Bozkırkurdu: Herkese göre olmayan bir kapı
Üniversitede öğrenciyken bir dostum vardı. Adı Kadir. O yıllar iyi giden pek bir şey yoktu. Herkesin hayatında öyle dönemler vardır. Özellikle öğrencilik yılları, biraz yoksulluk, biraz yalnızlık… Kırık dökük, darmaduman bir hayat yaşıyorduk. Elbette çok eğleniyorduk. Elbette epeyce hüzünlü ve kederliydik de. Bir müzik grubumuz vardı. "İstanbul Yorgunu"ydu ismi. Kadir besteliyordu, Kadir çalıyordu, Kadir söylüyordu, ben de yanında deyim yerindeyse tıngırdatıyordum. Evet bunların Bozkırkurdu ve Hary Haller ile alakası yok.
O yıllardan devam edeyim o halde. Şiirler insanın kendisine saldırısıydı o zamanlar. Gerçi şimdi bile çoğunlukla öyle ya. Romanlar da başka bir dünyanın mümkün olduğuna dair, tanımı bu şekilde yapılmayan ama içten içe harlanan bir inancın ilk adımı. Okuyan, yazan, düşünen insanların dünyaya dair ilk farkındalığı mesela, bir tuhaflık sezme gibi gelir bana. Bir anormallik. Bunu çoğunlukla kendisiyle alakalı zanneder ve başlangıçta kendisine kıyar bu türden insanlar.
İsmet Özel, kendisini şiir yazmaya iten şeyin; "bir şeylerin yolunda olmadığına dair ciddi uyarılar alma" olduğunu söyler. Yılların ardından geçmişe bakıp ilk şiirlerini kaleme aldığı zamanlara ve o zamanlardaki şiir yazma çabasına dair bu şekilde bir anlamlandırma/gerekçelendirme yapmak mümkün görünüyor ama ilk şiirlerini kaleme alma çabasına o an içinde ve o zamanda, yani o yaşta gerekçe üretmeye çalışsa bir genç şair muhtemelen sadece acı ve kederden, nereden geldiği belli olmayan ve nereye sürüklediği de belli olmayan "bir tuhaflık sezmek" halinden bahseder. Ben öyle bahsediyordum en azından. O yıllar evet. Bu tuhaflığı sezmeye de bir isim vermiştik üstelik. Daha doğrusu ilk Kadir'den duymuştum bunu. Benim ve elbette daha çoğuyla kendisinin içinde bulunduğu durumu izah içindi biraz ama daha çok o halin neye dair olduğu ile alakalıydı ve bu açıdan çok kıymetliydi. Ne diyorduk, kederli olmak, sürekli mutsuz olmak, çok eğlenip çok güldüğümüz akşamlarda bile kalbimizden atamadığımız hüzün... Buna bakıp "sağlık belirtisi" derdi Kadir. Ben de öğrendim sonra. Buna ikna oldum zira bebek bile doğduğunda ilkin ağlamaya başlardı. Neden ağlardı? Çünkü ciğerlerine ilk defa oksijen giderdi ve canı yanardı. Canının yanması, sağlık belirtisiydi çünkü yaşadığına delildi.
Yani demem o ki; biz genç sanatçı adayları olarak ucundan kıyısından bir şeyler yazmaya ve bir şeyler okumaya çalışan insanlar olarak içinde bulunduğumuz ve kendimizi içinde bulduğumuz o tuhaflık hissini, kederi, hüznü, sağlık belirtisi diye isimlendirerek, aslında uyanışımızın başladığını da içimizden ve kısık sesle ama büyük bir inançla söylemekteydik bir bakıma. Bu hal benim için o kadar kıymetli ki, sözlerle ifade etmem mümkün değil.
Şimdi belki bu anlattıklarımla Bozkırkurdu'nun Hary Haller'i arasında alaka kurabilirim.
Yalnız kurt
Samet, genç bir öğretmendi. Onu uzun uzun anlatmam gerek aslında. Hafta içi okulda, hafta sonu dershanede, hafta içi ders olmayan gün parçacıklarında ise bir pazarlama firmasında çalışıyordu. Çağlayan'da penceresiz bir bodrum katta kirada yaşıyordu. Oturup One More Cup Of Coffee dinliyor, şiirler okuyor, sohbet ediyorduk çokça. Kederli ve yaralıydı Samet. Bana Bozkırkurdu'nu ve "alıp başımı efeler gibi gitmeyi" öğretti. Evet, bu başka bir yazı konusu.
