Turgay Bakırtaş: Doğumla başlayan büyü: Koku

Doğumla başlayan büyü: Koku
Giriş Tarihi: 4.01.2016 17:26 Son Güncelleme: 4.01.2016 17:27
Turgay Bakırtaş SAYI:20Ocak 2016
Zihnimizin kokuyla ilişkisinin birkaç farklı ve ilginç yönü var. Bunlardan ilki, kokunun yoğunluğu ile onu ‘güzel’ ya da ‘çirkin’ olarak algılamamızdaki ilişki. Mesela ‘Indole’ denilen molekül hem beyaz çiçeklerde, hem de çürümüş ette bulunuyor. Bu molekülü yoğun olarak kokladığımızda son derece rahatsız olurken, binde bir oranında seyreltildiğinde bir çiçek kokluyormuş hissi yaşıyoruz. Çoğumuzun yıllar içinde defalarca duyduğu, hatta yer yer bu hikâyelere binaen zikrettiği bir cümle bu. Net bir kaynağı olmayan ezberlere dayanıyor biraz, evet, ama gerçeklik payı da yok değil.

1800'lerin ilk yarısında başlayan Sanayi Devrimi sonrası, Londra başta olmak üzere Avrupa şehirlerinin nüfusu hızla iki, üç katına çıktı. Böylesine çabuk ve beklenmedik ölçüde gerçekleşen nüfus artışına şehirler hazırlıksız yakalandı. Hâlihazırdaki yetersiz altyapıya yüzlerce büyük fabrikanın atık ve dumanlarıyla çöp yığınları eklenince sokaklar yürünmez bir hal aldı.

'Altyapı' dedim ama bundan o dönemde bugünkü gibi bir altyapı sistemi olduğu sonucu çıkarmayın. Örneğin İngilizler, alışkanlıkları gereği büyük abdestlerini kapların içine yapıyor, daha sonra da bunları ya doğruca sokağa ya da bunların biriktirildiği çukurlara atıyordu. Sanayi Devrimi'ne kadar sorun edilmeyen bu durum, nüfusun patlamasıyla birlikte (ölen hayvanların sokaklarda çürümesiyle oluşan kokuyu da ekleyin) korkunç, dayanma sınırının çok üzerinde bir aşamaya geldi. Öyle ki 1858 yılında Londra'da yer alan İngiliz Parlamentosu'nun yerinin değiştirilmesi dahi teklif edildi ve bu yıl tarihe 'The Great Stink of 1858' (1858'in müthiş kötü kokusu) olarak geçti.

İşin tuhafı, İngilizler artık katlanamadıkları kokuya ve Thames Nehri'nin üzerinde yangınlar çıkmasına sebep olan pisliğine rağmen bunu yok etmek için adamakıllı girişimlerde bulunmamış. Düşündükleri birkaç geçici çözüm ise ciddi bir iş kolu olan 'gübre çöpçülerinin' direnişiyle karşılaşmış. Ta ki salgın hastalıklar (özellikle kolera) kitlesel ölümlere sebep oluncaya ve ölümlerin nedeninin mevcut pislikler olduğu kabul edilinceye kadar.

Kendi parfümünü yapmak

Buraya kadar anlattıklarımı Vedat Ozan'ın harikulade çalışması Kokular Kitabı'ndan öğrendim. Vedat Ozan, Türkiye'de neredeyse kimsenin üzerine eğilmediği 'koku' alanında otorite haline gelmiş bir isim. 1959 doğumlu yazar, gençlik yıllarında meraklı olduğu parfümler konusunda araştırma yaparken, bir gün 'Neden kendi parfümümü kendim yapmıyorum' diyerek, bu işin teknik tarafıyla ilgilenmeye başlamış. İnternetten ve az sayıdaki yazılı kaynaktan öğrendikleri merakını tatmin etmeye yetmemiş. Bu kez de kokuyla ilgili akademik tezlere ve bilimsel araştırmalara yönelmiş. Teknik olarak yetersiz kaldığı noktalarda biyomühendislik okuyan oğlundan yardım/destek almış.

