Anlatmak için yaşayanların evi; masallar
Telaffuz edilen her kelimenin zihnimize düşen bir görüntüsü vardır. Bu kelimelerden bazıları belirsizken, bir kısmı berraktır.
Masal sözcüğünün benim zihnimdeki yansıması ete kemiğe bürünmüş bir hâlde. Bu resim, ne Binbir Gece'nin Şehrazad'ının yüzü, ne de Keloğlan'ın gönül verdiği peri kızının… Bu görüntü yüzünün sağ yanı felçli, çekik gözlü, kınalı saçlı, zayıf ve orta yaşlı bir kadının sureti sadece. Ağır bir Azeri Türkçesi ile konuşan, çayını kıtlama içen, huysuz ama göğüs kafesinde ham hâlde bir altın taşıyan bir kadın; ninem…
Anadolu'nun ücra, her yere uzak ama Allah'a yakın bir kasabasında kümeslerine geç dönen ördeklerini azarlayan, komşunun bahçesine giren kazlarına darılan, yumurtalamaya üşenen tavuklarını yüreklendiren masal anlatıcısından ziyade tam bir masal kahramanıydı ninem.
Ona Besti Nine derdik. Ben, kuzenlerim ve kasabanın diğer çocukları akşam ezanından sonra evin büyük balkonunda toplanırdık. Muhtar olan dedem elinde çanta, bisikletiyle dönüp önümüze çikolatalar atınca ninemin zuhur etme vaktinin yaklaşmış olduğunu anlardık. Dedemin yemeğini önüne koyup onu ajansla baş başa bıraktıktan sonra elinde büyük bir bardakla gelip karşımıza otururdu. Evvela biraz nazlanırdı. "Bugün masal filan yok, çok yaramazlık yaptınız. Kayısı ağaçlarının dallarını kırmışsınız" deyince bütün çocukların yüzü düşerdi. Yek avaz; "Vallahi biz kırmadık Besti Nine! Kıranlar, bağdan geçen göçmen çocukları" derdik. Ninem çok inanmamış gibi görünse de, kendini tutamayıp anlatmaya başlardı. Zira o anlatırken, yaşardı da masalları… Küçük gözlerinde koşturan atlılar görür, ince dudaklarından akan türküler duyar, avuçlarından yayılan masal lalelerinin kokusunu duyardık. Ninemin kaç terabaytlık bir hafızası vardı acaba? Zira bir anlattığı masalı bir daha anlatmayı sevmezdi. Yıllarca dinlediğim masallar yazıya geçirilse üç cilt eder diye tahmin ediyorum. Ayrıca masalların arasına sıkıştırdığı maniler, tekerlemeler, türküler ve bayatılar da cabası. Anlattığı masallar kâh Azerbaycan diyarına, kâh Bağdat'a, kâh Çin'e fırlatırdı ruhumuzu ama en çok Oğuz masalları ve menkıbe dinledim ninemden.
Ninem bir gece yıldız kaynayan gök kubbeden akan ışıkla bahçede yolunu arayan bir kaplumbağa gösterdi bize. "Bu tosbağanın başına gelenleri bilir misiniz? Nasıl bu hâle gelmiş" diye sorunca, hep bir ağızdan; "Bilmiyoruz" dedik. Ninem ağzına şeker atıp üstüne çayını yudumlarken tosbağa masalını anlatmaya koyulmuştu.
"Evvel zaman içinde dört güzel kız kardeş yaşarmış. Bu kızların içinde biri varmış ki diğerlerinden daha şımarık, daha başına buyrukmuş. Kardeşlerinin söylediklerine kulak asmaz, hep beraber derede çamaşır yıkadıktan sonra anadan üryan hâlde o dereye girermiş. Kardeşleri; "Yapma, etme, seni bir er kişi görür, namusuna halel gelir" deseler de bu kız söylenenleri umursamazmış. Bir gün yine dereye çamaşır yıkamaya gitmiş kızlar. Çamaşır bitince kardeşleri leğenlerini sırtlayıp evlerine dönerken bu kız orada kalmış. Yine dereye girmiş, suyun üstüne uzanıp güneşlenirken kıyıdaki ağaçların arasında bir erkeğin kendisini gözetlediğini fark etmiş, ödü koptu sanmış. Can havliyle derenin kenarındaki, çamaşırlarını içine koyduğu bakır leğeni almış çarçabuk. Leğeni ters çevirip altına girmiş ve o kabın her yerini örtmesi için yüreği çatlarcasına dua etmiş içinden, biraz zaman geçmiş ki kız kaplumbağaya dönüşmüş…" Ninem masalı bitirdikten sonra gördüğüm hep kaplumbağada o kızın mahcupluğunu arar olmuştum.
