Kara Walker 1969 doğumlu, New York'ta yaşayan ve de üreten Afro-Amerikalı bir sanatçı. Tüm derdi tasası siyahi insanların bu ülke kurulurken dökülen kanlarını unutturmamak, aynı masallardaki gibi mütemadiyen bunu hatırlamak ve de hatırlatmak.
Bir varmış bir yokmuş diye başlar tüm masallar. Anlatıldıkları müddetçe vardırlar, bittiklerinde yokluğa karışırlar. O yüzden masallar sürekli anlatılır, var kılınmaya çalışılırlar. Çocukluğumuzdan çıkıp gelen masalları unutmamamız bu tekrarlardan sebeptir. Masallar gerçek hikâyelerin numuneleri ise şaşırıp kalırız ne çok canavar barındırdığına. Gerçek hayatta ne kötü kalpli cadılar, ne ağzından ateş püskürten ejderhalar, ne de tek gözlü devler vardır. Ama bunları uyduran muhayyile, zengin imgeler sunar zihinlerimize. Büyüdükten sonra geriye dönüp düşününce, neden bu kadar kötülükle hemhal olunduğu aşikâr oluverir. Belli ki bizi hayata hazırlamaktır görevleri… Kötülüğün binbir türüyle karşı karşıya kaldığımızda ne edecektik yoksa? Hep iyi, hep doğru, hep güzel çıkmayacaktı ki karşımıza. Ve ilk öğrendiğimiz şeylerden birisi, zorluk olmadan kolaylığın gelmeyeceği, kötüyle mücadele etmeden iyiliğin kazanılamayacağıydı.
Şimdi masalların rengi de değişti. Postmodern zamanların masalları diyebileceğimiz animasyon ve çizgi sinema örneklerinde hâlâ kötüler var evet. Ama artık ya iyi bildikleriniz kötü çıkmakta (Walt Disney Pictures ikidir
Frozen ve Altı Süper Kahraman filmlerinde bu şekildeki kötü karakterler üzerinden gitti), ya da canavar bildikleriniz iyi çıkmakta (DreamWorks ise
Ejderhanı Nasıl Eğitirsin 1 ve 2'de kötü zannedilenleri iyi çıkardı ve hatta ikincisinde daha ileri gitti meseleyi daha kaotik hale getirdi ve kötünün elinde kötüleşen aslında iyi olanlar diye vurgulara yer verdi). Yani kısaca yeni masallarımızın özü -hiçbir şey göründüğü gibi değil- de düğümlenir oldu. Oysa eskiden her şeyin göründüğü gibi olduğu zamanlarda hayat ne kolaydı. Artık sahtelik, yapaylık, simülasyon ve de manipülasyonun gemi azıya aldığı zamanlardan konuşmaktayız ve çocuklarımıza da buna karşı önlem almayı öğretir olduk: "Bak yavrum kimseye kanma, bir amca sana şeker uzattığında sakın alma ve hemen oradan uzaklaş." Böylelikle herkesin potansiyel olarak kötü olabileceği bilgisi aşılandıktan sonra ne kolaydı bu çocukları büyüdüklerinde aslında var olmayan kötülerle korkutmak. "Bak yavrum bu kara, bak yavrum bu yeşil, bak yavrum bu kırmızı, bak bu da sarı aman ha, dikkat et senin gibi olmayana." Bitmeyen ve de modası bir türlü geçmeyen 'ille de beyaz, ille de beyaz' vurgusu...
Bu beyaz takıntısı ilginçtir. Ben de vakti zamanında anneannemin anlattığı bir masal hatırlarım. Başını hatırlamıyorum ama sonunu unutmam, çünkü o zamanlarda da aklımı karıştırmış ve neden öyle olsun ki diye itiraz etmeme neden olmuştu. "Evladım bir gün zenci adamın biri tuvaletin köşeciğinde bir pirinç tanesi bulmuş, yiyivermiş de ak pak oluvermiş." Hadiii, bir; niye tuvaletin köşesinden bir şey yiyeyim? O kadarı da israf oluversin. İki; adam beyaz oluyor da ne oluyor, onu da Allah yaratmadı mı sanki? Buram buram ırkçılık kokan hikâye nasıl olmuştu da Türkiye'nin bir köşeciğinde iletişim araçlarının olmadığı, olsa bile okuma yazmanın pek az olduğu bir dönemde bu şekilde uydurulmuş, anlatılır ve "yaa, yaa" diye dinlenilir olmuştu? Sosyologlarımızı göreve çağırıyor, bunu araştırmayı onlara bırakıyor, kendi bildiğim alandan, bir sanatçının, ötekileştirmenin âlâsını yaşayan bir ırkın başına gelenleri nasıl eserlerine taşıdığından, neyi dert edindiğinden, temsilin olanaklarından nasıl yararlandığından devam etmek istiyorum.
