Ahmet Davutoğlu ve Türkiye’nin barış süreci
Kolaya kaçmadı. Verili olanı seçmedi. Dışişleri'nin geleneksel reflekslerini kurtarıcı olarak görmedi. İlkin karanlıkta el yordamıyla yolunu bulmaya çalıştı. Hükümetin 'komşularla sıfır sorun' politikası, önünü yeni görmeye başlayan çiçeği burnundaki yeni Dışişleri Bakanı'na bölgeyi tanımak ve köklü politikalar geliştirebilmek için biraz zaman kazandırmaya yaradı. Bölge devletleriyle ilişkileri korumaya ve daha sıcak kılmaya dönük bu dış politika açılımının, değişim rüzgârının karşısında fazla naif kaçtığı çok geçmeden anlaşıldı. Yeni olan her şey için biraz zamana ihtiyaç vardır; deneme ve yanılma olmadan yeniyi bulmak zordur. Bu, yeni hükümet için olduğu kadar, 2009'dan sonra Dışişleri Bakanlığı görevini devralan Davutoğlu için de geçerliydi. Hariciye'de yetişmemiş olması ve bürokrasiden gelmemesi, çevreden merkeze doğru yürüyen ve statükoyu zorlayan bir partinin üyesi olarak sivrilmesi, iç ve dış egemen politik eğilimlerin uzağında kalmış olması onun avantajı oldu.
Hükümetin olgunluk döneminde Ahmet Davutoğlu da Ankara merkezli yeni bir dış politika inşa etmeye başladı. Yıllar içinde oluşan kırmızı çizgileri bir bir geçti. Dış politika tabuları onun zamanında aşıldı. Türkiye'nin bölgesinde kendisine biçilen rolün dışına çıktığında içeride ve dışarıda büyük tepki çekti. Erdoğan'dan sonra en fazla tepki gören isim oydu.
Yakın zamana kadar Türkiye'nin rolü bölgede Mısır'dan sonra İsrail'in güvenliğini tamamlamakla sınırlıydı. Türk dış politikası, II. Dünya Savaşı'ndan sonra Amerikan güdümünden neredeyse hiç çıkmadı. Batı'nın Doğu'ya uzandığı bir kara parçası oldu. Bu elbette Türkiye için kazançlı bir ortaklık değildi. Güçlü devletlerin çıkarlarını önceleyen bu ilişki, Türkiye'nin geri kalmasında, sanayileşememesinde, kalkınamamasında ve teknoloji üreten bir ülkeye dönüşememesinde de etkili oldu. Batı'nın desteğine muhtaç bir ülke olarak hep yerinde saydı. Bu ilişki biçimi içerideki ekonomik ve siyasi düzeni de belirledi. Siviller üzerinde askerlerin veya bürokrasideki güç odaklarının hâkimiyetine dayanan vesayet rejimi, devletin dış dünyayla kurduğu münasebetin yansımasıydı.
Türkiye'nin iç dengeleri sarsılıp statüko aşıldıkça dış ilişkileri de bozulmaya başladı. İçerideki vesayet sistemi hükümet tarafından adım adım geriletildi; bu değişim, dış ilişkilerde oluşan statükoyu da etkiledi. Davutoğlu, dünyaya Washington veya Brüksel'den değil, Ankara'dan bakmaya başladı. İdeolojik ve siyasi formasyonu da bu bakış açısını besledi. Erdoğan ile uyum içinde dış politikaya yeni bir vizyon kazandırmaya çalıştı. Cumhuriyet'le sınırlı bürokratik bakış açısını daha zengin deneyimler sunan İslam ve Osmanlı tarihine uzanarak aştı.
Mısır ve Suriye'de patlak veren Arap Baharı, Türk dış politikası için dönüm noktası oldu. 20'nci yüzyılda cetvelle çizilen sınırlar birkaç yılda dağıldı. Bugünkü Ortadoğu'yu şekillendiren Sykes-Picot, büyük deprem geçiriyordu. Dipten gelen bu değişim dalgasını ilk hisseden Davutoğlu oldu. Irak ve Suriye dağılıyordu. Depremin yıkıcılığı etnik ve mezhep savaşı olarak kendini dışa vurdu. Ortadoğu yangın yerine döndü. Bu kaos ortamında devlet kurma iddiasıyla yeni örgütler kuruldu. Türk dışişlerinin tarihinde ilk kez bu dönemde bağımsız bir dış politika izlediğini söylersek abartmış olmayız. Dışişleri, değişim fırtınasına ayak direme yerine bu fırtınaya ayak uyduracak yeni bir vizyon geliştirdi. Verili siyasi haritaları aklından ilk silen, yeni bir bölge tasavvuru geliştiren ilk ülke Türkiye'ydi. Kuşkusuz Dışişleri, 'Amerika veya Batı ne der' diye düşünmedi de değil, ancak onların düşüncelerini öğrendikten sonra da yoluna devam etmesini bildi.