Ozan'ın gittikçe derinleşen okuma ve araştırmaları kendisini oldukça geliştirmiş geliştirmesine ama bu kez de koku üzerine konuşacak, tartışacak kimseyi bulamamanın sıkıntısını çekmeye başlamış. O günlerde, Açık Radyo'nun yayın yönetmeni olan arkadaşı Jak Kohen'e "Kokunun kocaman bir tarihi, ekonomisi, sosyolojisi, psikolojisi var; bunları anlatacağım ve varsa benim gibi meraklılara ulaşacağım bir program yapmak istiyorum" demiş. Bir demo kaydının ardından da programa başlamış.

Açık Radyo'da tam 154 hafta devam eden program, Kokular Kitabı'nın iskeletini oluşturuyor. Yazarın, kitabının önsözünde anlattığına göre kitap fikrine uzak olmasına rağmen daha o zamanlar program kayıtları bir gün kitaplaşacak formatta arşivlenmiş. Akabinde de dört cilt olarak tasarlanan külliyatın ilk cildi için çalışmalar hızlandırılarak bugün elimizde tuttuğumuz eser yayımlanmış.

Dolaysız duyu

Beş temel duyumuzdan biri olan kokuyu, diğer dördünden ayıran önemli bir özellik var. Kokular, beynimizin 'limbik sistem' denen bölgesinde işleniyorlar. Bu bölge aynı zamanda öfke, merhamet, beğeni, saldırganlık ve haz benzeri duygularımıza da ev sahipliği yapıyor. Dokunma, görme, işitme ve tatma duyularımız da bir biçimde limbik sisteme ulaşıyor ama doğrudan değil; önce bu sistemin parçası olan Thalamus'a gidiyor, orada birtakım işlemlerden geçtikten sonra aktarılıyorlar. Dolayısıyla koku, burnumuzdan girer girmez doğrudan bir duygunun uyanmasına sebep oluyor.

Elle tutulup gözle görülmediği için genellikle soyut bir kavram olarak algılanmasına rağmen aslında koku da son derece somut bir kavram. Ozan, koku alma sürecini şöyle tarif ediyor:

"Nefes alırken çevremizdeki koku kaynaklarından burnumuza süzülen koku molekülleri, hava ile birlikte burnumuzun içinden süzülerek, üst kısmındaki reseptörler, yani alıcılarla karşılaşıyor. Bu öyle sandığınız gibi pek de uzun süren bir karşılaşma-tanışma işlemi değil. Kabaca her molekül, burada bir tekil alıcıya, sanki bir yapboz oyunu parçası gibi uyarak yerleşiyor. Bu hücreler de buradan koku algısı sinirleri (olfactory nerves) vasıtasıyla beynimize fiziksel uyarılar gönderiyor. Beynimiz de bunları hafıza veri tabanımızdan tarayarak, ne olduklarına dair bize bilgi veriyor. Kısaca, koku sistemimiz, havadaki kokuları alarak bunları sinirsel uyarılara veya mesajlara dönüştürerek beynin ön kısmındaki merkeze yolluyor."

Semavi mi şeytani mi?

Kokunun neden soyut bir kavram olarak algılandığıyla ilgili de birçok bilgi veriyor Ozan. Bunların en dikkat çekici olanı, hayatımızdaki başka birçok eylemin de ana belirleyicisi olan 'din' faktörü. Birçok inanç sisteminde güzel kokular semavi olanla, meleklerle, peygamberlerle ilişkilendirilirken, kötü kokular da günahla ve şeytanla birlikte anılıyor. Örneğin, Fas'ta yaşayan Berberîler arasında, gaz çıkarmak toplumsal bir ayıplanmanın ötesinde, 'melekleri kör ettiği için' utanç vesilesi sayılıyor. Günnük ağacı, gül veya portakal çiçeği kokusunun ise şeytani güçleri kovarak iyiliği çağırdığına inanılıyor.

