Kadimi güncele kurban etmek ve mirası anlamamak
Kitle iletişim araçlarının hâkim dili herkesi ikna etmiş görünüyor: 'Gelişmiş' dünyanın herhangi bir yerinde insanlar, evvelemirde 'insandır': insan olarak doğar, yaşar, insan olarak işlerini yapar, insan olarak övülür, insan olarak suçlanır ve bir insan olarak hesap verirler. İslam dünyası söz konusu olduğunda ise herkes sadece 'Müslüman'dır: ne yaparlarsa -ki genellikle iyi ve yararlı değildir işleri- 'Müslüman' olarak yapar, bireysel ve toplumsal akılları 'özgür bir insan' olgunluğuna erişemediği için dine veya mezhebe referansla yargılanırlar. Belki dinleri ve mezhepleri onlar üzerinden yargılanır da denilebilir. Dinden veya mezhepten bağımsız bir dünyaları yoktur onların!
Bu yaklaşım, çağdaş dünyanın özünü teşkil eden insan özgürlüğünün din ve onun değerleriyle girişilmiş çetin bir savaşın neticesinde kazanıldığına inanan bir zihinden doğar. Böyle bir dünya görüşü 'özgür' insanların dünyasında bir birey olarak var olamayanları 'ortaçağ bakiyesi' olarak tahkir eder ve dışlar. Bu algıya karşı dini 'özgürlük' menşei sayanlar şöyle demeden edemez: Keşke insanlar söylendiği kadar din merkezli düşünseler, keşke hareketlerinde ana saik din olsaydı! Vakıa böyle midir? Hiç kuşkusuz hayır! Ne geçmişte ne günümüzde, ne doğuda ne batıda insanların davranışlarında ana saik din olmamıştır. Aksi halde insanlar arasındaki bunca çatışmayı, kavgayı, yeryüzünü talan etmeyi, kan davalarını vs. nasıl açıklayabilirdik?
Günümüzde Müslümanların yaşadığı en büyük sorunlardan birisi, İslam toplumlarındaki her hadiseyi -dünyanın öte kısımlarındaki gibi- 'normal beşeri hadise' diye görmemekten kaynaklanan bu körlük ve daha önemlisi küçümseyici tavırdır. Vakıa burada tam anlamıyla 'küçümseyici' ve daha da fazlası yok sayıcı bir bakıştan söz etmek gerekir; Müslümanları rahatsız eden ve bazen onları suçluluk psikolojisine düşüren, bazen de saldırganlaştıran bu 'küçümseyici' bakış ve yok sayılmadır. Bu tavra karşı Müslümanlar birbirlerini suçluyor, tarihlerini ve medeniyetlerini -anlamak ve ondan yeni değerler üretmek yerine- günahkâr ilan ederek savruluyorlar. Bazen suni ve sathî kavramlaştırmalarla bu küçümseyici tavır karşısında var olmayı sağlayacak bir 'savunma' geliştirmeye çalışıyorlar, fakat başarılı olamıyorlar. Savunmacı tavır, hiç kuşkusuz, lazım; fakat en büyük zaafı, anlamaya vakit ayırabilecek sabırdan yoksunluğu! Artık ciddi bir metodolojiye ihtiyaç var. Bu metodolojiye 'yeni' diyemeyiz; çünkü yaklaşık iki asırdan beri İslam dünyasının aydın sınıflarının hâkim dili olmuş bu 'savunmacı' tavır herhangi bir metodolojiyle Müslüman dünyanın tarih ve medeniyetini anlamaya çalışmadı. Müslüman aydınlar İslam mirasını bazen suçlayarak, bazen yücelterek, fakat her zaman 'abartarak' etkisizleştirme yolunu tercih etti ve bunu yaptığı ölçüde de hakikatten koptu.