Türkiye'nin yasa dışı PKK'nın 1984 yılından beri sürdürdüğü isyanı bitirmek ve Kürt meselesini çözmek için başlattığı barış süreci, tam da Irak'tan sonra Suriye'de de yeni bir Kürt bölgesinin doğduğu zamana denk geldi. Bu hamle, tesadüf değildi. Bölgedeki gelişmelerle doğrudan bağlantılıydı. Büyük bir sarsıntı geçiren Ortadoğu'ya ilişkin yeni bir düzen tasavvur edilmeseydi, çözüm süreci de başlatılamazdı. PKK'nın silah bırakması veya Kürt sorununun çözülmesi için çabalar içeride elbette sürüyor olacaktı; ancak bu süreçler gerçekçi bir çözüm vizyonundan ve yeni Türkiye tasavvurundan yoksun olacağından süregelen kısır döngüden kurtulmaya yetmeyecekti.
PKK ve Kürt meselesi, 2011'den itibaren Türkiye için bir 'iç politika' sorunu olmaktan çıkarak bölgesel strateji ve politikalarla birlikte ele alınmaya başlandı. O günden beri de dış politikanın başında Ahmet Davutoğlu bulunuyor. Çözüm süreci Türkiye'nin dış politika hamlesi olarak onun zamanında gündeme geldi. Kürt meselesini Ortadoğu'dan ayrı düşünmenin imkânsız olduğunu sanırım Türk dışişlerinden daha iyi kimse bilemez. Kürtler, İran, Irak, Suriye ve Türkiye'ye dağılmış durumda olsalar bile, yaşadıkları bütün bu ülkelerde nasıl yaşayacaklarına, yönetileceklerine dair bir karar ve tercih hakkına sahipler. Bu dört ülkede toplam 40 milyona yakın bir Kürt nüfusu yaşıyor. Irak'ta bağımsız bir devlet düzeyine kavuştular. Suriye'nin kuzeyinde özerk kantonlara sahipler. PKK ve onun siyasi uzantısı olan HDP, uzun süredir Türkiye'de de özerk yönetim talebinde bulunuyor. İran'daki Kürtler de Tahran rejiminden daha azını istemiyor.
Türk dışişlerinin Kürtleri 'düşman' kategorisinden çıkarıp stratejik olarak iş birliği yapılacak 'kardeş toplum' ve 'müttefik güç' olarak görmesi, Türkiye'nin sıkıştırıldığı köşeden çıkmasını ve derin bir nefes almasını sağladı. Irak'taki Kürt yönetiminin hamiliğini üstlenen Türkiye, Suriye'nin Kürt bölgesindeki örgütlerle de yakın bir diyalog kurdu. 30 yıldır Türkiye'ye karşı silahlı mücadele veren yasa dışı PKK ile de masaya oturarak Kürt meselesini demokratik bir zemine taşıma becerisini gösterdi.
Ahmet Davutoğlu'nun Başbakanlık görevine gelmesinin hemen ertesinde çözüm sürecini kendi uhdesine alması, sürecin koordinesini bizzat üstlenmesi, barış sürecini ivedilikle sonuçlandıracağına dair kararlılık mesajı vermesi, onun dış politika gerçeklerini en iyi bilen isim olmasından ileri geliyor. Dış politikadaki değişim rüzgârını yakalayan isim olarak Davutoğlu'nun aynı zamanda içerideki büyük değişim hamlesi anlamına da gelen çözüm sürecinden sorumlu olması, Türkiye için büyük bir şans. Bu görev dağılımı aynı zamanda hükümetin bu meselenin ciddiyetinin farkında olduğunu da gösteriyor.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin en köklü ve en büyük sorunu, Kürt meselesidir. Bu sorun, Yeni Türkiye'nin anahtarı konumundadır. Yeni Türkiye vizyonunu sahici kılan da Kürt sorununun varlığıdır. Erdoğan'ın ortaya koyduğu, geliştirdiği yeni Türkiye vizyonu, 1920'lerdeki ilk Meclis modelini referans alıyor. Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında Kürtler, kendi etnik ve siyasal kimlikleriyle Meclis'te temsil edilme hakkına sahiptiler. Sonraki yıllarda diğer örneklerinde olduğu gibi ulus devletin farklı kimliklere yaşam hakkı tanımayan tekçi yapısına kurban gittiler. Oysa ilk Meclis, Kürtlerin yaşadıkları yerlerin, muhtariyet ile idare edilmesini bile öngörüyordu. Erdoğan hükümeti asimilasyon ve inkâr politikalarına son verse de yakın zamana kadar bir çözüm vizyonu geliştirememişti. 2011'de Suriye'de patlak veren isyan ile Türkiye'de tırmanan şiddet dalgası ve iç dengelerde yaşanan sarsıntı, Kürt meselesinde eksik olan 'çözüm vizyonu'nun doğmasını sağladı. İlk Meclis ve Türkiye'nin ilk Anayasası taslağı olarak bilinen 'Amasya Tamimi'ni referans alan bu vizyon, yeni koşullara ve güç dengelerine göre, zamanla en gerçekçi şekline kavuşacak. Bu vizyonun yaratıcısı Tayyip Erdoğan'dır, sürdürücüsü ise Ahmet Davutoğlu.
