Borges'in ilginç öyküsünü bilmem hatırlar mısınız? Bir bankta kendisiyle karşılaştığı öyküyü kastediyorum. Pertavını Borges'e tutmaya çalışan okurlar muhakkak hatırlamıştır. Bir de bugünlerde "Şehrazat Sendromu"ndan bahsediliyor. Nasıl ki Şehrazat ölümden masallar anlatarak kurtulmuştu, işte bu sendroma yakalanan okurlar da öykülerin kendi istedikleri gibi sürmesini yahut bitmesini istiyorlar. Edebiyatımızda böylesi tutkulu işler daha önce de ortaya çıkmıştı. Balzac'ın meşhur Frenhofer'ine bir son yazmaya kalkanlar mı dersiniz, bir yazarın başladığı metni diğer bir yazara tamamlatmaya çalışan şaşkın editörler mi dersiniz… Liste kabarır gider. Bu ilginç kazı çalışmaları arasında en dikkatimi çekmiş eylem ise Reşit İmrahor karakteri idi. Karakter diyorum çünkü böyle bir yazar yok. Birkaç yazarın bir araya gelerek "yarattıkları" bir karakterdi İmrahor. Hatta Kuvveden Fiile isimli bir şiir kitabı bile yayımlandı.
Daha da ilginci var. Bir ara sosyal medyada "çıngar" çıkarmayı seven bazı edebiyat meraklıları Yusuf Atılgan'ın aslında yaşamadığını, Edip Cansever ve arkadaşları tarafından "uydurulmuş" bir karakter olduğunu ciddi ciddi savundular. Bizzat şahsımı bu palavranın gerçek olup olmadığını sormak için arayan yazar dostlarım oldu.
Tabii edebiyattaki bu ikizlik arayışlarının, ortak karakter imar etme yahut uydurulmuş bir karakterin arkasına saklanma merakının en büyük örneği Fernando Pessoa'dır. Portekizli şair Pessoa, tek başına koca bir ordu gibidir. Şair sadece kendi hayatı ile yetinmemiş, yetmişi aşkın karakter yaratarak arkasında da bu "isimlerin" yazdığı bir sandık dolusu eser bırakmıştır. Bu karakterler asla birbirine benzemez hatta birbirlerinden bağımsız hareket ederler. Dünya görüşleri bile farklıdır. Dışarıdan bakan bir okur aralarındaki bağı asla anlayamaz. Alberto Caeiro, Alvaro de Campos, Ricardo Reis ve Bernardo Soares en meşhurlarıdır bu kurgulanmış karakterlerin. İş öyle bir noktaya gelir ki, Alvaro de Campos ile Alberto Caeiro kavgaya bile kalkışır ve Pessoa bu kavganın karşısında gerçek gözyaşları döktüğünü söyler. Merakını diri tutan okurlar için Pessoa bulunmaz bir kaynaktır.
Pessoa'nın farklı isimler altında yazdığı şiirleri okurken kendime hep şu soruları sorarım: Hayatımız boyunca aynı kişiliği taşıyabilir miyiz? İçimizde kadın ve erkek olarak kaç kişi barınır, kaçı birbiriyle uzlaşıp kaçı birbiriyle kavgalıdır. Gelin hep beraber soralım bu soruyu: İnsan kaç kişidir?
Fernando Pessoa
Kimseye ait olmamak, kendime bile!
Durmadan gitmek, sonu olmayan
Bir yokluğun peşinde
Ve ona ulaşma isteği içinde!
Böyle yola çıkmaktır yolculuk.
Ama ben açık bir yol düşünden öte,
Bir şeye gerek duymuyorum yolculuğumda.
Gerisi sadece gök ve toprak.
2017'nin ardından...
Her geçen yıla ağıt yakmayı seven biri değilim. Her senenin kendine göre bir işleyişi vardır. Kader nizamında işleyen dişliler için seneler yalnızca küçük bir tık sesi, basit bir duraktır aslında. Bu sene sizi ne/neler mutlu etti? Önce ben başlayayım, siz de yazıyı okurken içinizden bana katılın isterim. Şıpınişi aklıma gelenleri sıralayayım…
Yıllardır beklettiğim John Fowles'in kitaplarını okumak fena halde mutlu etti beni. Hele hele Büyücü romanı, sayfalar bitmesin, azalmasın diye ahlar vahlar içinde okuduğum bir kitap oldu. Furkan Çalışkan'ın yeni şiir kitabı Türkiye Atlası mesela. Mutluluktan öte, şiirin bu ülkedeki en önemli sanat olduğu gerçeğini hatırlattı bana tekrar. Bir dostun şiire bürünmüş sesini hele ki Türkiye sevdası üzerinden okumak çok güzel oldu. Bu sene en çok Mashrou Leila grubunu dinledim. En çok da Shim el Yasmine şarkısı etrafında döndüm dolaştım. Sanırım bu şarkı yeni yılın da şarkısı olacak. Son olarak bir dizi: Dark. İlk defa bir Alman dizisi izlememe rağmen Dark 2017'nin en sevdiğim yapımı oldu diyebilirim. Bazı klişeleri kullanmasına rağmen epik havası ve hikâyenin bir nevi bilinç akışı tekniğiyle anlatılması hoşuma gitti. Benden bu kadar, şimdi sıra sizde, evet sizi dinliyorum…
Bir son duygusu
Filmlerden dizilere, oradan edebiyata kadar bir dolu alanda bir son duygusu yaşanıyor. Eskiden konuştuğumuz mümkün ütopyalardan her biri artık çeperi karanlıkla beslenen mümkün distopyalara dönüşmüş durumda. Ya da dönüşmüş demeyelim de bizim öyle hissetmemiz, neredeyse düşüncelerimizi hep bir son duygusu etrafında şekillendirmemiz isteniyor. Bunun için her alanda aynı sözleri duyar olduk. "Şiir öldü" diyorlar mesela. "Siyaset artık bitti azizim" diyorlar. "İnsan ilişkileri artık çok bayatladı." Doğrudur, ahir zamanda yaşadığımızı, gitgide tükenmekte olduğumuzu tabii ki kabul ediyorum. Buna itirazım yok, asıl derdim ise şu; biz Peygamber Efendimizin; "Sizden biriniz kıyamet koparken bile elinde bir fidan var da dikmeye gücü yetiyorsa, onu diksin" hadisini ne çabuk unuttuk. Asla son duygusuna kapılmadan, son gün geldiğinde bile o fidanı dikmeye çalışmalıydık. Komplo dediğimiz her şeyi büyük bir marifetle gerçekleştirdiler. Mesela Kudüs'ün İsrail'in başkenti olarak tanınması kararını düşünün. Yıllarca Siyonizm tehlikesi hakkında konuştukça etrafımızda hep "komplo azizim tüm bunlar" sözünü duyduk. Oysa Kudüs kararı gösterdi ki, hiç de komplo falan değil. Biz o meşum son duygusunu hayatımızın bütününe yayarken adamlar hiç durmadan çalışmışlar.
Ne kadar acı değil mi! İnsanlığın ortak inanç tarihini okuyabileceğimiz küçücük bir kara parçasıdır Kudüs. Toprağında ot yetişmez, su çıkmaz ama adımını attığın her yerde bir peygamber mezarı, bir azizin hatırası, bir kahramanın el izi vardır.
Bu son duygusundan tez elden kurtulmalıyız. Mümkün ütopyalar ve distopyaları hayatımızdan çıkarmalıyız artık. Doğan her günün dünyanın ilk günü olduğu heyecanıyla yaşamaya çalışmalıyız.