Yunus Arslan: Her şeyin tarihi

Her şeyin tarihi
Giriş Tarihi: 13.12.2017 10:29 Son Güncelleme: 16.01.2018 11:55
Dede Korkut hikâyelerinden bizlere kalan bir miras da çocuklara isim koymak yahut çocukların isimleri hak etmek için yaptığı uğraşlar olmuş. Biz de tarihte insanların “isimleri nelere göre koyduklarını, koyulan bu isimlerin insanlar üzerindeki etkisi ve ad büyüsü” gibi örnekler ile isim koymanın tarihini araştırdık. Ortaçağ’ın ilimler akademisi olarak bilinen, Abbasiler döneminde kurulmuş olan Beyt’ül Hikme ise bir diğer araştırma konumuz. Beyt’ül Hikme “Kim tarafından kuruldu, burada ne gibi hizmetler verildi” gibi sorularla Beyt’ül Hikme’yi araştırdık.

Senin adın Hipokrat olsun!

Araştırmalara göre, tarih boyunca toplumlarda isim koymak için oldukça farklı gelenekler ortaya çıkmış. Mesela, Türklerde isim koyma meselesine ait metinler ilk defa Dede Korkut hikâyelerinde karşımıza çıkar. Dede Korkut'un en çok bilinen "Dirse Han Oğlu Boğaç Han" adlı hikayesinde Boğaç Han'ın ismini alması; "Bayındır Han'ın ak meydanında bu oğlan cenk etmiştir, bir boğa öldürmüş senin oğlun, adı Boğaç olsun, adını ben verdim, yaşını Allah versin" şeklinde anlatılır. Bu efsaneye göre tarihte isim koymanın çeşitlerinden birisinin de çocukların hayatta başardıkları şeyleri anımsatan isimleri almalarıymış.

Türklerde isim koyma şekillerinden bir başkası ise, doğum gününde yaşanan olaylara göre isim verilmesiymiş. Örneğin, Orta Asya Türklerinde bir konuk geldiyse "Konukgeldi" yahut bir ziyafet sırasında çocuğun doğumu gerçekleştiyse "Aşbergen" gibi isimler konulduğu görülmüş.

Eski Türklerin yaşanan olaylardan ve özel günlerden hareketle isim koyma alışkanlığı Anadolu'da da devam etmiş. Mesela, arife gününe denk gelen doğumlarda kızlara Arife ismi, bir kandil yahut bayram günlerine denk gelen doğumlarda ise (Kadir, Bayram, Ramazan gibi…) yine o günün adı çocuklara verilmiş. Bunların yanı sıra biraz da ironik bir şekilde çocuk sayısının fazla olduğu ailelerin son çocuklarının isimlerinde "Dursun, Durmuş, Songül, Yeter…" gibi isimler karşımıza çıkar.

Anadolu'nun dışına çıktığımızda ise yine ilginç isim koyma âdetleriyle karşılaşırız. Antik Yunan halkının atı çok sevmelerinden dolayı çocuklarına da "hippo" yani at ile başlayan isimler koymuş. Tıbbın babası sayılan Hipokrat başta olmak üzere Hipparkos, Hippias gibi kullanımlar "hippo" ile başlayan isimlere örnek olarak verilebilir.

Romalılarda isim koyma meselesini incelerken Romalı halkın, kadınlara karşı çarpık bakış açısı ile oluşmuş bir gelenekle karşılaşırız. Roma toplumunda kadınlara isim verilmezmiş. Bu yüzden Romalı kadınlar aile adlarını kullanmak zorundaymış fakat ailede birden fazla kız çocuğu varsa onların da adları sırasıyla; Birinci (Prima), İkinci (Secunda), Üçüncü (Tertia) olarak söylenirmiş. Romalı kadınların aile adlarını kullanma geleneği kadınların evlenmelerinden sonra da devam edermiş. Yani günümüzde olanın aksine, Romalı kadınlar evlendikten sonra da babalarının aile adını taşımaya devam etmekteymiş.

Tarihte isim koyma meselesini incelerken "isimlerin kaderi vardır" düşüncesi de karşımıza çıkar. Bu düşüncenin izleri bugün toplumuzda yok olmaya yüz tutsa da hâlâ varlığını devam ettirmekte. Günümüzde; "isimlerin kaderi vardır" düşünce geleneğinin devam etmesinin en büyük sebebi ise bu durumun kadim Türklerde çok yaygın bir şekilde görülmesidir. Örneğin kadim Türkler "ad büyüsü" olarak karşımıza çıkan bir büyü olduğuna inanırmış. Ad büyüsüne göre kötü ruhların bebeklerden uzak tutulması ve onların bebeğin değersiz olduğuna inandırılması için çocuklara "İtalmaz, İtboku…" gibi isimler verilmiş. Bununla birlikte kadim Türkler, isimlerin kaderine inandıklarından dolayı koydukları isimleri de yaygın olarak söylemezlermiş. Anadolu'da karı-kocaların bile birbirlerine isimleriyle hitap etmedikleri; isimlerinin yerine, "Bey, Hatun, Hanım" gibi hitaplarla seslenmelerinin bu inanca dayandığı düşünülüyor.