Ninemin dili nadir bir türdü. Hem Kuzey Azerbaycan bölgesinin geniş ünlülü fonetiğini taşırdı, hem Anadolu Türkçesinin inceliğini. Onun kelimelerini şehirde bulamazdım mesela. Şehirde konuşulan dil bana çok yavan gelirdi çünkü şehirde kovaya kova denirdi, kaplumbağaya kaplumbağa, ekmeğe ekmek. Oysa ninem; kovaya veydere, kaplumbağaya tosbağa, ekmeğe çörek derdi. Ninemin dilinde her kelimenin birden fazla anlamı vardı. Hele masallarda kullandığı kelimeler, dünyanın etrafını birkaç kez saracak kadar fazlaydı. Mübalağa! Bunu da ninemden öğrendim işte, abartarak anlatmak ve anlatmak için yaşamak...
Kuzenlerimin çekip gittiği, kasaba çocuklarının evlerine kapandığı kış mevsiminde ise masallar sadece bana anlatılırdı. Ninem mescide çevirdiği küçük odada bir yastığa kurulur, eline aldığı beyaz tespihini çeke çeke anlatmaya koyulurdu. O an, evdeki eşyalar bile ninemin anlattıklarına dikkat kesilir ve hatta içlerinden bazıları nefes alıp verir gibi veya dile gelerek tepki verirlerdi. Sobanın üstündeki çaydanlığın ninem anlattıkça tıslaması, kestanelerin çatlaması, sobanın içindeki odunların çıtırdaması… Bir de pencereye konup camın ardından gözlerini nineme diken kar kargaları vardı elbette.
Ninemden yüzlerce masal öğrendim. Kasabadan yüklediğim masalları şehirde öğretmenlerime, arkadaşlarıma anlatırdım. Çok beğenirlerdi. Sanırım ninem gibi yaşayarak anlatırdım ki okulda teneffüslerde mutlaka bir halka olurdu etrafımda.
Yeşil örme yeleklerinin cebinde noğul şekerleri taşıyan ninem son zamanlarda hastaydı. O günden sonra ihlası ağırdan aldı namazlarında. Mart yağmurlarının başladığı çok yıldızlı bir gecede göçüp gitti bu dünyadan. Bir gün dervişlerin öldükleri günü kutladıklarını, ölüm gecesine düğün gecesi dediklerini anlatmıştı bana. "Neden doğarken ve ölürken gözümüzden yaş akar sence" diye sormuştu. Ben de başımı iki yana sallayarak bilmediğimi söylemiştim. Sonra gülümseyip; "İnsan sevgiliden ayrılıp bu dünyaya gönderilirken ayrılık ateşiyle ağlar, bu doğumdur. Tersi ise öldükten sonra sevgiliye kavuşma anının mutluluğudur. Her ikisinde de ağlarız" demişti. Ninem öldüğü gün, masal diyarına gittiğini anlamıştım. Hem ninesiz hem masalsız kalmıştım. Günlerce ağladığımı hatırlıyorum. Ta ki ninemden bana miras kalan bir sandık dolusu kitaba kavuşana kadar… Acım biraz hafiflemişti.
Liseyi bitirip üniversiteye girene kadar ninemin anlattığı masallar ve bana bıraktığı kitaplarla idare ettim. Üniversitede ise sıkıcı derslerden kaçıp sığındığım kütüphanelerde Marquez, Borges, İhsan Oktay Anar, Cengiz Aytmatov ve daha nice masal anlatıcısı ile tanıştım. Bu isimlerin hepsi ninemin soyundan olmalı diye düşündüm. Hepsi anlatmak için yaşamışlardı. Hepsinin büyüsüne birden kapıldım. Doldum, doldum, doldum. Bir gün elime kalemi alıp yazmaya başladım. Masal ile roman arası bir tür ortaya koymalıyım dedim. Zihnimde binlerce masalım vardı. Uykuyla uyanıklığımın sınırı silinmişti. Masallar ruhuma, kanıma, kemiğime kadar işlemişti. Yazmadan duramazdım artık. "Ninem'e" diye hitap ederek başladım yazmaya.