Ne yaparsanız yapın bir gün bu saatlerin senkronizasyonu bozulacaktır
Aşk mı? Hani nerde? Ya da kim kaybetmiş ki biz bulalım?
Vardı da mı yok oldu, yoktu da mı var sandık, mevzu gündemime girdiğinden beri pek sevdiğim, takip ettiğim güncel sanat arenasından soğur oldum. Etrafıma sorduğumda aşk denince akıllara gelen birkaç isim vardı, onlar da Abramoviç ile Jeff Koons idi. Onlar yüzünden aşktan soğudum, onların aşkı yüzünden çağdaş sanattan soğudum, buz gibi oldum.
Jeff Koons, 'kitsch'in babası mı demeli, ne demeli bilemediğiniz isimlerden. Ne deseniz olmaz çünkü zihninizde hiçbir kategoriye dâhil edemeyeceklerinizden. Şişme balon heykel deyince aklınıza ne geliyorsa onların sorumlusu. Şişme balon zannı veren devasa eserleri aslında çelikten. Çağdaş sanatın güzelliklerinden değil midir verdiği zan ile ters köşe olma halleri? Aşkla ilgisi nereden? Zamanında karısı ile gerçekleştirdiği özel performanslarına Made in Heaven adını vererek tüm dünyaya sunmuş, görünür kılmıştı, sansasyonel işlerdi ve bu işlerin bayağı ekmeğini yedi. Peki neydi Koons'a göre aşk, bilfiil icra eyleminin kendisinin aşk olduğu mu, salt arzu mu?
Marina Abramoviç, bir performans sanatçısı. Performansları özellikle zihinsel ve de fiziksel sınırları zorlama üzerine. 20 sene birlikte çalıştığı partneriyle bu sınırları zorladı. Birbirlerinin nefeslerini emdiler, birbirlerine bağırdılar, birbirlerine ok doğrulttular, bilumum kendilerini eziyete çektiler, ölümlerden döndüler. 20 yılın sonunda Abramoviç ve Ulay The Lovers: The Great Wall Walk adını verdikleri işleriyle Çin Seddi'nin üzerinde iki ayrı uçtan yürümeye başladılar, 90 günün sonunda buluştuklarında birbirlerinden ayrıldılar. Ayrılık 1988'de gerçekleşmişti, yıl 2010'a geldiğinde bir başka performansta MoMA'da karşılaştılar. The Artist is Present ismini verdiği işinde bir masanın ucunda oturan Abromoviç, masanın diğer ucuna oturan gönüllü olarak katılan misafirlerini ağırladı. Sadece bakışın esas olduğu karşılıklı etkilenme/etkilenmeme, yılma/yıldırmaya dayalı performans toplamda 736 saat sürdü. Yaşanılan ve yaşatılanın mistik bir tecrübe olduğu söylendi. Ve bir gün Ulay çıktı geldi. Aradan geçen uzun zaman, bizim aralarında var olduğuna inandığımız/inandırıldığımız aşka şahit olmamız için çok da etkili oldu. Zaman ne kadar uzunsa acı o kadar şiddetlidir, nasıl ayrılmak için kat ettikleri yol uzun olunca ayrılık daha etkili olmuştu, aynı strateji devam eder. Çağ 'daha'ların çağı olduğundan ne kadar 'daha' o kadar şan, şöhret, para pul demektir. Sanat tarihsel kronolojide eskinin 'deha'sı, sonrasının 'dahi'si, şimdinin ise 'daha'sı. Peki neydi Abromoviç' e göre aşk, sınırları zorlama mı?
Sophie Calle, radikal, eleştirel işleriyle tanınan, kuralları yıkmayı, şoke etmeyi şiar edinen bir sanatçı. Kendine İyi Bak işi 2007 Venedik Bienali'nde yer aldı. Bir gün olur da bir çağdaş sanatçıyla büyük bir aşk yaşar ve ondan ayrılırsanız başınıza neler gelebileceğini gösterdi. Sevgilisi kendisini bir e-posta ile terk etmişti, sonuna da -kendine iyi bak- temennisini eklemişti. Sevgili için bu tek kelime ile bir gafletti ve bunun maalesef farkında değildi. Calle de kendine iyi bak sözünü tutar ve seçtiği 107 kadına aldığı maili postalar ve onlardan bu maile kendi yöntemleriyle, kendi yorumlarıyla, kendi yerine cevap vermelerini ister, böylece kendini iyi hissedecektir. Gelen tüm cevapları bienalde sergilediğinde Fransız Pavyonu ziyaretçi akınına uğrar. Tek kelime ile intikam duygusu olarak okunabilecekken (niye okumayalım), bu sayede ayrılıkla baş etmenin, kendine iyi bakmanın bir yolunu bulduğunu söyler. Bir anlamda, gündelik acı bir tecrübe sanat malzemesine dönüşerek sanatçısını sağaltır. Peki neydi Calle'e göre aşk, içindeyken muazzam hissettiğin dışına düştüğün anda gözünü karartan mı?
