Türkiye'nin Cumhuriyet Dönemi'ni de aşan derin sorunlarının başında Kürt meselesi geliyor. Cumhuriyet, bu meseleyi 1925'ten itibaren sosyal alanda ret, inkâr ve asimilasyon politikalarıyla, siyasal alanda da 'tedip-tenkil ve tehcir' yani 'haddini bildirmek, tepelemek ve sürmek' politikalarıyla halletme yolunu seçti.
İsyan ve tepkilerin karşılığı bunlar oldu. Bu yaklaşım, 1950-60 arası hariç 2000'li yıllara kadar çok değişmedi. Askeri darbe dönemlerinde arttı, sivil iktidar dönemlerinde biraz azaldı.
Sürekli bastırılan Kürtlerin siyasi arayışları da 60'ların ortasında başladı. 70'lere gelindiğinde farklı örgütlerle ortaya çıktılar ve ilk kez seçim yoluyla yerel iktidara talip oldular. O yıllarda şiddet dışı siyaset izleyen Kürt hareketleri, aralarında Diyarbakır ve Ağrı belediyelerinin de olduğu birçok yerde seçim kazandı.
Bu sürece, 12 Eylül 1980 darbesi son verdi. Bu aynı zamanda Kürt siyasi hareketlerinin şiddetle de buluşma dönemiydi. 70'lerin sonunda silahlı mücadele vermek için yola çıkan PKK, 1984 yılında Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla ilk silahlı mücadeleyi başlattı ve 30 yıllık çatışmacı süreç başlamış oldu.
Şiddetin, terörün, faili meçhul cinayetlerin, yargısız infazların hüküm sürdüğü 30 yıllık bu dönemde, Özal dışında çözüme kafa yoran hiçbir siyasi irade olmadı ve sorun hep askere havale edildi. Bir genelkurmay başkanının deyimiyle, PKK askeri anlamda birkaç kez yenilse de ne Kürt sorunu ne de PKK meselesi bitirilemedi.
PKK lideri Abdullah Öcalan'ın 1999 yılında yakalanması da sonucu değiştirmedi. Devletin Kürt meselesine yönelik demokratik adım atmaması ve bazen iç bazen dış siyasi hesaplar nedeniyle PKK hep ayakta kaldı.
Ve Öcalan'ın yakalandığı 1999 yılında ara verdiği çatışmalara PKK, 2004 yılının Haziran ayında yeniden başladı.
2002'de iktidara gelen ve AB sürecini başlatan AK Parti'nin demokratlaşma hamleleri de bu sonucu değiştirmedi. OHAL'e son verilmesi, TMY'nin 8 maddesinin değiştirilmesi ve Anayasa'daki Kürtçe yasakların kaldırılması, 100 yıllık tarih için küçük ama o dönem için önemli adımlardı.
Kürt meselesinde en önemli adım, 2005 yılında Başbakan Erdoğan tarafından atıldı. Başbakan Erdoğan o güne kadar pek denenmeyen bir yolu denedi ve ilk kez Diyarbakır'da ezber bozan bir çıkış yaptı: "Kürt sorunu benim sorunumdur."
Bu, çözüm sürecinin ilk ateşiydi. Türkiye'deki asker-bürokrat-sivil gerginliğinin en yoğun yaşandığı o günlerde sorunun adının konması bile önemliydi. Adım atılmış ama Türkiye'deki derin siyasi gerilimler nedeniyle bu adım demokratikleşme hamleleriyle devam ettirilememişti. Bunun yerine PKK ile gizli görüşmeler devreye girecekti. 2008-2009 yıllarında MİT, zaman zaman PKK ile bir araya gelecek ve sorunun çözümünü konuşacaktı. Dönüm noktası 2009 yılı oldu. O tarihte Kürt açılım süreci başlatıldı ve demokratikleşme açısından da önemli adımlar atıldı.
