Mütareke İstanbul'unu anlatmaya şöyle başlar Nazım Hikmet: "Ateşi ve ihaneti gördük/Yanan gözlerimizle durduk/Bu dünya üzerinde." Şimdiki halimize de uyuyor bu mısralar. 15 Temmuz'da ertesi gün hafta sonunu, çoğumuz çoluk çocukla birlikte geçirmeyi planlarken, akşam dokuz, dokuz buçuk arası Boğaziçi Köprüsü'nde askeri bir yoğunlaşma haberi yayıldı. Başta benim yaşta olanlar, askerimize hayır dua göndermeye başlamıştık. Öyle ya, her gün terör eylemi beklenirken, Boğaziçi Köprüsü'ne yapılacak bir eylemi öğrenen askerimiz, harekete geçmiş zannettik. Sonra Genelkurmay'da bir acayiplik olduğu ve önünde ambulanslar beklediği gibi haberler çalınmaya başladı kulağımıza. Bir süre sonra da bunun 'kalkışma' olduğu beyanını Başbakan'dan duyduk. Türkiye düşmanı bir kuruluşun terör eylemini duyunca, içimizi kaplayan acı hislerin katlarca fazlası bir acılık doldurdu içimizi. Pir Sultan'ın deyişini andım; "Bu ellerin taşı hiç bana değmez/İlla dostun gülü yâreler beni." Bizim ordumuz, 70 küsur yıldan yani ilkokul çağlarımdan beri kendisinden ancak iyilikler beklediğim ordumuz, Türkiye'nin başında bu kadar dert varken; Irak, Suriye, Libya, Afganistan'ın hali gözler önündeyken seçimle gelmiş bir hükümete darbe yapmakla, bu saydığımız ülkelere benzemeyi nasıl göze alıyordu? Bu Atatürkçülük değil, Marksizm değil, dincilik değildi. Saydığımız görüşler kendi vatanlarının parçalanmasına nasıl göz yumarlardı. Demek ki bu darbe girişimi, şahsi emellerini müstevlilerin emelleriyle birleştirmiş ve ruhlarını şeytana satmış bir grubun işiydi. Meclis'in bombalandığı haberini alınca, şeytana ruhlarını sattıklarına artık tamamen kanaat hâsıl oldu. O zaman, korkunç bir keder yerleşti içime. Demek ki göremeyip, ancak okuduğumuz Mondros sonrası günlerini, biz de 100 yıla yakın bir zaman sonra yaşayacaktık. Yahya Kemal Beyatlı; "Ölenler öldü, kalanlarla mustarip kaldık/ Vatanda hor görülen bir cemaatiz artık" demişti mütareke günleri için.
15 Temmuz günü bir yıldır göremediğim Eyüp semtini görmek istemiş ve araba kullanan bir arkadaş beni Eyüp'e götürmüş, Eyüp'ün sükûn verici havasıyla mest olarak akşam saat beşte eve dönmüş ve dokuz buçukta da darbe girişiminin ilk haberlerini almamla kedere boğulmuştum. Demek ki darbeciler başarılı olur ve bana da Allah yaşama izni verirse üzgün bir 'İslam cemaati' üyesi olacaktım. Yani TC vatandaşlığımın yerini, bir din mensubu olarak hakim sınıfın müsamahasıyla idame-i hayat etmek alacaktı. Bu üzüntüyle taş kesilmiş olarak Cumhurbaşkanı'nın hayatta olduğunu öğreninceye kadar televizyon karşısındaydım. Sonra onun milleti sokağa çağırmasını dinlemekle önce üzüntüm üçte bir azaldı. İstanbul'a ulaştığını öğrenince üzüntüm yüzde 50'ye indi ve sabahın altısına kadar şehit haberleriyle yıkılarak, bazı binaların geri alınmasıyla da sevince boğularak sabahın altısında 'Çok şükür cemaat olmaktan kurtuldum. Bayrağım aynı, kimliğim TC kaldı' sevinciyle rahatladım.
Nasıl böyle olduk?
