“Bizden ya da bizden olmayanlara karşı bir sempati besleyemezsek nasıl insanlar oluruz? En azından bazı anlarda kendimizi unutmayı başaramazsak nasıl insanlar oluruz? Yaşadıklarımızdan ders çıkarmayı bilemezsek nasıl insanlar oluruz? Ya affetmeyi bilmezsek? O zaman olduğumuzdan başka bir şey haline gelmez miyiz?”
Günümüzde birçok savaş karşıtı eylemde kullanılan meşhur bir fotoğraf var. ABD'li Eddie Adams'ın 1968'de çektiği bu fotoğrafı çoğunuz görmüşsünüzdür: Vietnamlı polis şefi Nguyen Ngoc Loan, Vietkonglu esirini kafasından vurmak üzere tabancasını çekmiştir (Birkaç saniye sonra da vurmuştur). Elleri arkasından bağlı esirin yüzündeki acı ve umutsuzluk ifadesi unutulacak gibi değildir.
Adams, belleklere kazınan bu fotoğrafıyla mesleğinin en prestijli ödüllerinden Pulitzer'i kazandı. Ancak insanlığa savaşın acımasızlığını en yalın haliyle gösteren bu fotoğrafına hiçbir sergisinde yer vermedi.
Güney Afrikalı fotoğrafçı Kevin Carter da 1994'te çektiği bir fotoğrafla tüm dünyayı şok etmişti. Çatlak toprağa kapaklanmış, neredeyse iskelet halinde Sudanlı bir kız çocuğu ile az ötesinde onun ölümünü bekleyen bir akbabanın olduğu, basit ama sarsıcı bir fotoğraftı. Adams gibi Carter da bu fotoğrafıyla Pulitzer'i kazandı.
Carter bu fotoğraftan sonra Sudanlı kıza yardım etmediği için ağır eleştirilere maruz kaldı ve muhtemelen bu yüzden girdiği ağır depresyonu atlatamayarak intihar etti. Carter'ın o efsanevi kareyi yakalaması sayesinde şok olan dünya devletleri ise Sudan'a ve açlıkla boğuşan diğer Afrika ülkelerine büyük ölçekli yardımlar yaptı. Ama sonra her şey eski haline döndü ve akbabalar küçücük çocukların ölümlerini beklemeye devam etti.
Yaşananları kavramanın hızlı bir yolu
Geçtiğimiz ay dünya gündemine damga vuran bir başka fotoğraf da en az Adams ve Carter'ınki kadar sarsıcıydı. Kiraladıkları eski bir botla Yunanistan'a geçmek isteyen Suriyeli aile, botun su almasıyla birlikte paniğe kapılınca karanlık sulara gömüldü. Üç kişinin hayatını yitirdiği kazanın sabahında, ailenin en küçük ferdi olan üç yaşındaki Aylan Kurdi'nin cansız bedeni Bodrum sahillerinde bulundu.
Minik Aylan'ın denizle kumsalın buluştuğu çizgide yüzükoyun kapaklanmış, kolları yan tarafında, üstünde beline kadar sıyrılmış kırmızı bir tişörtle sanki tatlı tatlı uyuyormuş da annesi uyandırmaya geldiğinde kalkmamak için nazlanacakmış gibi duran görüntüsü, hepimizin karnına bir yumruk indirdi. Avrupa Birliği mülteci politikalarını yeniden gözden geçireceğini duyurdu, birçok Avrupa ülkesi -sınırlı sayıda da olsa- mültecilere kapılarını açacağını ilan etti. Fakat Aylan'ın yürek burkan fotoğrafının yarattığı depremin etkisi uzun sürmedi. Suriyeli mülteciler yine Avrupa devletlerinin sınırlarında sefalet içinde beklemeye devam ettiler. Kaçak girişleri önlemek için sınır boylarına duvarlar örüldü, dikenli teller çekildi.
Buraya kadar bahsettiklerim gibi binlerce örnek daha var. Hepsi de aynı şeyi, fotoğrafın benzersiz gücünü ve onun karşısındaki insanlığın günden güne hissizleşmesini (yahut var olan hissizliğinin altının çizilmesini) işaret ediyor.