İlmin merkezi

İslam bilim tarihinde, Abbasiler dönemine geldiğimizde ilginç bir enstitü karşımıza çıkar. Bu enstitü Halife Me'mûn tarafından 830 yılında Bağdat'ta kurulmuş. Arapça ismi Bey'tül Hikme olarak bilinen bu enstitünün Türkçe karşılığı ise Hikmet Evi'dir.

Peki, neydi bu Hikmet Evi? Beyt'ül Hikme'de ne gibi faaliyetler yapılmaktaydı?

Beyt'ül Hikme her şeyden önce bir tercüme merkeziydi. Kadim medeniyetlere ait eserler tercüme edilir ve daha sonra nüsha nüsha çoğaltılırdı. Bu konuda araştırmaların yapılabilmesi için devasa bir kütüphanesi bulunurdu yani bir bakıma devlet destekli bir ilim merkeziydi.

Araştırmacılara göre Beyt'ül Hikme'nin ilk kuruluş tarihinin Emeviler dönemine dayandığı tahmin edilmekte fakat resmî olarak ilk kez Abbasi halifesi Memun tarafından 830 yılında Bağdat'ta kurulduğu kabul edilmektedir. Beyt'ül Hikme'nin Emevilere kadar dayandırılmasının en büyük nedeni ise Emevi prenslerinden Halid b. Yezid'in tıp, astronomi, kimya gibi birçok ilimle ilgilenmiş olması ve araştırma alanlarıyla ilgili pek çok eseri tercüme ettirmiş olmasıydı. Teknik olarak böylelikle İslam devletinde tercüme faaliyetleri başlamış sayılıyor fakat bir kurum olarak Beyt'ül Hikme adı zikredilmiyor.

Beyt'ül Hikme'nin kurulması ile birlikte ise çeviri faaliyetleri hem hız kazanmış hem de kurumsal bir hal almıştı. Yunan coğrafyasından Hint coğrafyasına kadar Yunanca, Sanskritçe, İbranice kitaplar çevrilmiş ve İslam literatürüne kazandırılmaya başlanmıştı. Araştırmalarda, devrin önemli isimlerinin burada çeviri faaliyetlerinin yanında birçok eser de kaleme aldığı karşımıza çıkar. Kaynaklara göre Beyt'ül Hikme'nin müdürlerinden Selm ile İbnü'l-Bıtrîk, Haccâc b. Matar ve Yuhannâ b. Mâseveyh'ten oluşan bir heyet Bizans'a gönderilir ve oradaki kütüphanelerden kitaplar toplanır, toplanan bu kitaplar Beyt'ül Hikme'de önce çevrilir daha sonrada kâtipler tarafından nüshaları çoğaltır. Çoğaltılan nüshalar ise ilme meraklı zengin insanlar tarafından toplanırdı.

Beyt'ül Hikme'nin çeviri faaliyetleri bir tek devlet hazinesinden karşılanmaz bazı zengin insanların desteğini de alırdı. Yapılan çevirilere verilen önem çevirmenlik mesleğini o dönemde oldukça itibarlı bir meslek haline getirmişti. Bu mesleğin itibar kazanmasının yanında maddi getirisinin de hayli yüksek olduğu da bilinir.

Dünyaca ünlü bilim tarihçisi Dimitri Gutas'ın verdiği rakamlara göre Benu Musa kardeşler olarak bilinen üç tane çevirmen ve bilim adamının, yanlarında çalıştırdıkları çevirmenlere "tam gün çevirmenlik" karşılığında aylık 500 dinar ödendiği kaynaklarda geçmekte. Çevirmenlere ödenen ücretlerin bugün ne kadar yüksek olduğunu anlamak için Gutas'ın verdiği rakamlara bakmakta fayda var. Dimitri Gutas, Beyt'ül Hikme'nin faaliyette olduğu zamanlarda bir dinarın hemen hemen 4,25 gram saf altın değerinde olduğunu ve 500 dinarın ise 2125 gram altına denk geldiğini söylemekte. Böylece çevirmenlere aylık ödenen ücretin bugünkü karşılığının ise (Altın gr. 160 tl) 340 bin TL olduğu hesaplanır. Bu rakam elbette diğer finansal bağlayıcılar hesap edilmeden düz bir çevirme sistemi ile hesaplanıyor lakin bu kadar abartılı olmasa da çevirmenlerin çok iyi kazandığını düşünmemiz için yeterli bir veri.

Ayrıca o zamanlar çeviri faaliyetlerinden para kazanmak çok revaçtaymış ve çevirisi yapılan kitapların ağırlığınca çevirmene ücret ödenirmiş. Rivayetlere göre Halife Me'mûn, sadece Grekçe'den yaptırdığı tercümeler için çevirmenlere toplamda 300 bin dinar gibi yüklü miktarda para vermiş.

Son olarak söyleyecek olursak, bazı oryantalistlerin tarihte böyle bir kurumun olmadığını düşündüklerini de belirtmek gerekir. Şüphesiz bu görüşün arkasında ideolojik sebepler olmakla birlikte Beyt'ül Hikme'nin varlığı, başta Dimitri Gutas'ın verdiği rakamlar olmak üzere diğer çağdaş araştırmalarla kanıtlanmıştır.

BİZE ULAŞIN