Tartışma güncele hapsediliyor
İslam mirasını sistematik bir yöntemle araştırabilmenin ön şartı, hiç kuşkusuz, eleştirel bir İslam tarihi yazıcılığıdır. Günümüzde en çok muhtaç olduğumuz husus, böyle bir İslam tarihi yazıcılığıdır; siyaset hayatı, entelektüel ve sosyal hayatıyla İslam tarihinin yeniden yazılması şarttır. İslam bilimlerinin, kurumların, mezheplerinin; kısaca medeniyetin her alanındaki unsurlarının gelişim serüvenleri yazılmadan sahici bir düşüncenin zemini oluşmayacaktır. Üstelik bunu bir disiplin veya branşın imkânlarıyla başarmak da mümkün değildir. Başka bir ifadeyle, geçmişte böyle bir faaliyet 'ilahiyat' ilminin meselesi olarak görülebilirdi. Günümüzde ise ilahiyat disiplininin böyle bir işin üstesinden gelmesi söz konusu bile değildir. Sosyal bilimlerin farklı branşları ve yöntemleriyle bu tarih yazımının tamamlanması ve yazımın sürekli güncellenmesi ve yenilenmesi lazımdır. Bunun neticesinde İslam'ın sadece geçmişini değil, günümüzdeki sorunlarını da anlayabileceğimiz bir çerçeve kazanacağız. Bu sayede neyin dini, neyin sosyal ve kültürel olduğu hakkında daha açık ve seçik bir fikre sahip olacağız. Her şeyden önemlisi, evrensel bir medeniyet olarak İslam'ın insanlığa sundukları kadar günümüzde ve gelecekte insanlığa sunabileceği imkânları öğreneceğiz. Öte yandan İslam mirasıyla metodolojik bir ilişki kurmak yerine, 'savunmacı' bir üslubu yeğlemek, pek çok imkânı göz ardı etmeye yol açıyor. Her meseleyi günün sorunlarıyla irtibatlı ve o doğrultuda tahlil etmek, tarihsel derinliğe sahip bir medeniyeti anlamayı imkânsızlaştırıyor. Bunun en iyi örneklerinden birisi Müslümanlar arasındaki ihtilaflar ve mezhepler meselesinin güncel sorunlar dairesine hapsedilerek ele alınmasıdır. Günümüzde mezhep meselesi bir bölünme ve savaş sebebi olarak ele alınıyor ve Müslüman toplumlardaki pek çok hatanın kaynağı sayılıyor. Hâlbuki bugün 'sorun' sayılan bir şey, geçmişte veya gelecekte İslam'ın bir imkânı olarak okunabilir. Mezhepler sayesinde İslam düşüncesi gelişmiş, her mezhep İslam'ın belirli konularına katkı sağlayarak İslam ile hayatın irtibatını kurmuştur da diyebiliriz. Bu meyanda bir örnek olmak üzere Şia ile Sünniliği ortaya çıkartan Müslümanlar arasındaki ilk ihtilafa değineceğiz.
Müslümanların ilk ihtilafı
İmam Eşari ünlü eseri Makalatü'l-İslamiyyin'de Müslümanlar arasında ortaya çıkan ilk ihtilafın 'siyaset' kaynaklı olduğunu belirtir. Müslümanlar Hz. Peygamber'in dar-ı bekaya irtihalinden sonra onun yerine kimin geçeceğini tartışmaya vakit bulamadan fiili bir durumla karşı karşıya kaldılar: Bir Medineli mi yoksa Mekkeli mi Peygamber'in yerine geçecekti? Hiç kuşkusuz Müslümanlar Hz. Peygamber'in irtihalinden sonra ne olacağı sorununu daha önce konuşmuş olmalıdırlar. Fakat İslam kaynakları bu hususta yeterli bilgi vermez: Ehl-i sünnet tarihçileri Hz. Peygamber devrini beşeri hırsların ve beklentilerin aşıldığı -en azından perdelendiği- 'saadet asrı' olarak kabul eder. Bu asrın saadet asrı olması, İslam'ın taşıyıcısı olan sahabe neslinin masumiyeti bakımından çok önemli bir ilkedir. Buna mukabil Şia'nın İslam tarih yorumculuğu Ehl-i beyt dışında bu asrı gerçek bir 'saadet' asrı olarak görmez. Onlar Hz. Peygamber'in ümmetinin kendisinden sonraki 'vasilik' meselesi üzerinde durduğunu ve bu hususta ciddi ikazları ve ifadeleri olduğunu kabul ederler. Bu yaklaşıma göre Müslümanların Hz. Peygamber'in irtihalinin ardından aceleyle Hz. Ebu Bekir'i halife seçmeleri, bir hakkın gasp edilmesi veya Ehl-i beyt'e karşı işlenmiş bir haksızlık değildi sadece; mesele Hz. Peygamber'in yolundan açık bir sapma idi. Bu nedenle Hz. Ebu Bekir'den itibaren İslam tarihi sahih çizgiden sapma ve uzaklaşma, Ehl-i beyt için ise bir mazlumluk tarihi olarak yaşanmıştır.