28 Aralık 2004'te ölen, ABD'nin zihin açıcı entelektüellerinden Susan Sontag'ın etkileyici kitabı Başkalarının Acısına Bakmak tam olarak bu meselenin üzerine eğiliyor. Sarsıcı fotoğrafların işlevi nedir, insanları nasıl etkiler ya da etkilemez, bu fotoğraflar gerçekten ulvi bir amaca mı hizmet ediyor gibi soruların peşine düşen Sontag, kitabında anlattıklarıyla fotoğraf-insan etkileşimine dair kusursuz bir tasavvur koyuyor ortaya.
Sontag'a göre fotoğraf, enformasyon bombardımanı altında olduğumuz çağımızda yaşananları kavramanın hızlı bir yolu, onu aklımızda tutmanın yoğunlaşmış bir formudur. Yazı yoluyla anlaşılması belki de aylar sürecek bir gerçeği, olabilecek en konsantre haliyle önümüze koyar fotoğraf. Buna rağmen göze batan bir çelişkisi vardır: Bir yönüyle objektifliğin, gerçeğin garantisi gibi görünür ama her zaman 'belli bir açıdan' çekilir. Gerçeği işaret eder ama tamamını göstermez, bir kadrajla sınırlandırılmıştır. Bu haliyle birbirine taban tabana zıt duygular uyandırma potansiyeli taşır.
"Fotoğrafın üstünlüğü, birbiriyle çelişkili iki ayrı özelliği birleştirebilmesiydi. Onların objektifliğine kimse bir şey diyemezdi. Yine de fotoğraflarda hep bir bakış açısı olurdu. Ortada kayıt yapan bir makine olduğundan, gerçek olan bir şeyi kaydediyor, onları çeken bir kişi olduğu için de gerçek olan bir şeye tanıklık ediyorlardı. (…) Aslında, modern hayatın (belirli bir mesafeden, fotoğraflar aracılığıyla) başkalarının acısına bakmak açısından sunduğu sayısız fırsatın çok çeşitli yararları vardır. Bir vahşeti resimleyen görüntüler kolaylıkla birbirine zıt tepkiler uyandırabilir. Bu bir barış çağrısı olabilir. Ya da sadece, fotoğrafik bilgilerin sürekli belleğe atılıp üst üste yığılması sonucunda, yaşanan korkunç şeylere dair kafa karışıklığı yaratabilir."
Sontag, fotoğrafın iki önemli etkisine vurgu yapıyor kitabında. İlki, yazının girişindeki örneklerin de vurguladığı üzere, uyarıcı etkidir. Dünya üzerindeki birçok savaş, katliam, felaket ancak fotoğraflandığında dikkat çekebilmiştir. Buna örnek olarak Bosna'yı gösterir Sontag. Aylar süren akıl almaz vahşet, ancak fotoğrafçılar orada yaşananları dünyanın geri kalanının konforlu salonlarına soktuğunda fark edilmişti.
İkinci büyük etki ise hissizleştirmedir. Gösteri çağında biteviye görüntü bombardımanına maruz kalan birey, bir süre sonra körleşir. Savaşları televizyon/bilgisayar ekranından izleyen, felaketleri gazete sayfalarından 'takip eden' ve yararsız tepkiler veren birine dönüşür. Sontag bu durumu şöyle özetliyor:
"Başka bir ülkede meydana gelen felaketlerin seyircisi olmak, gazeteciler diye bilinen profesyonel, uzman turistlerin bir buçuk srı aşkın sürelik maceralarında gittikçe katlanan birikimleriyle doğrudan ilintili olan, esaslı bir modern deneyimdir. Öyle ki artık savaşlar hepimizin oturma odalarında sükûnet içinde seyredilip dinlenen görüntü ve seslere dönüşmüş durumdadır. Bunun beraberinde getirdiği olgulardan biri, başka bir yerde gelişen olaylar hakkındaki enformasyonun (ki bu enformasyonun adına 'haberler' denmektedir) aslan payının her zaman çatışma ve şiddet görüntülerine ait olduğudur. Tabloid gazetelerin ve 24 saat manşet patlatan haber programlarının baş tacı ettikleri düstur şudur: 'Kan varsa, iş yapar.' İlginçtir, her türlü sefaletin görüş alanımıza girmesinden itibaren, bu manzaralara vereceğimiz tepkiler de şefkat duyma, hiddete kapılma, için için sevinme ya da onaylama arasında gidip gelmektedir."