Zihnimizin kokuyla ilişkisinin birkaç farklı ve ilginç yönü var. Bunlardan ilki, kokunun yoğunluğu ile onu 'güzel' ya da 'çirkin' olarak algılamamızdaki ilişki. Mesela 'indole' denilen molekül hem beyaz çiçeklerde, hem de çürümüş ette bulunuyor. Bu molekülü yoğun olarak kokladığımızda son derece rahatsız olurken, binde bir oranında seyreltildiğinde bir çiçek kokluyormuş hissi yaşıyoruz.

Koku algımızla ilgili diğer bir ilginçlik de koku hafızamızın oluşumuyla alakalı. Vedat Ozan, 'ilk koku hafızası' denilen dönemin doğumdan sonraki 40 dakika içinde başladığını, bu sürede algılanan kokuların kızgın bir damga gibi beynimize işlenerek kişiliğimizi şekillendirdiğini söylüyor.

"2007 yılında yapılan bir deneyde, bebeklere daha önce hiç duyma şansları olmadıkları yepyeni bir koku 30 dakika boyunca koklatılıyor. İki grup bebek seçiliyor bunun için. Doğumu gerçekleşeli dört dakika olmuş bebekler ve doğumunun üzerinden 12 saat geçmiş bebekler. Birkaç gün sonra bu yeni koku tekrar koklatılarak tepkilerinden tanıyıp tanımadıkları ölçülüyor. Doğumdan hemen sonra bu yeni kokuyu duyan bütün bebekler, kokuyu hisseder hissetmez tepki vermeye başlıyor."

Stasi'nin 'kokulu' fişlemeleri


Ozan'ın kitabında kokuyla ilgili o kadar fazla detay var ki okuyucu "Sanırım mevzuyu anladım" dediği her anda yeniden şaşırıyor. Bu detayların tamamı konuların akışıyla doğrudan ilgili değil elbette. Yazar bu sorunu, kitabın içine irili ufaklı kutucuklar yerleştirerek çözmüş. Kutularda konuyla ilgili, müstakil olarak da okunabilen, gündelik hayata, sinemaya, edebiyata, tarihe atıf yapan metinler yer alıyor.

O metinlerden biri de 'Stasi'nin Koku Müzesi'. İzleyenler hatırlayacaktır, 2006'da yabancı dilde en iyi film dalında Oscar kazanan Das Leben der Anderen (Başkalarının Hayatı) filminde dikkat çekici bir sahne vardı. Bu sahnede, sorgulanmak üzere Stasi (Alman Devlet Güvenlik Bakanlığı) merkezine çağrılan kişiler, avuçlarını içleri aşağı bakacak şekilde kalçalarının altına sokarak oturtuluyordu. Kışkırtıcı bir sorgulamanın ardından, avuç içlerinin temas ettiği kumaş hava sızdırmayan bir kavanoza yerleştirilerek etiketlendiriliyor, sonra da ihtiyaç halinde kullanılmak üzere arşive kaldırılıyordu.

'İlk biyometrik fişleme' örneklerinden biri kabul edilen 1960'lardaki bu uygulamaya yakın dönemde tekrar başvurulmuş. Der Spiegel'in haberine göre 2007 yılında Almanya'da düzenlenen G-8 zirvesi öncesinde güvenlik birimleri, olası protestocuları Stasi yöntemiyle fişlemeye çalışmış. Bazı 'bilindik' protestocuların kapısını çalan polis, şüpheli isimlere metal bir çubuk uzatarak bunu bir süre tutmalarını istemiş, sonra da o çubukları etiketleyip götürmüş.

Kokuyla ilişkisi araştırma, radyo programı ya da kitapla sınırlı olmayan, düzenlediği 'koku atölyeleri' ile insanları koku dünyasının sırlarıyla tanıştıran Vedat Ozan'ın kitabı, dünyada geç keşfedilmiş, Türkiye'de ise hâlâ kapalı kutu olan bu sahaya adım atmak isteyenler için çok iyi bir rehber. Umarım yazar sıradaki ciltler için okurlarını fazla bekletmez.
BİZE ULAŞIN