Konuya Erdoğan'dan sonra en çok hakim olan Davutoğlu'nun Başbakanlığa gelmesiyle birlikte ikinci yılını geride bırakan çözüm sürecinde yeni bir aşamaya geçilmesi için düğmeye basıldı. Ahmet Davutoğlu, kabine üyeleriyle birlikte ilk toplantısını yaptıktan sonra çözüm sürecini hızlandırma kararını şöyle açıkladı: "Şimdi artık iç ve dış yangınların etkisini minimize edebilmek ve sürecin bunlardan etkilenmemesini sağlamak için daha seri adımlarla hareket etmek gerekiyor."
Suriye ve Irak'tan tüm bölgeye yayılan çatışma, ölüm ve yıkıma karşı Türkiye'nin elinde barışı, istikrarı, yeni düzeni temsil edecek bir çözüm modeli bulunuyor. Türkiye, bu meselenin çözümünde dünya tarafından da kabul görecek en demokratik modeli üretmiş durumda. Bu başarı hikâyesini Davutoğlu, yakın zamanda şöyle ifade etti: "Bugün Ortadoğu'da tek bir başarı hikâyesi vardır, o da çözüm sürecidir. Bugün bölgede halkının her kesimiyle barışık ve yeni bir ülke kurma iddiasında olan tek siyasi iktidar bizim siyasi iktidarımızdır. Mısır'da, Suriye'de, Libya'da ya da Irak'ta yönetimler bizim kadar demokratik ve içselleştirici bir siyaset takip etmiş olsalardı bugün orada yaşanan şeyler yaşanmamış olurdu."
Kamuoyu Erdoğan'dan sonra Başbakan Ahmet Davutoğlu'na büyük güven duyuyor. Ahmet Davutoğlu, bu güveni sarsacak bir isim değil. Davutoğlu'na göre çözüm sürecinde yarı yol geçildi ve gemi eski limana geri dönemeyecek kadar uzak bir noktada. Davutoğlu, izlenecek yol haritasını ve süreçle ilgili kararlılığını yakın zamanda şöyle özetledi: "Artık adım atma vakti, nihai hedefler içinde silahsızlanmanın da olduğu terör olgusunu bitirecek ve toplumsal entegrasyonu nihai noktaya erdirecek ve şiddeti yok edecek bir sürecin başlaması lazım."
Bu kararlılık iki tarafta da var. Bu nedenle görüşmeleri ilerletme kararlılığı sergiliyorlar. Ayrıca toplum çözüm sürecinin teminatı haline gelmiş durumda. Kamuoyu, bu konuda fazlasıyla hassasiyet gösteriyor. Süreçte en ufak bir sorun, aksama veya gecikme ciddi bir kamuoyu tepkisiyle karşılaşıyor. Ne hükümet ne de Kürt tarafı, bundan sonra süreci bozan taraf olmaya cesaret edebilir.
Davutoğlu döneminde çözüm sürecinin sonuca doğru hızla yol almasını ve sonuçlanmasını umabiliriz. Ahmet Davutoğlu, tarih vererek 2015'teki Haziran seçimlerine kadar bu süreci tamamlama arzusunda olduklarını dile getirdi. Siyasetçiler stratejik hatalar yapmadığı müddetçe, çözüm sürecinden geri dönüş olmayacağını düşünüyorum. Çözüm sürecinde 2015'in final yılı olması mümkün.