Müslümanların tarihini derinden etkileyen ilk ihtilafın doğru okunması, çağdaş İslam dünyasını anlamak için vazgeçilmez bir şarttır. Öyle ki, bu ihtilaf doğru anlaşılmadığı sürece günümüz İslam dünyasında olup bitenlerin en azından dini ve mezhebi kısmının anlaşılması mümkün olmayacaktır. İki büyük mezhepten söz ediyoruz ve bu iki büyük mezhep günümüzde İslam dünyasının hâkim din anlayışını temsil eder. Sünniliğin coğrafyasından söz etmeye gerek yok! Şia'nın temerküz ettiği bölge ise kadim İslam coğrafyasını teşkil eden Ortadoğu bölgesidir. Başta İran, Irak ve Suriye olmak üzere, Hicaz'ın bazı bölgeleri, Lübnan -ve hiç kuşkusuz Türkiye'deki Aleviler- ile hatırı sayılır bir Şii coğrafyasından söz edebiliriz. Bu geniş coğrafyaya yayılan ve birbirinden farklı sosyal, kültürel ve tarihi amillerin izlerini üzerinde taşıyarak teşekkül eden Şiilik homojen bir yapı arz etmez. Şiilik bazı yapısal nedenlerle yerelliğe ve irrasyonelliğe daha yatkın bir mezhep olagelmiştir ve bu nedenle Şiiler arasında homojenlik daha azdır. Onları birleştiren bir üst ilke olarak İslam ve Ehl-i beyt sevgisi olsa bile, ayrıştıran unsurlar Sünnilere göre daha barizdir. Her şeye rağmen Müslümanlar arasında ortaya çıkan ilk ihtilaf Şiiliğin ana ilkesini teşkil eden nübüvvet telakkisinin bir yönünü anlamak için önemini muhafaza eder. Başka bir ifadeyle Şiiliği bir İslam mezhebi kılan ve onun İslam düşüncesine katkı sağlamasına zemin teşkil eden ana unsur, yerel özellikler değil, onun nübüvvet telakkisi ve bu telakki irtibatlı geliştirdiği Ehl-i beyt ve imamet anlayışıdır. Sünniliği 'Sünnilik' kılan da bu ilk ihtilaf karşısındaki tavrıdır. Binaenaleyh bu ilk ihtilaf meselesini doğru anlamak, Şiiliği ve Sünniliği anlamanın olmazsa olmazıdır. Bu sayede Şiiliğin ve Sünniliğin İslam düşüncesine ne kazandırdığını anlamış olacağız.
Şiiler Sünnileri, Sünniler Şiileri anlamak istemedi
Müslümanlar arasındaki ilk ihtilafın tarafları Medineliler ile Mekkelilerdi; Ehl-i beyt daha sonradan meseleye dâhil olacak veya edilecekti. Hz. Peygamber'in vefatıyla birlikte Müslümanlar ilk kez Kureyşli veya başka bir kabileden olmayı, Medineli veya Mekkeli olmayı, kısaca Müslümanlığın dışındaki gerekçelere atıf yaparak 'hak sahibi' olmayı hatırladılar. Bunu ise başlarına kimin geçeceğini tartışırken yaptılar. Fakat bu mesele kısa zamanda teolojik bir soruna dönüşerek günümüze kadar varlığını sürdürdü. Çağdaş Şii bilginlerinden Allame Tabatabai, Ehl-i sünnet ile Şia arasında bu meseledeki ayrımın pragmatik tavır ile idealist tavır üzerinden tahlil edilebileceğini söyler. Ona göre Ehl-i sünnet Müslümanların dünyevi maslahatını esas alarak pragmatik-oportünist bir tavır takınmışken, Şia ilkeleri muhafaza ederek idealist bir mücadele yolunu seçmiştir. Bunun anlamı şudur: Sahabenin bütünü Ehl-i beyt ile ilgili tavsiyeleri ve hatta emirleri biliyorlardı, fakat ortaya çıkan durum, sahabenin vakıayı kabullenmesine yol açtı. Daha sonra Müslümanlardan vakıayı kabul edenler Sünni adıyla bilinmişken vakıaya itiraz eden ve ilkeyi savunanlar Şii kabul edildi. Böyle bir iddiaya kaynak bulmak güçtür. Çünkü dört halife döneminde bu sorunun tamamen yatıştığını görüyoruz. Her hâlükârda bu iddiayı Şia ile Sünnilik arasındaki bakış açısı farkını tespit eden bir düşünce kabul ederek ana meseleye dönebiliriz.