Şeker gibi bir hikâye
Kara Walker 1969 doğumlu, New York'ta yaşayan ve de üreten Afro-Amerikalı bir sanatçı. Irk, cinsiyet, şiddet, kimlik meselelerini işlerine taşıyor. Tüm derdi tasası, siyahi insanların bu ülke kurulurken yaşadığı zulüm, bir anlamda kıtanın kuruluşunda Afrika'dan taşınıp getirilen insanların dökülen kanlarını ve de verilen canlarını unutturmamak, aynı masallardaki gibi mütemadiyen bunu hatırlamak ve de hatırlatmak. Çünkü biliyor ki bu hikâyeler anlatılmadığı zaman yokluğa karışacak. Hatırlatmaları 'neden' diye sorup isyan eden değil, 'hâlâ' diyen hatırlatmalar.
"Zenci (Homo pelli nigra): Tamamen siyah olan ve sıcak bölgelerde, özellikle de Afrika' nın tropik bölgelerindeki kısımlarında bulunan çeşitli insan ırklarına verilen bir isimdir. Zencilerin görünüşlerinde çeşitli ince farklar vardır; ama yüzlerindeki tüm diğer özelliklerle de diğer insanlardan oldukça ayrılırlar. Yuvarlak yanaklar, çıkık elmacık kemikleri, bir şekilde genişlemiş alın, kısa, geniş ve yassı bir burun, kalın dudaklar, küçük kulaklar, çirkinlik ve şeklen düzensizlik dış görünüşlerini tanımlar. Zenci kadınlar oldukça basık bir bele ve arkalarına bir semer şekli veren çok geniş kalçalara sahiptirler. En adı çıkmış kötü alışkanlıklar, bu mutsuz ırkın bir parçası gibidir: Aylaklık, hainlik, intikam, acımasızlık, küstahlık, hırsızlık, yalan, ağız bozukluğu, ayyaşlık, iğrençlik ve taşkınlığın doğa kanunlarının prensiplerini yok ettiği ve vicdanın sitemlerini susturduğu söylenir. Her tür merhamet duygusuna yabancıdırlar ve kendi haline bırakıldığında insanın yozlaşmasının mükemmel örneğidirler."
Alıntı 1798 tarihli Ana Britannica'dan. Tüm yaşananların medeniyet söylemleri ile soslanmış şekilde yutturulduğu dönemlerden (sanki bu zamanlar tarihte kaldı!) bir ansiklopedi maddesi. Böyle bir tanımın ardından ne gelir, her şey! Hoş, başa gelenler önceden gelmişti zaten, bu da haklıydık deyip vicdan temizlemek ya da zulme devam etmek içindi olsa olsa. Ötekileştirdiğine, bildiğin bütün olumsuzlukları yüklediğinde ona her tür eziyeti yapmak revadır, çünkü kanıtlama 'insan değildir'e vardırılmaktadır. Bir diğer tutum ise zavallının elinden tutma refleksidir. Çünkü o yardıma muhtaçtır, kendi aklı kendisine yetmemektedir, yetersizliğine ikna edilmelidir ki yardım edilebilsin, aydınlatılabilsin. Bu şekilde iki tutum da siyahilere dayatıldı. Zaten işe yaramayan, kendi haline bırakılmış, yoz, yobaz 'şeyler'di, o zaman onların gücünden istifade edilebilirdi, çünkü bu insanların yaratılışlarının bir amacı olmalıydı, o da herhalde seçilmiş beyaz ırka yardım etmek olsa gerekti. Aklın hükümranlığı ile akıldışılık bir arada işlemeye başlamıştır, bir anlamda modernizmin akıl dışılığını, karanlığını, nasıl bir temel üzerine inşa edildiğini ifşa etmektir Kara Walker'ın yapmayı arzuladığı. Çünkü modernizm ve modernizmin her daim kendini üzerine inşa ettiği canavar hikâyeleri devam etmektedir. Zamanın ruhuna göre roller başkalarına dağıtılabilir ama iyi adam hep beyaz adam olmak koşulu ile. Neden? Çünkü hikâyeyi hep o yazar, aynı ansiklopedileri yazanın da o olması gibi. Masalların hiç değişmeden devam ettiğini gören Walker da sırf unutulmasın diye kendi hikâyesini devam ettirir çünkü onunki kulaktan kulağa devam edecek bir masal değildir. Onunki kanlı canlı bir gerçekliktir ve en çabuk unutulan da gerçeklerdir.