Bireysel sorunlar bile zor çözümlenirken bir milletin düştüğü sorunları ve sebeplerini çözmeye çalışmak son derece güçtür. Pasarofça Anlaşması'ndan sonra, büyük Avrupa devletleri bizi Avrupa'dan atma konusunda ortak kararı almışken, birinci sebep olarak bunu görmemiz gerekir. Fakat ne zaman bu faktörden bahsedilse harici ve dâhili bedhahlarımız tecahül-i arifane göstermiş veya susarken, dâhili bilgisiz bilgiçlerimiz ise "Bunlar komplo teorisi ayol, Batılılar bizim hep kendileri gibi medeni olmamızı istemişlerdir" yaygarasına başlarlar. Bilgisiz bilgiçler, dâhili bedhahlardan daha mütevazı geçim şartlarında yaşadıklarından ve dış ülkeleri tutmaktan çıkarları olmayan kişiler olduklarından, 'menfaat gözetmeyen uygarlık fedaisi' sayılmışlar, verdikleri zarar da bu bakımdan büyük olmuştur.
1960'tan sonra zamanın geçmesiyle, bilgisiz bilgiçler sayıca çok azalmış, onların yerini kısmen Batı'da okuma fırsatını bulmuş fakat İstiklal Savaşı'nı yaşamamış, milliyetçilikleri çok azalmış, Batıcı oluşları çok artmış daha modern görünümlü, bilgili fakat vatanseverlik taklidi yapan samimiyetsiz aydınlar almıştır. Menderes devrinde bilgisiz bilgiçlerin Batılı ve bilgisiz ulusalcı tipi çok sayıdaydı. Daha sonraki devirlerde bilgisizlik azaldı. Eski vatandaşlarda görülen hiç olmazsa yarı depo samimiyet ise çok azalarak, samimiyet depoları tam dolu görünümde olsa da su katılmış samimiyetle dolu tipler ortaya çıktı. Kandil günlerinde, radyolar çok uzatılmış mevlit yayınları yaparken, bir milletvekilinin Diyanet İşleri Başkanı'nı makamında tokatlamasına ne halktan ne Meclis'ten bir tepki verildiği duyulmadı. Gazetecilerin, öğretim üyelerinin, memurların önemli kısmı böyleydi. Aynı yıllarda Batı ülkelerinde kraliyet aileleri düğünlerde, cenaze törenlerinde görüntü verir ve Batı basını onlara yobaz demezken, bizde namaz kılan öğretim üyelerine 'takunyalı' demek çok zarif espri sayılabiliyordu. Hazreti İbrahim'in, bütün büyük dinlerin büyüğü olduğundan habersiz bir gazeteci, sırf domuz eti propagandasını güçlendirmek için "Hazreti İbrahim eşini bir geceliğine Firavun'a kiraladı" iftirasını utanmadan yazıyor, ne Demirel'den ne Patrikhanelerden, ne Hahambaşılıktan ses çıkıyordu. Bir yıl sonra bu şahıs, İsrail'e davet edildi, dönüşünde Abraham adını verdiği Hazreti İbrahim'i överek günah çıkarttı. Dürüst olsaydı, 'Ben yanlış şeyler yazmışım, benim övdüğüm Abraham yerdiğim İbrahim ile aynı kişidir' demesi gerekirdi fakat bunu da yapmadı. Yani boğazımıza kadar samimiyetsizliğe batmış olarak 2000'li yıllara geldik. Ezilmiş Müslümanlardan bazıları, uzun süren bu yıllarda, kendilerine kadro bulan, öğretmenlik veren ve ABD'de yaşayan Fethullah Gülen'de bir kurtarıcılık gördüler. Bilmediğim için iftira etmekten kaçınıyorum. Acaba mezkur din adamı, baştan beri kendi menfaatlerinden başka bir şey düşünmeyen bir siyasetçi mi idi, yoksa harici bedhahlar onu elde mi ettiler? Fakat ne olduysa oldu. 2013 yılından sonra bu grubun dili değişti. "Sizin peygamberiniz bile iki defa kıble değiştirdi" sözü, 17 Aralık tutuklama olayı, ayrıca korkunç beddualarla, şişe-i dilimiz kayalık yola düşüp bin parça oldu. Bu bir gönlümüzü kırma olayı olarak da kalmadı. Neredeyse Hisar-ı Devletle birlikte, beddua edilecek millet de elden gidecekti. İşte bu olmadı. Tabii ki şehitler de verdik, Allah'tan rahmet diliyorum demeye utanırım. Onlar benim için rahmet dileyebilirler. Onlara ancak hürmet gönderiyorum. Gerçek ordumuza ve polisimize teşekkür, Allah'a da hamd ederim.