Şia, Hz. Peygamber'den sonra onun yerine geçecek kişinin Ehl-i beyt'ten birisi olması gerektiğini düşünerek Hz. Ali'nin hakkını savundu. Çünkü onlara göre mesele, bir siyaset ve toplumsal maslahat işi değildi. Başka bir ifadeyle Müslümanların başına kimin geçeceğini seçmek değildi sorun! Şia, Hz. Peygamber'in yerine birinin geçeceğini düşünüyordu. Daha doğrusu Hz. Muhammed'i insanlığı kurtarması için peygamber olarak gönderen Allah, peygamberden sonra ümmet için bir 'vasi' belirlemişti ve bu vesayet nübüvvetin batınını teşkil etmekteydi. İmameti nübüvvetin batını ve lazımı saymak Şia'nın en önemli iddiasıydı. Ümmet için böyle bir imamet ancak vesayet ile mümkündü. Başka bir anlatımla Şiilik için mesele tamamen dini ve teolojikti. Muhtemelen öteki Müslümanlar hiçbir zaman Şia'nın bu tavrını anlamadılar veya doğru bulmadıkları için kabul etmediler. Sünniler ise Hz. Peygamber ile birlikte nübüvvetin ve onun her türlü uzanımının -vesayet- nihayete erdiğini düşündüler. Nübüvvet ile vahiy tamamlanmış, hadisler vahyi tefsir etmiş, İslam ikmal olmuştu. Sünniliğin temel iddiası, nübüvvetin Şia'nın iddia ettiği türden herhangi bir istilzamının olamayacağıydı. Şia da bu konuda Sünni tavrı hiç anlamak istemedi. Bu durumda Sünniler için ilk ihtilaftaki hadise Müslümanların başına birinin geçmesiyle sınırlı bir maslahat meselesinden ibaretti. İşin temel ayrım noktası burasıydı: Müslümanlara başkan seçmek ile Peygamber'e varis olarak bırakılmış olan İmam'a biat etmek!
İhtilaf Peygamber telakkisinden kaynaklandı
Bu iki yaklaşım günümüzde İslam dünyasına hâkim olan iki büyük mezhebi ortaya çıkardı. Müslümanlar arasında otaya çıkan bu ilk tartışma teolojik bir boyut ve çerçeve kazanmasaydı, hiç kuşkusuz, günümüze kadar etkinliğini sürdüremezdi. Şia'nın tarih içinde daha dinamik bir yapı kazanmasına katkı sağlayarak Şii edebiyatın zeminini teşkil eden Hz. Ali'nin şehadeti, daha sonra iki oğlu Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in şehadetleri gibi trajik hadiseler meselenin ana kısmını teşkil etmez. Üstelik söz konusu hadiseler Sünnilerin de büyük ölçüde Hz. Ali ve Ehl-i beyt'i haklı buldukları, fakat 'maslahat' gereği tartışmayı uygun bulmadıkları hadiselerdi. İki ekol arasındaki ihtilaf 'peygamber' telakkisinden kaynaklanmıştı ve bu farklılığın giderilmesi mümkün değildi. Üstelik ihtilaf bu çerçevede kaldığı sürece de İslam düşüncesine katkı sağlayan bir niteliğe haizdi. Şia, nübüvvetin batınının içerdiği vesayetin Ehl-i beyt ile devam edeceğini düşünerek dini hayatın merkezine Ehl-i beyt'i yerleştirmişti. Bu sayede siyasi olması gereken sorun epistemolojik bir mahiyet kazanarak İslam ilahiyatının temel tartışması haline geldi. Dinin nasıl anlaşılacağı, nasların nasıl yorumlanacağı ve hakikati kimin temsil ettiği tartışmaları bu sayede ortaya çıktı. Şia, vahyi getiren Peygamber'in masumiyeti gibi onu yorumlayacak kimsenin de masum, yani otoritesinin tartışma dışı olması gerektiğini kabul etti. Sünniler ise siyasi olan ile dini olanı ayırt ederek âlimlerin 'içtihat' hakkını ve yetkisini öne çıkarttılar. Sünnilere göre vahyi anlamak için vesayete veya seçilmişliğe gerek yoktur; lazım olan tek şey, ihtisas ve salahiyettir. Ulema vahyi yorumlayarak Müslümanlara hakikati söyler. Burada epistemolojik seviyede karşı karşıya gelen şey, icma -ulemanın görüş birliğine vardığı içtihatlar- ile Şia'nın imamet anlayışıdır. Bunun neticesinde Sünnilik ulema merkezli -bu nedenle demokratik yapıya daha mütemayil- teşekkül etmişken Şiilik karizmatik liderler etrafında şekillenmiştir. Şia ile Sünnilik arasında bu noktada bir çatışma ortaya çıkmadı. Esas çatışma, Şia'nın Asr-ı Saadet'in meşruiyetine yönelik suçlamasına karşı ortaya çıktı. Günümüzde Müslümanlar bu iki mezhebi ortadan kaldıramazlar. Buna ne imkân ne gerek vardır. Fakat bu tartışmanın birbirini tekfir etmeye kadar giden yönleri de göz ardı edilemez. Yapılması gereken şey, iki mezhep arasındaki epistemolojik ihtilafın ortadan kaldırılması değildir; yapılması gereken şey, öteki sahabeyi suçlamanın ve tahkirin (teberra ilkesi) Ehl-i beyt'i sevmenin (tevella) bir gereği sayılmamasıdır.
EKREM DEMİRLİ KİMDİR?
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde profesör olarak görev yapmaktadır.