Kamuoyunun 'Kürt Açılımı' olarak bildiği bu sürecin en kritik adımı ise 19 Ekim 2009'da Habur'dan yapılacak girişti. Uzun tartışmalara neden olan bu girişimle 25 kişilik PKK'lı bir grup Türkiye'ye Habur'dan giriş yapacak ve mahkemeye çıktıktan sonra serbest bırakılacaklardı. Öyle de yapıldı. Ancak o zamanki BDP bu süreci doğru yönetmediği gibi devlet içindeki güçlerle, CHP ve MHP'nin sert muhalefeti süreci kesintiye uğrattı.
Norveç'in başkenti Oslo'da başlayan bu süreç Habur'da kesintiye uğrasa da devam etti. İngiltere'nin de gözlemci olarak katıldığı Oslo görüşmelerinde MİT ve PKK zaman zaman bir araya geldi ve görüştü. Bu görüşmelere ilişkin önemli bilgilerin medyaya sızmasıyla bu süreç de 2011 seçimlerinden sonra bitti ve yerini çatışmalara bıraktı.
Bu arada sürecin bitirilmesinde KCK operasyonlarıyla yaşanan yoğun tutuklamaların da etkisi oldu. Sonradan, bu süreçte 'paralel yapı' olarak nitelenen Gülencilerin ciddi katkısı olduğu anlaşıldı.
Çatışma 2012 yılında daha da yükseldi. Onlarca insan yaşamını yitirdi. Ama yine sonuç alınmadı. Ve devreye 2013'ün ilk günlerinde 'çözüm süreci' girdi. Çatışmanın en yoğun yaşandığı dönemde devlet bu kez İmralı'da Öcalan'la görüşmeye başlamıştı.
Kürt meselesinde yeni bir sayfa açılıyordu. Öcalan, 21 Mart 2013'teki Newroz Bayramı'nda okunan mesajında şöyle diyordu: "Silahların miadı doldu, şimdi siyaset zamanı…"
Türkiye yaklaşık iki yıldır çözüm sürecini yaşıyor. Sıkıntılı olsa da çatışmanın olmadığı, insanların ölmediği iki yıldan söz ediyoruz. İlk defa yaşanan bu sürece Türkiye toplumu da büyük destek verdi. Türkiye'nin, 100 yıllık prangasından kurtulması herkesi heyecanlandırmıştı.
Çözüm süreci, şiddeti devreden çıkartıp siyasetin önünü açan bir projeydi. Projenin asıl hedefi ise bin yıllık Türk-Kürt ittifakını gerçekleştirerek bölgenin cazibe merkezi olmaktı. Devlet demokratik adımlar atacak, PKK da önce silahlı militanlarını yurt dışına çıkartacak sonra da silahlardan arındıracaktı. Bu adımların kolay atılmayacağını herkes biliyordu.
Olmadı da… 7 Şubat 2012 MİT Operasyonu da, Gezi kalkışması da, 17-25 Aralık darbesi de 'çözüm süreci'ne yönelik girişimlerdi.
Bölgedeki gelişmeler de süreçle ilişkiliydi. Özellikle Suriye'deki iç savaş, süreci direkt etkileyebilecek nitelikteydi. İran'ı hatta bazı küresel güçleri de hesap dışı tutmak mümkün değil. PKK bu dış konjonktürün değişmesi nedeniyle işi yavaşlatınca süreçte de sorunlar çıkmaya başladı. En son Suriye'deki Kürt şehri Kobani'yi terör örgütü IŞİD kuşatınca, 6-7 Ekim'de 40 kişinin ölümüne, şehirlerin yakılıp yıkılmasına yol açan vandalizme tanık olduk ve çözüm süreci ciddi yara aldı.
Bu kritik eşikte, akil insanların yeniden devreye girmesi ve Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun da vakit kaybetmeden onlarla buluşması umut verici oldu. Başbakan Davutoğlu, o buluşmada altı çizilmesi gereken tarihi bir konuşma yaptı. Üzerinde spekülasyonlar yapılan birçok konuda ayrıntılı bilgi verdi ve hükümetin çözüm sürecine nasıl baktığını anlattı. Bu açıklığa Türkiye toplumunun ihtiyacı vardı.