Bu gerçekliği inşada özellikle siyah-beyaz kontrastını, kesinliğini/keskinliğini kullanır ve 'sticker' şeklinde oluşturduğu gölgeleri duvarlara yapıştırmayı tercih eder. Kâğıttan oyma işleri bir anlamda medeniyetin altını oyan beyaz galeri duvarlarına yapıştırılmış, sanki beyaz boyayı birazcık kazıdığınızda altından çıkan karanlığı vurgular gibidir. Mekânı bu resimlerle donatır, istila eder, tıpkı zamanında kendi kara parçalarının istila edildiği gibi. Gölgeler size geçmiş hikâyeleri fısıldarlar, bu hikâyeler acı doludurlar, aynı zamanda kendileriyle dalga da geçmektedirler. Temsilde tek renkliliğin ve düzlemsel yapının etkisi ile her şey aşikâr kılınmaz, daha çok neyi gördüğüne karar veremez bir durumda bırakılır izleyici. Böylelikle izleyiciyi sadece izleyici olmaktan çıkarır ve anlatılanı dinlemeye, ne gördüğünü çözmeye çalışan bir katılımcıya dönüştürür. İşler katılımcısı ile tamamlanır.
Duyulan iç sıkıntısı ve çoğunlukla utanç duygusuna yol açan görüntüler, bile isteye sanatçısı tarafından tercih edilir. Sanatçısının gerek kölelik ekseninde tarihi utancı, gerek sosyal utancı, gerekse de bedensel utancın hepsini ayıklamak gibi bir dert taşıdığını okuruz hakkında yazılanlara baktığımızda. Öyleyse bu şekilde görüntülerin karşısında duyulmasını arzu ettiği utanç duygusunun insanoğlunun varlığında hâlâ mündemiç olup olmadığını mı test etmek ister yoksa zamanın oluruna kapılıp giden ve de süregelen, yaratılan yeni hikâyelere tepkisizliğimizin utancını mı duymamızı ister? Utanç meselesini kendi hikâyelerinden arındırır, karşı tarafa yükler. Böylelikle hem geçmiş, hem bugün üzerinden kurulan utanç duygusunu belki de gelecek için yegâne kurtuluş yolu görmektedir. Bu şekilde hatalardan ders alınacak ve birlikte yaşamanın yeni yolları kurulacaktır ve sanatını da bu yolları kurmanın bir aracı eyler. Çoğu çağdaşı gibi sadece hikâye anlatmaz, 'ne yapmalı?' sorusuna da cevap arar.
Geçen yıl, 2014 Mayıs'ında yıkım kararı çıkartılan Brooklyn'deki Domino Şeker Fabrikası'nda mekâna özgü yaratılan ve bina ile birlikte yıkılacak olan kısa sürelik bir eserle karşımıza çıktı Kara Walker. Bilinen ve tercih ettiği, fısıldayan gölgelerin yerine eski işleri ile tamamen ters köşe, devasa büyüklükte bir heykeldi karşımızdaki. 'A Subtlety' veya 'Marvelous Sugar Baby..' diye devam eden uzun bir isim tercih etti adlandırırken. 73 ton şeker bağışlandı, 35 tonu bu heykelin kaplanmasında kullanıldı. 13 de dökme şeker erkek çocuk heykeli eşlik etti bu büyük heykele. Bembeyaz şeker küplerinden oluşmuş siyahi kadın sfenksi önden dünyaya hakim poz verirken, arkadan ise düzenin kölesi oluşuna gönderme içermekteydi. Değil mi ki beyaz adam için o sadece pis işlerinde kullandığı kölesi değildi, aynı zamanda aynı beyaz adamın zevk kaynağıydı da,tıpkı şeker gibi. Hem eziyetin en âlâsını dayattığı hem de zevk nesnesi haline getirdiği bir çifte düzenek işliyordu aynı beden üzerinden. Çünkü o sadece bir bedendi ve ötesi yoktu.
Gene mekânı işgal etmeyi başarmıştı Walker. Hatta mekâna sıkışıp kalan bir görüntüydü bu seferki, bir anlamda mekândan taşma noktasına gelen. Bu haliyle öfkesinin de doruğuna varmış denilebilir miydi? Yok komşuluk, yok dünyanın global bir köy oluşu, yok dünya vatandaşlığı diye yazıp çizedursun birileri, sanatıyla bağıran, sfenksiyle tüm olan bitene hareket çeken sanatçı bu el hareketinin önünde kültür-sanat piyasasının kodamanlarını ağırlamayı ihmal etmedi. O mekânda dünyanın küçük bir düzeneğini kurdu. Koca bir düzenin altında ezilen küçücük bedenler ve bu bedenlerle semiren diğerleri, olanlara işaret eden birileri ve sadece seyirci olma konumundan vazgeçmeyen başkaları. Hepsi aynı yerde, aynı havayı soluyan ama başka telden çalan, oynayan, eyleyen, inleyen ve seyreyleyenler cümbüşü…
Gökten elma mı düşsün başka şeyler mi, bilemedim...