Bozkırkurdu'nu okudum. Roman bir tuhaf adamın, tuhaflık diye nitelenecek özelliğinin ne olduğunu keşfi, yani aslında dünyanın bu halinin ne hal olduğunu anlamanın hikâyesi, yani aslında başka türlü insanların yaşadığı "ya da yaşayamadığı, nefes alamadığı" başka bir dünyanın var olduğunu anlamanın romanıydı. Buna kısaca "uyanış" desem çok klişe olur. Aydınlanma desem, tövbe, o hiç denmez. İyileşme desem… Sağlık belirtisi dediğim şeye meseleyi kasıtlı olarak çekmiş olurum. Ne desem olmaz, bazı şeyleri izah etmemeli, onu idraki eserin seyrine bırakmalı ama Hesse, kendi romanıyla alakalı nasıl desem, ben demeyeyim de kendisi nasıl diyor, ona bakalım bir: "Okurlarıma romanımı, nasıl anlamaları gerektiğini ne anlatabilirim ne de böyle bir şeye kalkışmak isterim. Yeter ki bu kitabı okuyan herkes, içinde kendinden bir şeyler bulsun ve bundan yararlansın. Gene de, Bozkırkurdu'nun öyküsünün insanı kemiren bir hastalıktan ve bunalımdan söz ettiğini ama bütün bunların ölüme ve yok olmaya değil, tersine iyileşmeye yönelik olduğunu anlarsa kendimi mutlu hissedeceğim."
Canım Hesse, sonunda sana bunu da yaptılar ve romanın neden bahsettiğini sana söylettiler ama güvencem şu ki; Zarifoğlu, kendisi gibi olmayanların kendisi gibi olmayanların söylediklerini asla tam manasıyla anlayamayacaklarını şu sözlerle ifade eder: "Onlara aşktan bahsetmek bize bile anlamsız gelir."
Bununla beraber Berna Moran, dünyanın en güzel romancısı Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ı için bir saldırı yakıştırması yaparak bu saldırıyı Atay'ın "tutunanların asla anlamayacağı ve reddedeceği türden bir roman"la yaptığından bahseder.
Var mısın yok yere ağlamaya?
Ne demeye çalıştığımı ifade etmeye çalışayım, hayır aynı cümle içinde aynı kelimenin iki kez geçmesini sorun edenleri sorun etmeyeceğim. Bozkırkurdu'nun başkarakteri Hary Haller bir kapının eşiğine gelir ve o kapıdan içeriye girmekte tereddüt eder. Epeyce eder ama başka çaresi yoktur zira başka türlü olması mümkün değildir. O kapının eşiğinden geçer, o kapıdan içeriye girer, orası artık eşikten önceki dünya değildir, orada her şey başkadır, orada kendisi gibi ruhlar vardır ama bu, bir birliktelik değildir, olmayacaktır. Kendisi gibi olan insanları buldu ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar hikâyesi değildir, bu, kendisi gibi yalnız başka insanların da olduğunun keşfedildiği bir dünyaya girmektir ama bakın yalnız dedik. Hayır aslında Hary Haller için sadece bir yalnız tanımlamasını yapmamız yakışık almaz. Yalnızdı ve bu yüzden mutsuzdu, dersek (bir de mutsuzluk çıktı karşımıza, oysa biz mutluluktan bahsetmiyorduk ki) bir gün dinerse yalnızlığı mutlu mu olacak? Mutlu olsa ne olur, mesele bu değil ki. O halde yine İsmet Özel'in dediğine dönelim; "Var mısın yok yere ağlamaya?" Bilirsiniz yok yere ağlamak herkesin harcı değildir. Zaten ağlamanın hiçbir çeşidi de yok yere değildir ama insan dokunabildiğini anlamlandırır; dokunamadığını, göremediğini yok sayar. Neden ağlıyorsun sorusuna, "misketimi kaybettim" bir cevap olarak verilir ve mantıklı bulunur ama rüzgâr esiyor diyemezsiniz. Rüzgâr estiği için, bir derenin akışını seyrederken içinde uyanan his için ağlar insan ama bu cevabı vermez çünkü bilir: "Onlara aşktan bahsetmek bize bile anlamsız gelir."
Bu yazıda Haller'in halini anlatmaya çalıştım ama fark ettiğiniz üzere çok da çalışmadım, biraz konunun etrafından dolandım çünkü Bozkırkurdu romanında Hary Haller'in gireceği o kapının eşiğinde şu yazmakta;
"Herkes için değil, herkes giremez."