İçeriden ve dışarıdan yürütülen çok yönlü saldırı kampanyasında, 'Çözüm süreci Türkiye'yi bölecek'ten 'Hükümet Kürtleri oyalıyor'a kadar her şey söyleniyor ve sürecin bitirilmesi isteniyordu. Aynı algı operasyonunu Kobani'de de gördük. Aylardır Kürt toplumu, 'Türkiye IŞİD'i destekliyor' tezi üzerinden 'çözüm süreci bitiyor' noktasına getirildi.
Başbakan Davutoğlu, ilk kez tüm bu iddialara çok net cevaplar verdi. Önce nasıl bir bakış açısına sahip olduklarının altını çizdi:
"Önümüzde iki seçenek var; ya barışçıl ve karşılıklı saygıya dayalı esaslarla bu toprakları birleştirici bir yol seçeceğiz ki bizim tercihimiz budur. Ya da yayılmacı, sekter ve modern görünümlü ama aslında gayet arkaik, aşiretçi Baas ideolojisiyle veya Marksizm'le ya da bazen dini, İslami görünümlü arkaik yapılarla bezenmiş çoğulcu yapılara karşı savaş ilan eden terör veya radikal grupların tesiri altında kalacağız…"
Bu seçim, sadece Türkler ve Kürtlerin değil, tüm bölge halklarının önünde duruyor. Çözüm süreci bu önerinin içerideki versiyonu… Başbakan Davutoğlu, çok tartışılan Türkiye Kürtlerinin 'statü' talebine de şu cevabı veriyor:
"Kürtlerin devleti yok, devlet arayışı var diyenlere ben şunu söylüyorum; Kürtlerin devleti Türkiye Cumhuriyeti'dir."
Bu 'ortak devlet' önerisini ne yazık ki Kürt siyasi hareketleri henüz gündemine almış değil. İçinin nasıl doldurulacağına elbette siyaset karar verecek. Ancak Kürt siyasi hareketleri hâlâ 20'nci yüzyılın 'ulus-devletçi' yaklaşımıyla özel statü isteme noktasında olduğu için bunu aşamadı.
Tabi Kürtlerin sadece Türkiye'de değil, Irak, Suriye ve İran'da da olmaları sorunu biraz daha karmaşık hale getiriyor. Bu durumdan yararlanmak isteyenler de var. Hatta Almanya gibi bazı ülkelerin 'Küçük Türkiye' arzusu, milliyetçi damarları da harekete geçiriyor. Tüm bu yaklaşımlar, barışçıl yollarla kurulacak ve bölgede etkili olacak 'Türk-Kürt İttifakı'nı engellemekten öte bir anlam taşımıyor.
Başbakan Davutoğlu, bu gerçeği Barzani örneğiyle açıklıyor:
"Türkiye'deki çözüm süreci doğru yürüdüğü sürece çevredeki yaralara da şifa olacaktır. Barzani geçen sene Diyarbakır'a geldiğinde Eski Türkiye'de felaket olarak görülebilirdi. Kimse hayal edemezdi. Bu devrimci bir adımdı. Yurt dışındaki Kürtler de bizim kardeşimizdir. Onların özgürlüğü bizim özgürlüğümüz, onların acısı bizim acımızdır."
Peki aynı şey Suriye Kürtleri için de geçerli mi?
Başbakan Davutoğlu, ilk kez ilginç bir yaklaşımdan söz ediyor:
"Biz hiçbir zaman Kobani önemsizdir demedik. PKK silahlı unsurlarını Türkiye topraklarından çekmiş olsaydı tutumumuz farklı olurdu."
İşin can alıcı noktası belki de tam burası… Hükümet, Kobani konusunda 'tutumumuz farklı olurdu' diyerek PKK ve çevresine 'birlikte hareket edebilirdik' mesajı veriyor. Bu mesaj alınır mı bilmiyorum ama bu noktada artık Akil İnsanlar'ın veya onlardan oluşan sivil İzleme Komitesi'nin devreye girip çözüm süreci dökümü yapmasında yarar var.
Hükümet ve PKK ne yaptı, ne yapmadı?
Gerçeğin ortaya çıkması için üçüncü bir sivil göze ihtiyaç var.