100 yılı aşkın bir süre, ölüme bir anlam katmanın tercihe şayan yollarından biri (görkemli, zarif bir hastalık) sayılmıştı. Nitekim 19'uncu yüzyıl edebiyatı, özellikle genç insanlarda, tüberkülozdan kaynaklanan ve neredeyse hiçbir semptomun gözlenmediği, kimsenin korkup ürkmediği, ölümü huzur içinde karşılayan sonlarla doludur. Örneğin Dickens, Nicholas Nickleby'da tüberkülozu, ölümü 'incelten' 'korkunç hastalık' olarak anlatmıştır." İnsana soyluluk katan, dingin ve sakin tüberküloz ölümlerini, kanserden dolayı utanç verici bir şekilde ve ıstıraplar içinde ölen roman ve film karakterleriyle karşılaştıran Sontag, "Ölmekte olan bir tüberkülozlu, daha güzel ve etrafına daha duygu saçan bir çehreyle resmedilirken, kanserden ölmekte olan kişi, korkudan ve acıdan acz içine düşmüş, her türlü aşkınlık yeteneğini kaybetmiş bir tabloyla tasvir edilmektedir" diyor.
Sontag, tüberkülozla kanserin, ölümcül olan diğer hastalıklardan çok daha ağır birer musibet olarak algılandığını söylüyor: "Bu hastalıklar, ölümün kendisiyle özdeşleşmiştir." Fakat tüberküloz ölümü incelten bir hastalık olarak romantikleştirilmiştir. Bunun en önemli nedeni ise tüberkülozun aşırı tutkudan kaynaklanan bir hastalık olduğunun düşünülmesidir. Sanatçıların, bohem hayat yaşayan aşırı tutkulu kişilerin karizmatik hastalığı olarak görülmüş, tüberkülozlu hastaya saygılı bir merhametle yaklaşılmıştır. "Tüberkülozlu olmak, 18. yüzyılın ortalarına gelindiğinde romantik olma çağrışımlarını edinmiş durumdaydı." 19'uncu yüzyılda ise hastalık daha çok dış görünüşle dikkat çekmeye başlar. "Veremli olmak, bir görünüş şekli olarak anlaşılıyordu ve görünüş, 19. yüzyıl adabının temel taşlarından biri olmuştu. İştahla yemek yemek artık bir kabalık işaretiydi. Hasta görünmek insana bir cazibe katıyordu." Sontag, tüberkülozun romantikleştirilmesinin, benliği bir imaj olarak öne çıkaran modern yönelişin ilk yaygın örneği olduğunu söylüyor. "Tüberkülozlu görünüş, bir seçkinlik ve asalet belirtisi sayılmaya başlandığı için çekici bulunmak zorundaydı."
Günümüzde kansere yüklenen yüzlerce sebepte olduğu gibi, 19'uncu yüzyılda tüberkülozun da şehir hayatından ve 'duygulardan' kaynaklandığı düşünülüyordu. "1881'de, yani Robert Koch'un tüberkül basilinin keşfedildiğini açıklayan ve hastalığın esas sebebinin bu olduğunu ortaya koyan tebliğini yayınlamasından önceki yıl, standart bir tıp ders kitabında tüberkülozun sebepleri olarak şunlar gösterilmekteydi: Kalıtsal yatkınlık, vücudu olumsuz etkileyen iklim koşulları, masa başı işlerde ya da kapalı mekânlarda süren bir hayat, eksik havalandırma, ışıksızlık ve yılgınlığa yol açan duygular." Mutlu bir hayat sürdüren insanların ruh halinin hastalığı def edeceği fantezisinin, enfeksiyonun doğası anlaşılmadan önce enfeksiyondan kaynaklanan bütün hastalıklar için kök salmış bir inanış olduğunu söyleyen Sontag, modern dönemde, başka her şeyi olduğu gibi hastalığı da psikolojik zeminde açıklamaya yönelik bir eğilim olduğunu belirtiyor. "Freud ve Jung'dan itibaren ortaya çıkan psikolojik düşünme tarzının büyük kısmında, ölüme karşı geçici bir zafer kazanılabileceği vaadi örtük biçimde bulunmaktadır. 'Fiziksel' bir hastalık, 'zihinsel' bir hastalık sayılabildiği ölçüde daha az gerçek (ancak buna karşılık, daha ilginç) olmaktadır. Modern dönem boyunca yapılan spekülasyonlarda istikrarlı bir şekilde akıl hastalığı kategorisinin genişletilmesi eğilimi gözlenmiştir. Gerçekten de bu kültürde ölümün yadsınmasının önemli bir kaynağı, genelde hastalık kategorisinin muazzam derecede genişletilmesidir."
Sontag, kanserin ileri sanayi toplumlarında ölümle yüzleşmenin ne kadar zorlaştığını gösteren bir hastalık haline geldiğini söylüyor. Ölüm artık, incitici derecede anlamsız bir olay şeklinde değerlendirilmekte olduğundan, yaygın biçimde ölümle eş anlamlı sayılan bu hastalık da, mutlaka etraftan saklanması gereken bir musibet olarak yaşanmaktadır. "Herhangi bir hastalığa sadece bir hastalık olarak değil de bir kötülük, baş edilemez bir yağmacı gözüyle bakıldığı sürece, kanserli hastaların çoğunun, nasıl bir hastalığa yakalandıklarını öğrendiklerinde fiilen moral çöküntüsüne uğramaları kaçınılmazdır. İşte bu noktada çözüm, kanserli hastalara gerçeği söylemekten vazgeçmek değil, tersine, bizzat 'hastalık anlayışı'nı, gizemli örtüsünden arındırarak düzeltmekte yatmaktadır."
Kitap, doğal olmayan bir şeymiş gibi, hayatın ve insanın en büyük düşmanı olarak görülen hastalıklara yönelik 'savaş' söylemlerinin ağırlıklı olarak 18'inci yüzyıldan sonra ve Batı'da üretildiğini fark etmemizi ve kendi hastalık anlayışımızın ne olduğu üzerine düşünmemizi sağlıyor.