Sontag'ın ilginç bulduğu mesele dikkate değer. Bir fotoğraf, herhangi bir yazı ile manipüle edilmese, olduğu gibi gösterilse dahi ideolojik kalıpları nadiren aşabiliyor. Bunu fark etmek için güncel örneklere bakmak yeterli. Polisle çatışmaya girip öldürülmüş bir teröristin fotoğrafını ele alalım. Bir iktidar yanlısı yahut milliyetçi, o fotoğrafa baktığında 'ihanetin cezalandırıldığını' ya da 'halkın güvenliğinin sağlandığını' düşünürken, muhalif biri 'faşist devletin insanları acımasızca öldürdüğünü' veya 'adaletsiz politikaların gençleri silaha sarılmak zorunda bıraktığını' görür. Fotoğrafa ideolojiden bağımsız bakan az sayıda kişi ise savaşın, terörün, çatışmanın sebep olduğu, kopan uzuvların, parçalanmış yüzlerin, oluk oluk kanın meydana getirdiği fiziki korkunçluğa şahit olur.
Bazı durumlarda fotoğraf ne kadar güçlü olursa olsun ideolojik bakışı aşamaz. İnsanların ima ettikleri şeylerle çelişen görüntüleri 'tasarlanmış' veya 'sahte' olmakla suçlamaları çok sık rastlanan bir durumdur. Hatta bununla yetinmeyip daha ileri giden, o görüntüleri elde edebilmek uğruna karşı tarafın 'kendi kendini katlettiğini' iddia edenler bile çıkmıştır. İspanya'da Franco'nun propaganda şefi, Bask bölgesindeki katliamları 'kanalizasyonlara yerleştirdikleri patlayıcılarla Basklıların kendi kendilerini havaya uçurduğu' şeklinde açıklamıştır. Aynı şekilde Sırplar da Boşnaklara yönelik acımasız katliamlarından bir kısmını 'dünya medyasına fotoğraf vererek kendilerini acındırmak isteyen Boşnakların bir oyunu' olarak nitelendirmiştir.
Görüntünün hissizleştirme etkisinin tam aksi istikamette vuku bulduğu da oluyor. Sontag'ın buna gösterdiği örneklerden biri de Hz. Hüseyin'in ihanete uğrayıp şehit edildiği Kerbela vakası. İranlılar daha önce çeşitli temsillerde defalarca izlemiş olmalarına, Hz. Hüseyin'in şehit edileceğini bilmelerine rağmen o sahneyi her gördüklerinde hüngür hüngür ağlıyorlar. "Çünkü" diyor Sontag bu durumu açıklarken, "İnsanlar ağlamak isterler ve bir anlatı biçimindeki keder, üzerinden zaman geçse de kolay kolay eskimez."
Sontag'ın okurunu derinden etkileyen kitabında burada bahsedebildiklerimin kat kat fazlası mevcut. Altını çizdiğim satırlara şöyle bir göz gezdirdiğimde neredeyse hiçbir sayfayı boş geçmediğimi gördüm. Hem tamamını buraya sığdıramayacağım, hem de kitabın muhtemel okurlarına her şeyi özet geçip okuma keyiflerini azaltmak istemediğim için o satırların en vurucularıyla, Sontag'ın fotoğrafla köleleştirilen zihinlerin ancak edebiyat sayesinde özgürlüğe kavuşabileceğini anlattığı bölümdeki cümlelerle bitirelim:
"Bizden ya da bizden olmayanlara karşı bir sempati besleyemezsek nasıl insanlar oluruz? En azından bazı anlarda kendimizi unutmayı başaramazsak nasıl insanlar oluruz? Yaşadıklarımızdan ders çıkarmayı bilemezsek nasıl insanlar oluruz? Ya affetmeyi bilmezsek? O zaman olduğumuzdan başka bir şey haline gelmez miyiz?"