Felix Gonzales Tores, bir önceki 12'nci İstanbul Bienali'nin esin kaynağı idi. Bienalin küratörlerinin memleketlisi idi, servis edildi, duyan duymayan kalmadı. İşleri yer almamıştı da eserlerinden ilhamla yapılan üretimler yer almıştı. Benim bahsedeceğim kendisine ait Mükemmel Âşıklar ismini verdiği işi. İki tane birbirinin aynısı saat bir duvarda, yan yana, baş başadırlar. İki saat ötesi yok. Sanatçısından öğreniriz ki saatler aynı anda çalıştırılmış, pilleri de aynı zamanda takılmıştır. Tıkır tıkır işleyen saatlerin heyhat gün gelir aynılıklarına halel gelir. Neden? Çünkü ne yaparsanız yapın bir gün bu saatlerin senkronizasyonu bozulacaktır. Farklı zamanları göstermeye başlayacaklar ya da biri daha evvel duracaktır. Tespitin bu kadar yalın bu kadar güçlü verilişi işin karşısında sizi çarpar. Bu da çağdaş sanatın diğer büyülerinden. Eserin varlığı bile önemli değildir, verdiği fikir gelir yerleşir zihninize, sanatçının istediği olmuştur: Fikrin zihinlerde ikameti. Tamam ikamet etti de neydi peki Tores' e göre aşk, mutlu aşk yoktur deyişinin başka başka türlü söylenişleri mi?
İlk üçünde de ortak olan teşhir ve ifşa. Mahremiyetin kalmayışı, tüm yaşananların gözler önüne serilmesi, bile isteye servis edilen, açık edilen, sakınmanın olmadığı, herkesle, her şeyi paylaşma, herkesle paylaştığın zaman aşkının geçerlilik kazanması, aşkının bilinmesinin aşkını büyütmesi, bunlar mıydı, evet bunlardı aşk denilince üç sanatçıyı birbirine bağlayan.
Hani sadece iki kişinin arasında usulcacık, sıcacık, kendiliğinden ve derinden yaşanan, kalpten kalbe yol bulan, dinginlik veren ve de huzura erdiren değil miydi aşk? Değilmiş, neymiş: Aşk eşittir iki saatmiş.
Ve Yeniden Grayson Perry
Grayson Perry'yi dokuzuncu sayımızda National Gallery'de açtığı Who Are You sergisi ile tanıtmıştık sizlere. Londra'dan servis ettiğimiz sanatçı şimdi Pera'da. Bu sefer serginin ismi Küçük Farklılıklar. Farklı olmanın peşinde koşan insanın bu farklılığı üretme yolları, seçimleri, çağımızda bu durumun özellikle tüketim yönünden pompalanması, gene farklılığın peşinde sınıf, kimlik ve dinî temaların da işin içine dâhil olduğu üretimler karşımızdaki. Bir anlamda gözümüzün önünde olan biteni yeniden gözümüze sunma/sokma eylemi.
Özellikle tüketim eleştirisinin merkeze oturduğu işlerinde markaların yaşamımızdaki hayatiyeti, o markalara sahip olmanın kişiye varoluşsal bir anlam kazandırmaya başlaması tekrar tekrar karşımıza çıkar. Her defasında daha pahalı bir markaya sahip olmanın statünü yükselttiğine duyulan inanç tiye alınır. İnançların da aynı etkisine inanır. Zamanında masum bir şekilde inandığınız, sizi rahatlatan inancınız sonradan gözünüzü karartan hallere bürünebilir. Din de tüketim de sizi iyi hissettiren hallerinden, saplantıya, sizi kendinizden yabancılaştıracak fetişlere dönüşebilir, dönüşmektedir de Perry'ye göre. Mesela Tim'in hayatını konu alan Küçük Farklılıkların Kibri adını verdiği altı halının hikâyesi. Hogarth'dan mülhem sadece zengin olmaya, başarılı ve de ünlü olmaya odaklanılmış hayatların neyin etrafında döndüğünün birer göstergesi niteliğindeki halılar taşıdıkları ayrıntılarla hayranlık vericidir.
Gerek bu serisinde olsun gerekse diğerlerinde hepsinde eskinin anlatım biçimleriyle muhasebesi de ön planda. Bir şekilde günün mevcut problemlerini eskinin anlatım biçimleri ile harmanlayan bir yaklaşım. Eskinin tekniği halılar, porselenler, baskılar üzerinden devam ederken Hogarth, Van Eyck, Grünewald, Giotto, Mantegna, Massaccio gibi klasiklerin anlatım biçimlerine de selam durulur. Doğrudan o klasiklerin ya şemasına ya bir ayrıntısına takılıp kendi versiyonunu oluşturan sanatçı bu konuda oldukça hünerli. Bu hünerinden ilham almak gerekir. Yığılmış, orada öylece duran bir el altında olmaklığın dışında işlev yükleyemediğimiz geçmişimize ait tüm birikimin yeni bir gözle temaşası. Harcamadan, taklit etmeden, tüketmeden, yağmalamadan, özenle, incelikle yeniden ele alma, hem tekniği hem mevzuları. Sanat söz konusu olunca derdimizi tasamızı oluşturan başat meselemiz değil mi geleneğin icrası ve ihyasının nasıllığı? Tabii bir de büyüklenmeden, geçmişe bir kutsiyet atfedip böyle bir geçmişe sahip olmanın kibrine düşmeden, ne varsa o zamanlarda vardı demeden, biz bu zamanlardayız ve çok şükür elimiz ekmek tutuyor!